Şıkşıkiyye Hutbesi

Şıkşıkiyye Hutbesi (Arapça: الخطبة الشقشقية), Nehcü’l Belağa’nın en meşhur hutbelerinden biridir. Hutbe tümüyle Hz. Peygamber Efendimizden (s.a.a) sonraki hilafet meselesi ile ilgilidir. Müminlerin Emiri Hz. Ali (aleyhi selam) bu hutbesinde halifeler dönemini tasvir etmekte, halifelerin (Ebu Bekir, Ömer ve Osman) yaptıklarını tenkit ederek her birisinin halifeliklerini tek tek sorgulamaktadır. Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra bu makama kendisinin sahip olduğunu belirtmekte ve hilafetin neden asıl yörüngesinden çıktığını ortaya koymaktadır. Ayrıca halkın halife olması için kendisine adeta hücum ettiğine değinmekte ve halkın biatini neden kabul ettiğini oldukça güzel ve ilham verici cümlelerle beyan etmektedir. Hutbede Nakisin (Ahdini bozanların başlattığı Cemel Savaşı), Kasıtin (Muaviye ve yandaşlarının başlattığı Sıffin Savaşı) ve Marikin (Havaric/Haricilerin başlattığı Nehrevan Savaşı) savaşlarına işaret etmiş ve en sonunda hilafeti nasıl kabul etmek zorunda kaldığını açıklamıştır. Nehcü’l Belağa’nın nüshalarının çoğunda bu hutbe üçüncü hutbe olarak yer almaktadır.

Bu hutbeyi ilk olarak rivayet eden kişi bizzat Hz. Ali’den (a.s) duyan İbn Abbas’tır. İbn Abbas’ın rivayetleri Ehlisünnet nezdinde de muteber ve güvenilir olarak bilinmektedir. Bu hutbe defalarca tercüme edilerek hakkında şerhler yazılmıştır. Bazı Ehlisünnet âlimleri bu hutbenin içeriği ve senedi hakkında şüpheye düşmüş, bazıları ise tereddütsüz kabul etmişlerdir.

Hutbenin Tercümesi

Hutbenin sonunda geçen “şıkşıketün hederet” cümlesi bir darb-ı meseldir ve bir anlık gelip geçen hâleti ifade etmektedir. Hutbe, ismini buradaki kelimeden almıştır.

Bu hutbenin Şerif Razi tarafından uydurulduğunu söyleyenler de olmuştur. Ancak Seyyid Razi, H. 359 da (969–970) doğmuş, H. 406 Muharrem’de (1015) Bağdat’ta ebediyete intikal etmiştir. Hâlbuki ondan 176 yıl önce vefat eden Hafız Yahya b. Abdülhamid-i Himmani, H. 246/M.860’ ta vefat eden Ebu Cafer Ahmed b. Mehmed Barki, H. 303/M. 915’te vefat eden Ebu Aliyyü’l Cubbai, H. 312/M.924’de vefat eden Ebü’l Hasan Ali b. Furat, H. 317/M.929’de vefat eden Ebü’l Kasımü’l Belhi, H. 332/M.943’te vefat eden Ebu Ahmed Abdülaziz Celudiyyi’l Bışri, H. 360/M.970’de vefat eden Hafız Süleyman b. Almed Taberani, H. 381/M.991’de vefat eden Ebu Cafer İbn Babıveyh Kummi, H. 382/M.992’de vefat eden Ebu Ahmed Hasan b. Abdulla’i Askeri, H. 412/M.1021’de vefat eden Ebu Abdullah Müfid, H. 415/M.1024’te vefat eden Kadı Abdülcebbar el-Mu’tezili çeşitli yollarla kitaplarında bu hutbeyi zikredip yazmışlardır. Kendilerinden sonra da “Lisanü’l Arab” sahibi Ebü’l Fazl Cemaleddin (H.711/ M.1311) ve Kamus sahibi Firuzabadi’ye kadar (H. 816–817/M. 1413–1414) on beş bilgin bu hutbeden bahsetmiştir. Söz, üsluptan anlaşılır ve hutbenin tarz ve stili tamamıyla Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) üslubudur.[1]

 

Hutbenin Türkçe Anlamı

“Allah’a and olsun ki falan kimse (Ebu Bekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa sel benden akar ve hiçbir kuş benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben de hilafetle arama bir perde çektim, ondan yüz çevirdim.

Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlıkta zahmetten zahmete düşer.

Gördüm ki sabretmek akla daha yatkın, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Ta ki birincisi (Ebu Bekir) yolunu tamamlayıp, onu kendinden sonraki falana (Ömer’e) verdi, gitti.

Hz. Ali (a.s) daha sonra A’şa’nın[2] Şu beytini okudu.

Cabir’in kardeşi Hayyan nezdinde yaşadığım hayat ile

Şimdiki hayatım arasında ne benzerlik var!

(Yani, ben bu gün sıcak havada bir lokma ekmek için uzun çölleri kat ediyorum. Cabir’in kardeşi Hayyan ile birlikte yaşadığım dönemlerde ise nimetler içinde yaşıyordum.)

Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi;[3] Ölümünden sonra yerine öbürünün (Ömer’in) geçmesini sağladı. Bu iki kişi (Ebu Bekir ve Ömer) hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O (Ebu Bekir), hilâfeti düz ve düzgün olmayan çorak bir yere (Ömer’e) attı; sözü sertti, insanı yaralardı. Onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla (Ömer’le) konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürür, atardı.

Allah’ın bekasına (varlığına) and olsun ki halk onun zamanında ne edeceğini şaşırdı, ihtilafa düştü; yoldan çıktı, renkten renge büründü ve birbirini suçladı.[4] Ben bu uzun zaman boyunca birçok zahmet, sıkıntıya düşmeme rağmen yine de sabrettim. Derken o (Ömer) da yolunu kat etti ve hilafeti bir topluluğa bıraktı ki benim de o topluluktan biri olduğumu sanıyordu!

Allah’ım sana sığınırım, ne şûraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle (Ebu Bekir’le) ne zaman şüphe hasıl oldu ki[5] Bu tür (şûradaki) kimselere denk tutuldum ben! Ama buna rağmen (kuşlar gibi) inerlerken onlarla indim, uçarlarken onlarla uçtum. İçlerinden biri (Sa’d b. Ebu Vakkas) haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf’ da) damadı olduğundan ona (Osman’a) meyletti, diğerleri de öyle şeyler yaptılar ki söylenmesi, anılması bile çok çirkin…[6] Derken onların üçüncüsü (Osman) kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyye oğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun (Osman’ın) da ipi çözüldü; yaptıkları tez yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, midesinin dolu oluşu onu bu hale getirdi, yere serdi.[7]

Derken halk sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan etrafıma üşüştü, neredeyse izdihamdan Hasan ve Hüseyin (a.s) ayaklar altında kalacaktı. İki tarafımda çizikler, yaralar oluştu. Bu hengâmede elbisem bile yırtıldı.[Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar.[8]

Ama işi elime alınca bir bölük (Ayşe, Talha, Zübeyr ve yandaşları) hemen biatten döndü, ahdini bozdu. Başka bir bölük (Havaric/Hariciler) ok yaydan fırlar gibi fırladı, çıktı, öbürleri de (Muaviye ve yandaşları) zulme saptılar.[9]

Sanki onlar her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın “İşte ahiret yurdu, biz onu yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve akıbet takva sahiplerinindir.” (Kasas, 83) buyruğunu duymamışlardı! Evet, and olsun Allah’a elbette duydular ve anladılar da. Ama dünya gözlerine süslenmiş ve bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi, süsü hoş geldi onlara.

Evet, tohumu yarana ve insanı yaratana and olsun ki eğer bu topluluk biat için toplanmasa, yarenler tarafından hüccet ikame edilmeseydi ve Allah zâlimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılması (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim. Hilafetin sonunu da ilk kâsesiyle suvarırdım (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim.) Sizler de biliyorsunuz ki şu dünyanızın değeri benim gözümde bir keçinin aksırığından daha değersizdir.”

Denildiğine göre söz buraya gelince Irak halkından biri kalktı ve Hz. Ali’ye bir kâğıt sundu. Hz. Ali (a.s) kâğıdı okumaya başladı. Okuyup bitirince İbn Abbas “Ey Müminlerin Emiri! Sözüne kaldığın yerden devam etsen.” dedi. Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ey İbn Abbas! Bu, azdığında devenin boğazının altında oluşan şişkinlikti ki geldi, sonra geri indi.”

İbn Abbas: ‘‘Vallahi bu sözün bitirilmeden yarım kalmasına üzüldüğüm kadar hiçbir şeye üzülmedim, Müminlerin Emiri keşke dilediğini söyleseydi’’ dedi.

Hutbenin Zaman ve Mekânı

Hutbenin tarihi karinelerine bakılırsa İbn Abbas’ın Kufe’de olması hasebiyle İmam Ali (a.s) bu hutbeyi hicretin 38. yılında veya 39. yılının başlarında okumuştur.[10] Şeyh Müfid[11] ve Kutbeddin Ravendi[12] hutbenin “Rahbe”de okunduğunu söylemişlerdir.[13] Her ne kadar Rahbe çeşitli yerlere tekabül etse de buradaki maksat genellikle İmam Ali’nin (a.s) hüküm verdiği ve halka vaaz verdiği Kufe mescidinin avlusudur.[14]

Hutbenin İsmi

Hutbenin başında geçen “Vallahi lekad tekammesaha falan” cümlesindeki “mukammesa” kelimesinden ötürü hutbe bu adla adlandırılmıştır. Tekammes, yani “gömlek giyindi” anlamındadır, İmam Ali (a.s) hilafeti elbiseye (gömlek) benzetmiştir. Ebu Bekir, hakkı olmadığını bildiği halde onu giyinmiştir. Ancak bu hutbenin meşhur adı “Şıkşıkiyye”dir. Sebebine gelince İbn Abbas, İmam Ali’den (a.s) hutbesine kaldığı yerden devam etmesini istediğinde, İmam Ali’nin ona: “Heyhate ya İbn Abbas! Tilke Şıkşıkiyetun Summe Kurret” demişti. İşte hutbe adını bu cümlede geçen Şıkşıkiye kelimesinden almıştır. Nitekim lügat bilginleri ve hutbeye şerh yazanların sözünden anlaşıldığı kadarıyla “şıkşıkiye” akciğer gibi devenin boğazında dönen sesle birlikte heyecan ve öfke anında ağzından çıkan ve sonra kendi yerinde sakinleşen şeye denir. Normal dönemlerde böyle bir durum yaşanmamaktadır. İmam Ali (a.s) burada kendi heyecanını deveninkine benzetmiştir. Sanki bir an kendisinden geçmiş ve bu hutbe bir alev gibi kalbinden diline dökülmüş ve şimdi artık normal haline döndüğünden artık hutbeye devam etmeyeceğini söylemektedir. Böylelikle, İmam Ali (a.s) bu hutbeyi rivayet eden İbn Abbas’a olumsuz yanıt vermektedir. Bundan dolayı İbn Abbas: ‘‘vallahi bu sözü istediği gibi bitiremeden yarım kalmasına üzüldüğüm gibi hiçbir şeye üzülmedim’’demiştir.

Şıkşıkıye Hutbesinin Seyyid Razi’den Önceki Senetleri

Hutbede ilk üç halife açıkça eleştirildiği için bazı Ehlisünnet âlimleri tarafından hutbenin senedine yönelik eleştiriler yapıldığı gibi aynı zamanda tüm Nehcü’l Belağa’nın senetleri hakkında ortaya attıkları iddiaların da ana nedenini yine bu hutbe oluşturmaktadır.[15] Ancak ortaya attıkları iddiaların tamamı yersiz ve anlamsızdır. Bu hutbe,Nehcü’l Belağa’nın yazarı olan Seyyid Razi (r.a) daha dünyaya gelmeden yıllar önce de bulunmaktaydı ve senedi de İmam Ali’ye (a.s) kadar uzanmaktaydı. Allame Emini, el-Gadir kitabında Seyyid Razi’nin (r.a) tariki dışında 28 tarikle bu hutbenin nakledildiğini ispat etmiştir.[16] “Pertovi Ez Nehcü’l Belağa” kitabında bu hutbe için 22 senet zikredilmiştir. Bunlardan 8 tanesi Şerif Razi’den önceye, 5 tanesi Şerif Razi’nin asrına ve 9 tanesi de Nehcü’l Belağa’dan sonra veya beşinci yüzyıla dayanmaktadır. Lakin Nehcü’l Belağa’dan bağımsız olarak yazılan kaynak veya kaynaklarda hutbenin bazı yerleri[17] lügat açısından şahit ve tanık olarak edebi ve sözlük kitaplarında zikredilmiştir. Örneğin: İbn Esir’in en-Nihayet, Firuzabadi’nin Kamus, İbn Manzur’un Lisanü’l Arab ve Meydani’nin Mecmeu’l Emsal[18] kitapları gösterilebilir. Aşağıda bu hutbenin bazı senetlerine yer verilecektir:

  • İbn Ebi’l Hadid Mutezili (ö. 656), Şıkşıkiye hutbesini şerh ettikten sonra şöyle demektedir:

603 yılında şeyhim Musaddık Bin Şubeyyib Vasıti’nin şöyle dediğini duydum: ‘Bu hutbeyi (Şıkşıkiye hutbesi), İbn Haşşab diye ünlü olan Abdullah bin Ahmed’e okudum… Sonra ona şöyle dedim: Bu hutbenin Hz. Ali’ye olan nispeti doğru mudur?’ Dedi ki: “Allah’a and olsun ki senin Musaddık olduğunu bildiğim gibi onun da (hutbenin) Hz. Ali’nin sözü olduğu biliyorum.” Sonra ona dedim ki: “İnsanlardan birçoğu bu hutbenin Razi’nin (r.a) olduğunu söylemekte.” Dedi ki: “Razi ve onun gibileri nere, bu konuşmanın üslubu nere? Biz Razi’nin Resail’ini gördük ve onun nesirdeki yöntem ve tarzını biliyoruz; o bu hutbeye iyilik ve kötülük katmamıştır.” Sonra şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki bu hutbeyi Razi dünyaya gelmeden 200 yıl kadar önce yazılan kitaplarda gördüm ve yazarların hatlarını tanıyorum. Daha Razi’nin babası Ebu Ahmed dünyaya gelmeden önce hangi ulema ve edip tarafından yazıldığını biliyorum.[19] İbn Ebi’l Hadid devamında şöyle demektedir: “Ben bu hutbelerin bir çoğunu Bağdat’ın Mutezile imamı, şeyhimiz Ebu’l Kasım Belhi’nin yazılarında gördüm. O, Razi dünyaya gelmeden önce güçlü bir devlette yaşamaktaydı. Yine ayrıca onun bir çoğunu “el-İnsaf” adlı kitabıyla ünlü olan İmamiye mütekellimlerinden Ebu Cafer bin Kubbe’nin kitabında gördüm. Ebu Cafer, Şeyh Ebu’l Kasım Belhi’nin (rahmetullah Teâlâ) öğrencilerindendi. Daha Razi (rahmetullahi Teâlâ) dünyaya gelmeden önce dünyaya gözlerini yummuştu.”[20]

  • Seyyid Razi’den önce Şıkşıkiye hutbesini eserlerinde senetli bir şekilde İmam Ali’den (aleyhi selam) nakleden âlimlerden birisi de Şeyh Saduk’tur (ö. 381). Bir kere “İlelu’ş Şerai” kitabında[21] bir kere de “Maaniu’l Ahbar” kitabında[22] bu hutbeyi iki senetle nakletmekte ve hutbenin sonunda hutbedeki zor ve manası ağır olan kelimelerin açıklamasını yapmıştır.
  • Nehcü’l Belağa kitabının yazarı olan Seyyid Razi’nin üstadı Şeyh Müfid (ö. 413), bu hutbeyi “el-İrşad” kitabında nakletmekte ve hutbenin bir grup nakledicisinin hutbeyi çeşitli yollarla rivayet ettiklerini açıklamaktadır.[23] Yine Şeyh Müfid “El-Meselatan fi’n-Nası ale Ali (a.s)” kitabında bu hutbenin meşhur hutbelerden biri olduğunu yazmaktadır.[24] Bu da Şeyh Müfid’in asrında hutbenin senedi hakkında hiçbir şüphenin olmadığını, bilakis tanınan ve bilinen bir hutbe olduğunu ortaya koymaktadır. Hakeza Şeyh Müfid, “el-Cumel” kitabında hutbenin hutbe hakkında konuşmaktan daha ünlü olduğunu belirtmektedir.[25]

Hilafetin Gasp Edilmesi

Hilafetin gasp edilmesinin Şıkşıkiyye hutbesinde ele alınması ve İmam Ali’nin (a.s) halifeleri eleştirmesi, hutbenin inkâr edilmesine sebep olacak ve şaşkınlığa neden olacak bir durum değildir. İmam Ali’nin (a.s) bu hutbe dışındaki sözlerinde ve bazen de Şia olmayanların sözlerinde bu konu açıkça ortaya konulmuştur. Aşağıda konunun daha iyi aydınlanması için bazı örneklere değinilecektir.

İmam Ali’nin Halifelere Karşı Şıkşıkiye Hutbesi Dışındaki Tutumu

Cahiz’in (ölümü, h.255, yani daha Seyyid Razi dünyaya gelmeden ve Nehcü’l Belağa’yı kaleme almadan 150 yıl kadar önce) “el-Beyan ve’t-Tebyin” kitabında Müminlerin Emiri Hz. Ali’den rivayet ederek naklettiği hutbede şöyle geçmektedir: “… O iki halife (Ebu Bekir ve Ömer) gittiler ve üçüncüsü (Osman) ayağa kalktı, karga gibi amacı işkembesi idi; ona yazıklar olsun, eğer iki kanadı kırılsa ve başı kopmuş olsaydı onun için daha hayırlıydı.”[26] İbn Ebi’l Hadid de bu hutbeyi Cahiz’den nakletmektedir.[27] İbn Abdürabbih (ö. 328) de Seyyid Razi’den önce yaşamış ve o da bu hutbeyi az bir farklılıkla “el-‘Akdü’l Ferid” kitabında getirmiştir.[28]

Muaviye’nin Dilinden Ebu Bekir ve Ömer’in Hilafeti Gasp Edişleri

Muaviye, Muhammed bin Ebu Bekir’e yazdığı mektubunda şöyle demektedir: “Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra senin baban (yani Ebu Bekir) ve onun Faruk’u (yani Ömer) onun (Hz. Ali’nin) hakkını yiyen ve hükümetleri boyunca ona muhalefet eden ilk kişilerdi. O ikisi (Ebu Bekir ve Ömer), bu işte ittifak etmişlerdi…”[29]

 

Tercümeleri

Bu hutbe, Nehcü’l Belağa’nın tamamının tercümesi sırasında tercüme edildiği gibi aynı zamanda bağımsız olarak da tercüme edilerek basılmıştır. Onlardan bazıları şunlardır:

  1. Şıkşıkiye Hutbesinin Ali Ensari tarafından Farsça tercümesi, ş. 1354 yılında 14 sayfa olarak tercüme edilerek basılmıştır.[30]
  2. Şıkşıkiye hutbesinin tercümesi kaside şeklinde yazılarak Seyyid Muhammed Taki bin Emir Muhammed Mümin Hüseyni Kazvini tarafından 1270 yılında basılmıştır.[31]
  3. Şıkşıkiye hutbesinin Farsça tercümesi kimliği belirsiz biri tarafından (belki de tevasuzundan) yapılmıştır. Bu tercüme şu anda Astan-ı Kuds-i Rezevi’de mevcuttur.[32]

Şerhleri

  1. Tefsiriü’l Hutbetü’ş-Şıkşıkiye, Şerhü’l Hutbetü’ş-Şıkşıkiye, Arapça, Seyyid Murtaza, 436.[33] Şerif Murtaza’nın yazıldığı Resail kitabının mecmuasının 2. cildinde yer almaktadır.[34]
  2. eş-Şıkşıkiye, Dirasetu Mevzuiyye Li-Şahsiyat Tesaddet lil-Hilafeti’l İslamiyye, Abdürresul el-Gaffari.[35]
  3. Ahi Suzan Ez Emirü’l Mümininin (a.s) (Şıkşıkiye hutbesinin şerhi), Ali Asker Rızvani.[36]
  4. Sayiban Siyah (İmam Ali’nin Şıkşıkiye hutbesinin şerhi), Nadir Fazli.[37]
  5. eş-Şezaratü’l Aleviyye fi Şerhi’l Hutbeti’ş-Şikşikiyye lil-İmam Ali aleyhi selam, Ebu Zer el-Gaffari.[38]
  6. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye (hatlı nüsha).[39]
  7. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiyye (hatlı nüsha).[40]
  8. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiyye, Murtaza Kasımi Kaşani.[41]
  9. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye (hatlı nüsha).[42]
  10. Hutbet Şıkşıkiye ez Nehcü’l Belağa, tercüme ve şerh: Muhammed Bakır Reşad Zencani.[43]
  11. Akide-i Şia der Hutbe-i Şıkşıkiye, Muhammed Esedi Germarudi.[44]
  12. el-Mesailü’t-Tatbigiyye ale’l Hutbeti’ş-Şıkşıkiye, Ali Tebrizi.[45]
  13. et-Tavzihatü’t-Tahkikiye fi Şerhi’l Hutbeti’ş-Şıkşıkiye, Seyyid Ali Ekber b. Seyyi Muhammed b. Seyyid Dildar Ali, ö. 1326.[46]
  14. Şerhi Hutbe-i Şıkşıkiye, on birinci yüzyıl âlimlerinden Molla İbrahim Gilani. Asli nüshası Kum’da bulunmaktadır.[47]
  15. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Mirza Ebu’l Maali Kelbasi, ö. 1315.[48]
  16. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Tacü’l Ulema Lekhenvi, ö. 1312.[49]
  17. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye Farsça, Seyyid Muhammed Taki Kazvini, ö. 1270.[50]
  18. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Arapça, Seyyid Cafer b. Sadık el-Abid.[51]
  19. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Seyyid Alaattin Gülistane, nüshası Necef’te Seyyid Muhammed Bakır Yezdi’nin yanında görülmüştür.[52]
  20. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Arapça, meşhur hatip: Seyyid Ali Haşimi.[53]
  21. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Şeyh Hadi Benani, müellif Şeyh Ensari’nin asrında yaşamıştır.[54]
  22. Şerhi Hutbetu Şıkşıkiye, Arapça, müellif tarafından yazılan şerhin nüshası İran ulusal kütüphanesinde mevcuttur.[55]
  23. en-Nakdu’s Sedid Şerhi’l Hutbeti’ş Şıkşıkiye li-İbn Ebi Talip (a.s), Arapça, Şeyh Muhsin Kerim, iki cilt olarak Necef’te basılmıştır.[56]
  24. Keşfu’s Sehab fi Şerhi’l Hutbeti’ş Şıkşıkiye, Molla Habib İlahe Kaşani. Ö. 1340.[57]

…………………………………..

tr.wikishia.net