HZ. ALİ HAKKINDA İBRETLİ ÖYKÜLER

Hz. Ali (a.s)’ın, Kendi Katiline Karşı Şefkat Ve Merhameti

Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s), İbn-i Mülcem’in eliyle bir kılıç darbesi aldıktan sonra, darbenin şiddetinden dolayı bir müddet bayıldı. Ayıldıktan sonra İmam Hasan (a.s) bir kapta babasına süt getirdi. İmam Ali (a.s) sütten biraz içtikten sonra geri kalanı İmam Hasan’a vererek şöyle buyurdu: “Bu sütü esirinize (yani İbn-i Mülcem’e) verin.”

Daha sonra buyurdular ki: “Oğlum! Sana olan hakkım hürmetine yenilecek ve içeceklerin en iyisinden ona verin. Ben ölünceye kadar ona karşı iyi davranın. Yediğiniz şeylerden ona yedirin, içtiğiniz şeylerden de ona içirin.”

Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın verdiği sütü İbn-i Mülcem’e götürdüler ve o (lanetli) de onu alıp içti.[1]

İslamî Adabı Riayet Etmek

Bir gün Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s), hilafeti döneminde Kufe’nin dışında İslam’ın sığınağında yaşayan zimmi (Yahudi veya Hıristiyan) birisiyle yol arkadaşı oldu.

Zimmi adam: “Ey Allah’ın kulu! Nereye gidiyorsun” dedi.

Hz. Ali (a.s): “Kufe’ye” buyurdular.

Her ikisi kavşağa kadar birlikte yola devam ettiler. Zimmi şahıs kavşağa yetiştiğinde ayrılıp kendi yoluna gitmek istediğinde, Müslüman arkadaşının da Kufe yoluna gitmeyip onunla beraber geldiğini gördü.

Zimmi adam: “Sizin kendiniz, Kufe’ye gideceğinizi söylemediniz mi?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s): “Evet, söyledim” buyurdu.

Zimmi adam: “Siz Kufe yolundan gitmediniz, Kufe yolu öteki yoldur” dedi.

Hz. Ali (a.s): “Farkındayım, ama en iyi arkadaşlık, arkadaşı ayrıldığında onu birkaç adım uğurlamaktır. Peygamberimiz bize böyle emretmiştir. İşte bundan dolayı birkaç adım seni uğurlamak istiyorum. Daha sonra kendi yoluma döneceğim” diye buyurdu.

Zimmi adam: “Sizin peygamberiniz böyle mi emretmiştir?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s): “Evet” buyurdu.

Zimmi adam: “Peygamberinizin dininin dünyaya böyle bir hızla yayılması ve böyle çok takipçiler bulması, kesinlikle onun bu güzel ahlakından dolayıdır” dedi.

Zimmi adam Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’la birlikte Kufe’ye döndü. O’nun, müslümanların halifesi olduğunu öğrenince Müslüman olduğunu açıklayarak şöyle dedi: “Sen şahit ol ki, ben sizin dininiz üzereyim.”[2]

 

Yamalı Ayakkabıdan Daha Değersiz Bir Hükümet

Hz. Ali (a.s), İslam ordusuyla birlikte ahdi bozan muhalifleri ezmek için Basra’ya doğru hareket ettiler. Basra’nın yakınlarında “Zîkar” denen bir yere ulaştıklarında, yorgunluklarını gidermek ve orduyu savaşa hazırlamak için onlara oturup dinlenme emri verdi.

Abdullah bin Abbas şöyle diyor:

“Ben orada Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’ın huzuruna vardığımda, Hazretin, (ordu komutanı ve müslümanların reisi olmasına rağmen) kendi ayakkabısını yamadığını gördüm.

Hz. Ali (a.s) bana dönerek şöyle buyurdular: “İbn- i Abbas! Bu ayakkabının değeri ne kadar olabilir?

Ben dedim ki: “Bunun hiçbir değeri yoktur.”

Buyurdular ki: “Allah’a and olsun ki, bu değersiz ayakkabı size hükümet ve önderlik etmekten bana daha sevimlidir. Bu hükümet ve önderlikle hakkı diriltip batılı yok edersem o başka.”[3]

(Evet bir hükümetin değeri, hakkı diriltmeğe batılı ise yok etmeğe bağlıdır. Aksi takdirde ne değeri olabilir ki!)

 

Benden Sorun!

Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s) halka konuşma yaptıklarında şöyle buyurdular:

“Ey insanlar! Sizin aranızdan ayrılmadan önce, bana ne sormak isterseniz sorun. Allah’a and olsun ki, sorduğunuz her soruya cevap vereceğim.”

Bu sırada Sa’d bin Vakkas ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ey Emir’ul-Muminin! Benim baş ve sakalımda ne kadar kıl var?”

Hz. Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular:

“Allah’a and olsun ki, habibim Resulullah (s.a.a) senin bu soruyu benden soracağını bana haber vermiştir! Senin başındaki her kılın altında sana lanet eden bir melek ve sakalının her kılı altında da seni tahrik eden bir şeytan vardır. Senin evinde de Resulullah (s.a.a)’in torunu Hüseyin’i öldürecek bir çocuk (Ömer bin Sa’d) vardır! Bunun nişanesi ise, söylediğim şeyin mısdakıdır.”

Ömer bin Sa’d o zaman elleri ve karnı üzerinde emekliyordu. Hz. Hüseyin (a.s) kıyam ettiğinde Ömer bin Sa’d Hz. Hüseyin (a.s)’ı öldürmeyi üstlendi ve sonuç Hz. Ali (a.s)’ın buyurduğu gibi oldu.[4]

 

Yaşayışta Orta Halli Olmak

Ala bin Zeyd, Hz. Ali (a.s)’ın Basra’daki zengin ashabından biri idi. Hasta olduğundan dolayı Hz. Ali (a.s) onun ziyaretine gitti. Evinin genişliği ve güzelliği İmam (a.s)’ın dikkatini çekti. O bu işinde israf yapmıştı.

İmam (a.s) şöyle buyurdular:

“Ey Ala! Bu büyüklükteki evi dünyada ne yapacaksın? Oysa sen ahirette böyle bir eve daha muhtaçsın. (Çünkü bu evde birkaç günden fazla kalmayacaksın. Ahirette de böyle geniş evinin olmasını istiyorsan, bu evde misafir ağırla, akrabalara ihsanda bulun, ilahi ve dini kardeşlerinin hakkını öde. Bu işleri yapmış olursan, Allah-u Teala diğer dünyada bu ev gibi sana geniş ev verir.”

Ala: “Senin emirlerine uyacağım” dedi. Sonra şöyle arz etti: “Ey Emir’ul-Muminin! Ben kardeşim Asim’den şikayetçiyim.”

İmam (a.s): “Neden, ne yapmıştır?” diye sordu.

Ala cevaben şöyle dedi: “Rahat olmayan giymiş, dünyadan koparak inzivaya çekilmiş, yaşantıyı kendisiyle ailesine zorlaştırmıştır.

İmam (a.s): “Onu benim yanıma getirin” diye emretti.

Asim’i getirdiklerinde Emir’ul-Muminin Ali (a.s) yüzünü ekşiterek şöyle buyurdular:

“Ey kendi nefsinin düşmanı! Şeytan aklını çalarak seni bu yola sürüklemiştir. Kendi çoluk çocuğundan utanmıyor musun? Neden çocuklarına merhamet etmiyorsun? Tertemiz rızkları sana helal eden Allah’ın onlardan yararlanmanı istemediğini mi zannediyorsun? Sen Allah katında böyle bir düşünceden daha düşüksün.”

Asim: “Ey Emir’ul-Muminin! Sen neden kuru ve katıksız ekmek yiyor ve rahat olmayan elbise giyiyorsun? Ben sana uymuşum” dediğinde İmam (a.s) şöyle buyurdular:

“Yazıklar olsun sana! Ben senin gibi değilim, benim başka bir vazifem vardır. Çünkü ben müslümanların önderiyim. Ben yiyecek ve giyeceğimi, fakirlerin fakirliğin zorluk ve meşakkatine tahammül etmeleri için onların yiyecek ve giyeceklerinin haddine indirmeliyim. Bu benim önderlik vazifemdir. Ama senin böyle bir vazifen yoktur.”

Asim, İmam (a.s)’ın sözlerinden sonra normal elbisesini giyip kendi işiyle meşgul oldu.[5]

 

Enuvşirevan’ın Kafatası Konuşuyor!

Hz. Ali (a.s)’a, Muaviye’nin büyük bir orduyla İslam topraklarına saldırmak istediği haberi verildiğinde İmam (a.s) düşmanlara karşı koymak için güçlü bir orduyla Kufe’den dışarı çıkarak Sıffin’e doğru hareket ettiler. Sıffin’e hareket ederken, yollarının üzerinde bulunan (Sasani Padişahlarının başkenti olan) Medain şehrine uğrayıp Kesra sarayına girdiler.

Hz. Ali (a.s) namazı kıldıktan sonra bir grup ashabıyla birlikte Enovşirevan sarayının viranelerini gezmekle meşgul oldular. Sarayın her bölümüne ulaştıklarında, Hz. Ali (a.s), orada yapılan işleri ashabına açıklıyordu; öyle ki, Hazretin bu izahı ashabın şaşkınlığına yol açtı. Bu yüzden onlardan biri şöyle dedi:

“Ya Emir’el- Muminin! Sarayın durumunu öyle bir şekilde anlatıyorsunuz ki, sanki uzun bir süre burada yaşamışsınız!”

Sarayın salonlarını gezerlerken Hz. Ali (a.s) harabenin kenarında çürümüş bir kafatası görünce ashabından birine: “Onu götür ve benimle birlikte gel!” diye buyurdular.

Daha sonra Hz. Ali (a.s) Medain sarayının eyvanına gelerek orada oturdu. Bir leğen getirmelerini, onun içerisine bir miktar su dökmelerini ve o kafatasını leğenin içerisine bırakmalarını emretti. Kafatasını getiren adam da onu o leğenin içerisine bıraktı.

Bu esnada Hz. Ali (a.s) kafatasına hitaben şöyle buyurdular: “Ey Kafatası! Allah aşkına söyle bakalım; ben kimim ve sen kimsin?”

Kafatası açık bir ifadeyle şöyle dedi: “Sen, Müminlerin emiri, vasilerin efendisi ve muttakilerin liderisin; ben ise, Allah’ın kullarından bir kulum.”

Hz. Ali (a.s): “Durumun nasıldır?” diye sordu.

Kafa tası cevaben şöyle dedi:

“Ey Emir’el- Muminin! Ben adaletli bir padişahtım, elimin altındakilere şefkatli ve merhametliydim. Hükümetimde kimseye zulüm yapılmasına razı olmazdım. Ama Mecusi (ateşe tapan) dindeydim. İslam Peygamberi dünyaya geldiği zaman, benim sarayım yarıldı. Peygamberliğe seçildiğinde, İslam’ı kabul etmek istedim ama, saltanat sevgisi beni iman ve İslam’dan alıkoydu. Fakat şimdi pişmanım. Keşke ben de iman etmiş olsaydım. Şimdi ben cennetten mahrumum. Ama adaletimden dolayı cehennem ateşinden de güvendeyim. Ey Emir’el- Muminin! Vay benim halime! Eğer iman etmiş olsaydım, ben de seninle olurdum.”

Enovşirevan’ın çürümüş kafatasının sözleri öyle yürek yakıcıydı ki, o sözleri duyan herkes etkilenerek yüksek sesle ağlamaya başladılar.[6]

(İnşaallah bizler, ölüm yetişmeden önce kurtuluş fikrinde oluruz.)

 

Günahın Tedavisi

Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’ın muhlis ashabından biri olan Kumeyl şöyle diyor:

Bir gün İmam (a.s)’a: “Ey Emir’el- Müminin! Bir kul günah yapıyor, sonra da mağfiret diliyor. Acaba mağfiret dilemenin haddi (gerçeği) nedir?” diye sordum.

İmam (a.s): “Ey Kumeyl! Mağfiret dilemenin haddi tövbedir?” buyurdular.

Kumeyl: “Sadece bu kadar mı?”

İmam (a.s): “Hayır!”

Kumeyl: “Nasıldır öyleyse?”

İmam (a.s): “Kul bir günah işlediğinde, tahrik ile “Esteğfirullah” (Allah’dan bağış diliyorum) diyor.”

Kumeyl: “Tahrik nedir?”

İmam (a.s): “Dil ve dudakları, hakikati peşinden getirmek kastıyla hareket ettirmektir.”

Kumeyl: “Hakikat nedir?”

İmam (a.s): “Kalple tasdik etmek (samimi bir kalple mağfiret dilemek) ve mağfiret dilediği günahı tekrarlamamaya karar vermektir.”

Kumeyl: “Bunları yaparsam mağfiret dileyenlerden sayılır mıyım?”

İmam (a.s): “Hayır!”

Kumeyl: “Neden?”

İmam (a.s): “Çünkü sen henüz mağfiret dilemenin aslına ulaşmamışsın.”

Kumeyl: “Mağfiret dilemenin aslı nedir?”

İmam (a.s): “Günahtan tövbe etmektir. İşte bu, ibadet edenlerin ilk derecesidir; bir de ileride her çeşit günahtan kaçınmaya karar vermektir.

Mağfiret dileme altı mananın gerçekleşmesiyle olur:

Geçmiş (günahlara) karşı pişmanlık duymak.

Günahı, ebedi olarak terk etmeye karar vermek.

Kendinle diğer yaratıklar arasında bulunan hakları eda etmek.

Bütün farzlarda, Allah’ın hakkını ödemek.

Haramdan biten etleri, deri kemiğe yapışacak derecede eriterek yerine (helalden biten) et meydana getirmek (vücudu helal yoldan geliştirmek).

Vücuda, günahın tadını tattırdığı gibi, ona itaat etmenin de zorluk ve acısını tattırmak.”[7]

 

Hz. Ali (a.s) Adaletten Söz Ediyor

Hz. Ali (a.s) Beyt’ül- Malı bölerken fark koymaksızın onu halk arasında eşit olarak bölüyordu. Hz. Ali’nin bu tutumu bazı kimseleri rahatsız etmişti, bundan dolayı bir çokları da Muaviye’nin yanında yer almışlardı.

Hz. Ali’nin dostlarından bazıları Hazretin huzuruna varıp şöyle dediler: Eğer siyasetçi kimseleri iş başına getirir ve onları başkalarına tercih etmiş olursunsa, işlerin ilerlemesi için daha uygun olur.

Hz. Ali (a.s) onların bu önerisinden sinirlenip şöyle buyurdular:

“Acaba hükümetim altındaki insanlara zulmederek bu vesileyle kendi çevremde dostlar toplamamı mı bana öneriyorsunuz ? Allah’a ant olsun ki yer ve gök var olduğu müddetçe bu işi yapmayacağım. Eğer mal kendimin olsaydı onu eşit olarak bölerdim, nerede kaldı ki mal Allah’ın malıdır !”

Daha sonra şöyle buyurdular:

“Eğer bir kimse, iyi bir işi yerinde yapmazsa, bir kaç gün gönlü karanlık kimselerin yanında övülebilir, onların kalbinde sevgi oluşturabilir. Fakat kötü bir hadiseyle karşılaşınca ve onların yardımına muhtaç olduğu zaman dünya malı ve makamı için sana sevgi duyan kimseler, seni en fazla kınayan ve sana karşı en kötü dostlardan olurlar.” [8]

 

Yabis Vadisinde Ne Geçti?

Ebu Besir diyor ki, Hz. Sadık (a.s)’a: “Adiyat suresindeki geçen Yabis (Kumsal çöl) Vadisinin macerası ve Hicri 8. Yılda (o mekanda) İslam ordusunun kahramanlıklarıyla ilgili olay nedir? dediğimde İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:

“Yabis çölünün halkı on iki bin süvari nizam idi, ölüm anına kadar Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’a karşı savaşacaklarına dair ahdedip el ele verdiler.

Cebrail onların bu antlaşmasını Resulullah’a haber verdi. Resullullah (s.a.a) de Ebu bekri, daha sonra Ömer’i bir orduyla onlara doğru gönderdi. Bunlar bir netice elde etmeksizin geri dönüyorlar.

Peygamber (s.a.a) bu kez Hz. Ali’yi, muhacir ve ensardan oluşan dört bin kişiyle Yabis Vadisine doğru gönderiyor. Hz. Ali (a.s), ordusuyla birlikte Yabis Vadisi’ne doğru hareket etti. İslam ordusunun Hz. Ali’nin komutasında onlara doğru yürüdüğü düşmana bildirildi. Düşman silahçılarından iki yüz kişi savaş alanına doğru koştular. Hz. Ali (a.s) da bir grup ashabıyla birlikte onlara doğru yürüdü. Düşmana ulaştıklarında onların tarafından: “Siz kimsiniz, nereden gelmişsiniz, ne yapmak istiyorsunuz ?” diye soruyorlar.

Hz. Ali (a.s) onların cevabında şöyle buyurdu:

“Ben Resulullah’ın amcasının oğlu, Onun kardeşi ve elçisi Ebu Talip oğlu Ali’yim, sizi, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenizi davet ediyorum, eğer iman ederseniz yorar ve zararda Müslümanlarla ortak olursunuz.”

Onlar Hz. Ali’nin sözüne karşılık şöyle dediler:

“Senin sözünü işittik, savaşa hazır ol ve bil ki, biz seni ve ashabını öldüreceğiz! Bizim vaadimiz yarın sabahtır.”

Hz. Ali (a.s) da onlara cevaben şöyle buyurdu:

“Yazıklar olsun size, beni ordunuzun çok olmasıyla mı tehdit ediyorsunuz? Bilin ki, biz Allah’tan, meleklerden ve Müslümanlardan sizin aleyhinize yardım alacağız. Yüce Allah’ın gücünden başka bir güç ve kudret yoktur.”

Düşman kendi yerine dönüp mevzisini pekinleştirdi. Hz. Ali (a.s) da ordusuna dönüp savaşa hazırlanmaya koyuldu. Hz. Ali (a.s) Müslümanlara, gece vakti bineklerinin cihazlarını hazırlamalarını, kuşanmalarını ve sabah erken düşmana saldırmak için hazır bir vaziyette olmalarını emretti.

Sabah şafağı söktüğünde Ali (a.s) ordusuyla birlikte namaz kılıp düşmana saldırdılar. Düşman öyle gafil avlandı ki, Müslümanların onlara nereden saldırdığını anlayamadı. İslam ordusunun geride kalanı henüz yetişmemişken onlardan çoğu öldürülüp neticede bir çokları da esir alındı ve malları ise Müslümanların eline geçti.

Cebrail-i Emin, Hz. Ali ve İslam ordusunun muzaffer olduğunu Hz. Peygambere haber verdi. Resulullah (s.a.a) minbere çıkıp Allah’a hamt ettikten sonra Müslümanların düşmana galip olduğunu ve İslam ordusundan sadece iki kişinin şahadete eriştiğini halka duyurdu.

Daha sonra Peygamber (s.a.a) ve ashabı Medine’den çıkıp Hz. Ali’yi istikbal etmeğe koştular. Medine’nin bir fersahlığında Hz. Ali’nin ordusuyla karşılaşıp onlara hoş geldiniz dediler. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’i görünce bineğinden aşağı indi, Peygamber (s.a.a) de bineğinden aşağı inip Hz. Ali’nin alnından öptü. İslam ordusunun istikbaline gelen Müslümanlar da Hz. Peygamber gibi Hz. Ali’yi kutlayıp bu fethi tebrik ettiler, düşmandan elde edilen bolca ganimeti ve esirleri görerek daha çok sevindiler.

Bu esnada Cebrail-i Emin gök yüzüne inerek ve bu zaferden dolayı “Âdiyât” suresini Resulullah’a getirdi:

“Soluk soluğa koşan atlara ant olsun, (tırnaklarıyla) ateş çakıp saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir (düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara…”

Peygamber (s.a.a)’in gözlerinden sevinç yaşları boşandı, işte burada o meşhur sözü Hz. Ali’ye buyurdular:

“Eğer ümmetimden bir grubun, Hıristiyanların Hz. İsa hakkında dedikleri söz gibi senin hakkında söylemesinden korkmasaydım, senin hakkında öyle bir söz söylerdim ki, her nereden geçseydin ayağının altındaki toprağı götürür onunla teberrük ederlerdi!” [9]

 

Resulullah’dan Duymamışsam Dilsiz Olayım!

Ebu Müslim şöyle diyor:

Bir gün ben, Hasan-ı Basri ve Enes bin Malik birlikte Ümmü Seleme’nin ( Peygamberin zevcesi) evine gittik. Enes evin kapısı önünde oturarak içeri girmedi. Ama benle Hasan-ı Basri içeriye geçtik. Hasan-ı Basri Ümmü Seleme’ye selam verdi, o da de selamın cevabını verdi.

Daha sonra Ümmü Seleme: “Evladım sen kimsin?” diye sordu.

Hasan-ı Basri: “Ben Hasan-ı Basri’yim.”

Ümmü Seleme: “Ne için gelmişsin?”

Hasan-ı Basri: “Resulullah (s.a.a)’in Ali bin Ebu Talib hakkındaki hadisini bana söylemen için gelmişim.”

Ümmü Seleme: “Allah’a ant olsun ki, bu iki kulağımla Peygamber’den duyduğum bir hadisi sana söyleyeceğim; eğer yalan söylemiş olursam sağır olayım! Bu iki gözümle gördüm, görmemiş isem kör olayım! Kalbim onu almıştır, eğer buna tanıklık etmese Allah onu mühürlesin! Eğer Resulullah (s.a.a)’den duymamış ise dilsiz olayım. Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebu Talib’e şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Kim kıyamet günü Allah’ın huzurunda hazır olduğu gün senin velayetini inkar ederse, müşrik ve puta tapanların safında yer almış olacaktır.”

Hasan-ı Basri bu hadisi duyunca şöyle dedi:

“Allâh-u Ekber, tanıklık ediyorum ki, gerçekten Ali bin Ebu Talib benim ve bütün müminlerin mevlasıdır.”

Ümmü Seleme’nin evinden dışarı çıktığımızda, Enes bin Malik, Hasan-ı Basri’ye; Neden tekbir getirdin?diye sordu. O da sebebini ona açıkladı. Bunun üzerine Peygamber’in hizmetçisi Enes bin Malik şöyle dedi: “Bu Hadisi, Resulullah (s.a.a) üç, dört defa buyurmuştur.”[10]

 

Hz. Ali (a.s) Ve Bet’ul-Mal

Zazan şöyle naklediyor:

Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti döneminde Beyt’ul Mal’a ait bir çok mallar Kufe’ye geliyordu. Hz. Ali (a.s)’ın hizmetçisi Kanber, Beyt’ul-Mal’dan bir kaç altın ve gümüş kap İmam (a.s)’ın huzuruna getirip şöyle dedi:

“Bütün ganimetleri taksim ettin, ama onlardan kendin için hiçbir şey götürmedin! Bundan dolayı ben bu kabaları senin için zahire ettim.”

İmam Ali (a.s) bu sözü ondan duyunca kılıcını çekip şöyle buyurdu: “Vay haline! Evime ateş getirmek mi istiyorsun!”

Daha sonra İmam (a.s) o kapları parça-parça etti ve şehrin yöneticilerini çağırtıp halkın arasında adaletle bölmeleri için o bölünmüş kapları onlara verdi.[11]

 

Hz. Ali (a.s) Ve Öksüzler

Bir gün Hz. Ali (a.s), su kırbasını omzuna alıp giden bir kadını gördü. Ona acıdığından ileri gidip su kırbasını alıp onun evine götürdü. Sonra durumunun nasıl olduğunu sordu. Kadın şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talib, eşimi memuriyete gönderdi, o da o memuriyette öldürüldü, şimdi bir kaç yetim çocuk bana kalmıştır, onları geçindirmeye de gücüm yoktur. İhtiyaçtan dolayı halka hizmet etmek mecburiyetindeyim.

Hz. Ali (a.s) bu sözleri dinledikten sonra evine döndü ve o geceyi sabaha kadar rahatsız bir şekilde geçirdi. Sabahleyin, içi yiyecekle dolu olan bir sepet götürüp o kadının evine doğru hareket etti. Yolun yarısında bazıları Hz. Ali (a.s)’a; Sepeti verin biz götürelim diyorlardı. Ama Hz. Ali (a.s) onlara cevaben: “Kıyamet günü benim amellerimi kim omuzlanacaktır? diye buyuruyordu.

Nihayet o kadının evine yetişti, kapıyı çaldı.

Kadın – Kim o ?

Hz. Ali – “Dün sana yardım edip su kırbasını evinize getiren kimseyim, çocuklarına yiyecek getirmişim, kapıyı aç!”

Kadın kapıyı açıp şöyle dedi:

– Allah senden razı olsun, benimle Ali bin Ebu Talib arasında Allah hükmetsin.

Hz. Ali (a.s) içeri girip kadına şöyle dedi:

– “Ekmek mi yapıyorsun yoksa çocukları mı saklıyorsun?”

Kadın- Ben ekmeği daha güzel yaparım, sen çocukları sakla!

Kadın unu hamur yaptı, Hz. Ali (a.s) da kendisiyle birlikte getirdiği eti kebap yapıp hurmayla çocukların ağzına bırakıyordu. Sevgi ve şefkatle babacasına lokmayı çocukların ağzına bırakırken her defasında: “Evlatlarım! Eğer Ali sizin hakkınızda kusur etmişse onu helal edin” buyuruyordu.

Hamur hazır olunca Hz. Ali (a.s) tandırı yakıp yüzünü onun ateşine yaklaştırarak şöyle diyordu: “Ey Ali! Ateşin tadını (yakıcılığını) tat! İşte bu, öksüz çocuk ve dul kadınların durumundan habersiz olan kimsenin cezasıdır.”

Komşunun hanımı tesadüfen Hz. Ali’yi görüp tanıdı, işte bundan dolayı aceleyle ev sahibi kadının yanına gidip şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Bu şahıs, Müslümanların önderi ve bu ülkenin yöneticisi Ali bin Ebu Taliptir.”

Kadıncağız dediği sözlerden utanç duyduğu halde aceleyle Hazreti Ali’nin yanına gelip: “Ey Emir’el-Muminin! Senden utanç duyuyorum, beni affet” dedi.

Hz. Ali (a.s) da cevaben: “Senin ve çocuklarının hakkında kusur yaptığımdan dolayı ben senden utanç duyuyorum!” buyurdular.[12]

 

Ömer Hz. Ali’den Bahsediyor

Ebu Vail şöyle diyor:

Bir gün Ömer bin Hattap bana: “Yakına gel de Ali’nin şecaat ve yiğitliğini sana anlatayım dedi.” Yanına yaklaşınca şöyle dedi:

“Uhud savaşında kaçmamak için Peygamberle ahitleşmiştik; bizden kaçan sapık, bizden ölen ise şehit ve Peygamber de onun ailesinin sorumlusu ve himayecisi olacaktı. Savaş zamanı aniden, her biri yüz savaşçıya bedel olan yüz şecaatli komutan grup grup bize saldırdılar; öyle ki artık biz savaş gücünü kaybettik, perişan bir vaziyette savaş alanından kaçtık. Bu sırada Ali’yi gördüm, güçlü bir aslan gibi yerden biraz kum götürüp yüzümüze serpti ve şöyle dedi:

“Yüzünüz çirkin ve kara olsun! Nereye kaçıyorsunuz?”

Biz bu sözlerle savaş meydanına dönmedik, bu defa bize saldırdı, elindeki kılıçtan kan damlıyordu, şöyle feryat etti: “Siz biat edip biatinizi bozdunuz. Allah’a ant olsun ki, sizler öldürülmeye kafirlerden daha layıksınız.”

Ali’nin gözlerine baktım, sanki iki zeytin meşalesi gibi ateş ondan saçıyordu veya kanla dolu iki kâse gibi idi. Bize saldırdığı takdirde hepimizi öldüreceğine yakin ettim. Bundan dolayı ben herkesten daha önce ona doğru koşup şöyle dedim: “Ey Ebe’l Hasan! Allah aşkına! Allah aşkına! Araplar savaşta bazen kaçıyor, bazen de saldırıyorlar ve yeni saldırı kaçmanın hasarını telafi ediyor.”

Bu sözüm üzerine güya kendisini kontrol etti, yüzünü bizden çevirdi. O zamandan şimdiye kadar, Ali’nin o günkü heybetinden kalbime işleyen vahşeti asla unutmamışım![13]

 

Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’yı İstemesi

Zahhak bin Mezahim, Hz. Ali’den onun şöyle buyurduğunu naklediyor:

Ashaptan bazıları benim yanıma gelerek şöyle dediler:

Peygamber (s.a.a)’in huzuruna varıp Fatime hakkında O’nunla konuşsan ne olur?…

Ben Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gittim, beni gördüklerinde gülümseyip şöyle buyurdular: “Ya Ebe’l Hasan! Ne için gelmişsin? Ne istiyorsun?”

Ben akrabalığımızdan, ilk müslüman olmamdan ve onun yanındaki cihatlarımdan söz ettim.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Doğru söyledin, söylediğinden bile daha üstünsün.”

Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Fatime’nin bana eş olmasını kabul ediyor musunuz?” diye arz etim.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki:

“Ya Ali ! Senden önce de Fatime’yi istemeğe geldiler, mevzuyu Fatime’ye söylediğimde razı olmamak eseri yüzünden okunuyordu. Şimdi sen burada bekle, ben tekrar döneceğim.”

Resulullah (s.a.a) Fatime’nin yanına gittiğinde, Fatime (babasını görünce) hemen yerinden kalkıp Hazretin abasını omzundan almış, ayakkabısını çıkarmış, ayaklarını yıkaması için su getirmiş ve ayaklarını yıkadıktan sonra geçip kendi yerinde oturmuştur.

Sonra Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurmuş:

“Ali bin Ebu Talib öyle bir kimsedir ki, sen onun akrabalık, fazilet ve islamiyetinden iyice haberdarsın, ben de Allah’dan istemiştim ki, Allah katında en iyi ve sevimli birisiyle seni evlendirsin, şimdi o seni istemek için gelmiştir.”

Bu esnada Fatime susmuş ve yüzünü geri çevirmemiştir. Resulullah (s.a.a) Fatime’nin yüzünden herhangi bir rahatsızlık (razı olmamak eseri) hissetmediğini görünce yerinden kalkıp: “Allah-u Ekber ! Fatime’nin susması onun razı olduğunun nişanesidir” buyurdular.

Sonra Cebrail Resulullah’ın yanına gelip şöyle dedi: “Ey Muhammed! Fatime’yi Ali’yle nikahla! Allah Teala, Fatime’yi Ali için, Ali’yi de Fatime için beğenmiştir.”

İşte böylece Peygamber (s.a.a) Fatime’yi benimle evlendirdi. Sonra Resulullah (s.a.a) benim yanıma gelip elimi tutarak şöyle buyurdular: “Allah’ın adıyla kalk ve şöyle de: “Ala bereketin vema şaallah’u, la havle illa billahi tevekkeltu aleyhi”

(Bereket üzere, Allah’ın isteği üzerine, güçler ancak Allah iledir, Allah’a tevekkül ettim.) Sonra beni Fatime’nin yanına götürüp şöyle dediler: “Allah’ım! Bu ikisi, yaratıklarının benim yanımda en sevimli olanlarıdırlar, onları sev, evlatlarını çok bereketli et, kendi tarafından onlara bir muhafız kıl, ben onların her ikisini ve evlatlarını kovulmuş şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum.” [14]

 

Adalet Mazharı Ali (a.s)

Hz. Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra İmare’nin kızı “Sude”, Muaviye’nin kendilerine tayin etmiş olduğu zalim bir validen şikayet etmek için onun yanına gitti.

Sude, Siffin savaşında Hz. Ali (a.s)’ın ordusuyla birlikte idi ve halkı Muaviye’nin ordusu aleyhine kışkırtıyordu.

Muaviye onun kim olduğunu öğrenince onun şikayetini dinlemedi ve onu kınayarak şöyle dedi:

“Sıffin savaşında Ali’nin ordusunu aleyhimize kışkırtmış olduğunu unutmuş musun?” Nihayet şöyle dedi: “İsteğin nedir?”

Sude cevaben şöyle dedi:

“Allah-u Teala, bizim işimiz ve sana farz kıldığı hakkımız hakkında seni sorgulayacaktır. Sürekli senden taraf bazı kimseler (vali olarak) bize geliyor, senin onlara vermiş olduğun saltanat gücüyle bizlere baskı ve zulüm yapıyor, buğday sümbülü gibi bizi biçiyor, üzerlik gibi bizi çiğniyor, bizi hor-hakir ediyor ve ölümü bize tattırıyor. İşte bu “Buşr b. Ertat” sizden taraf gelerek erkeklerimizi öldürdü, mallarımızı yağmaladı. Eğer senin itaatini gözetmeseydik, ona karşı çıkabilirdik, zulmünün önünü alabilirdik. Onu azledersen teşekkür ederiz, aksi takdirde size karşı düşman kesiliriz. Muaviye onun bu sözlerine karşı şöyle dedi:

“Ey Sûde, beni kavminle mi tehdit ediyorsun? Seni serkeş deveye bindirterek Buşr b. Ertat’ın yanına döndürmeği ve senin hakkında onun hüküm vermesini karar aldım!”

Sûde, (Muaviye’nin bu tavrına karşı) başını önüne eğip biraz düşündükten sonra şu iki beyt şiiri okudu:

“Allah rahmet etsin o ruha ki, kabrin onu kuşatmasıyla adalet de onunla defnedildi.

O, hakkın dışında bir şey aramayacağına dair onunla ahitleşmişti; derken hakla iman (onun imanıyla hak) birleşmiş oluverdi.”

Muaviye: “Ey Sude! Bu sözden kimi kastediyorsun? diye sorduğunda, Sude cevaben şöyle dedi:

“Allah’a andolsun ki, o şahıs Emir’ul-Müminin Ali b. Ebi Talib’dir. Onun hükümeti döneminde memurlardan biri sadaka toplamak için bizim bölgeye geldi. Bize zulmedince onu şikayet etmek için Hz. Ali’nin yanına gittim. Onun yanına vardığımda o namaz kılmak için ayağa kalkmıştı. Beni görünce namazdan vazgeçip şefkat ve merhametle benim yanıma gelerek: “Bir işin mi vardır?” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. Sonra memurun bize yaptığı zulmü ona anlattım. Sözlerimi duyunca ağladı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah’ım, sen şahitsin ki ben onlara, yaratıklarına zulüm yapmaları için emretmedim.”

Sonra bir deri çıkararak şöyle yazdı:

“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Rabbinizden taraf size bir delil ve burhan (Kur’an) gelmiştir. O halde muamelelerde ölçü ve terazileri doğru ve tam tutun; halkın eşyalarından bir şey azaltmayın, onları eksik ölçmeyin; yeryüzünde onu ıslah ettikten sonra bozgunculuk yapmayın; inanmış iseniz bu sizin için daha hayırladır. Mektubumu okuduğunda, emrimiz doğrultusunda toplamış olduğun malları, onları senden alacak birisi yanına gelene dek koru. Vesselam.”

Sonra o mektubu, o şahısa ulaştırmam için bana verdi. Ben de o mektubu sahibine ulaştırdım. Derken o memur, mezkur mektupla azledilmiş olduğu halde bizden uzaklaşmış oldu.”

Muaviye bu sözleri duyunca şöyle dedi: “Bu kadına, istediği şekilde bir mektup yazın ve onu bir şikayeti olmaksızın razı olduğu halde kendi şehrine geri döndürün.”[15]

 

Ahiret Düşüncesinde

Suveyd b. Ğafle şöyle diyor:

Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti için halktan biat alındıktan sonra, bir gün O’nun huzuruna vardım. Huzuruna vardığımda O’nun küçük bir hasır üzerinde oturmuş olduğunu gördüm. O’nun oturduğu odada o hasırdan başka bir şey yoktu.

Bu durumu görünce şöyle dedim:

“Ya Emir’el-Muminin! Beyt’ul-Mal sizin yetkinizde olduğu halde, odanızda hasırdan başka ihtiyaç duyulan diğer bir şey görmüyorum!”

Emir’ul-Müminin Ali (a.s) cevaben buyurdular ki:

“Ey Ğafle! Akıllı bir kimse, kendisinden başka bir yere göçüp gideceği bir evde ev eşyası toplamaz. Bizim, varacağımız huzurlu ve emniyetli bir ev önümüzde vardır; en iyi eşyalarımızı oraya gönderiyoruz. Biz yakında oraya göç edeceğiz.”[16]

 

Kardeşinin Kalbi Bizimle Miydi?

Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti döneminde vuku bulan ilk savaş, Cemel savaşı idi. Hz. Ali (a.s)’ın ordusu bu savaşta galip olmasıyla savaş sona erdi. Hz. Ali (a.s)’ın ashabından olup savaşa katılmış olanlardan biri şöyle dedi:

“Keşke kardeşim burada olsaydı da, Allah Teala’nın sizi düşmana nasıl galip ettiğini görseydi; o da hoşnut olarak ecir ve mükafata erişmiş olurdu.

İmam (a.s) o sahabeye: “Kardeşinin kalp ve fikri bizimle miydi?”

Sahabe: “Evet.”

İmam (a.s): “Öyleyse o da bu savaşta bizimle beraber olmuştur. Sadece o değil, babalarının sulbünde ve annelerinin rahimlerinde olanlar bile, bizimle aynı fikir ve akide üzere olurlarsa, onlar da bizle bu savaşta hazır olmuşlardır; onlar yakında dünyaya ayak basacaklar ve din onların vesilesiyle güçlenecektir.”[17]

 

İki Rekat İhlaslı Namaz

Resulullah (s.a.a) için iki iri deve getirdiklerinde Hazret ashabına şöyle buyurdu:

İçinizde dünya hakkında düşünmeksizin iki rekat namaz kılacak birisi var mıdır? Kim kılarsa ona bu iki deveden birini vereceğim.”

Resulullah (s.a.a) bu sözünü birkaç kez tekrarladı. Ashaptan hiç kimse cevap vermeyince Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s) ayağa kalkarak: “Ya Resulellah! Ben buyurduğunuz şekilde iki rekat namaz kılmaya hazırım” dedi.

Resulullah (s.a.a): “Çok iyi, kıl” diye buyurdu.

Emir’ul-Müminin Ali (a.s) namaza başladı. Namazın selamını verdiğinde Cebrail yeryüzüne inerek şöyle dedi: Allah-u Teala buyuruyor ki: Bu develerden birini Ali’ye ver.”

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

“Ben, namaz kılarken dünya işleriyle ilgili herhangi bir şeyi düşünmemeyi şart koşmuştum. Oysa Ali teşehhüt okurken: “Develerden hangisini alayım” diye düşündü.”

Cebrail: “Allah-u Teala buyuruyor ki: Ali’nin hedefi, semiz olan deveyi alıp onu keserek fakirlere vermekti, bundan dolayı düşüncesi Allah içindi, kendisi veya dünya için değildi” dedi.

Bu esnada Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’ye teşekkür ve onu takdir etmek için her iki deveyi ona verdi.

Allah-u Teala da bir ayetin zımnında Hz. Ali’yi takdir etmek için şöyle buyurdu:

“İnne fî zalike lezikra limen kane lehu kalbun ev elka’s-sem’a ve huve şehid.”

“Hiç şüphesiz bunda, kalbi olan ya da bir şahit olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.”[18]

Sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Kim iki rekat namaz kılar da dünya işleri hakkında bir şey düşünmemiş olursa, Allah-u Teala ondan razı olup günahlarını affeder.”[19]

 

Ramazan Ayında Şarap

Şair olan Neccaşi Hz. Ali (a.s)’ın taraftarlarından biridir ve söylediği coşkulu şiirlerle Hz. Ali (a.s)’ın ordusunu Muaviye’nin aleyhine tahrik ediyordu. Defalarca Hz. Ali (a.s)’ın ordusunda düşmana karşı savaştı. Ama bu şahıs bir kez şeytanın vesvesesine uyarak Ramazan ayında şarap içti. Halk Onun şarap içtiğini görünce onu yakalayıp Hz. Ali (a.s)’ın yanına getirdiler ve onun şarap içtiğini ispatladılar.

Hz. Ali (a.s) onun şarap içmiş olduğuna kanaat edince kendisi ona seksen kırbaç vurdu ve bir gece de hapse attı. Sonraki gün Neccaşi’nin getirilmesini emretti. Getirdiklerinde ona yirmi kırbaç daha vurdu.

Neccaşi iki kez kırbaçlandığını görünce şöyle dedi:

“Ya Emir’el-Muminin! Bu yirmi kırbaç ne içindi?”

Hz. Ali (a.s) cevaben: “Bu yirmi kırbaç, Ramazan ayının ihtiramını gözetmediğin ve bu ayda şarap içmeye cesaret ettiğin içindi.”[20]

 

İslam’da Sade Yaşayış

Kadı Şureyh[21] şöyle diyor:

Seksen dinara bir ev alarak kendi adıma yazdırdım ve buna dair şahitler tuttum.

Bunun haberi Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’a ulaşınca beni çağırtarak şöyle buyurdu:

“Ey Şureyh! Seksen dinara bir ev almış ve bir mektup yazarak da buna dair tanıklar mı tutmuşsun?!”

Ben: “Evet, doğrudur” dedim.

Hz. Ali (a.s), bana sert bir şekilde bakarak şöyle buyurdular:

“Ey Şureyh! Allah’tan kork. Yakın bir zamanda Azrail sana doğru gelecektir, ne yazına (senedine) bakacak ve ne de şahitlerinden soru soracak ama seni o evden çıkarıp kabrine teslim edecektir.

Ey Şureyh! Çok iyi düşün! Sakın bu evi başkasının malıyla almayasın ve onun değerini helal olmayan maldan vermiş olmayasın! Bu durumda dünya ve ahirette zarara uğrayanlardan olursun.”

Daha sonra şöyle buyurdular:

“Ey Şureyh! Bil ki, eğer evi aldığında benim yanıma gelmiş olsaydın, senin için bu senede öyle bir yazı yazardım ki, bu evi bir dirheme ve bir dirhemden daha aza bile almaya rağbet etmezdin. Ben şöyle bir senet yazardım:

“Bu ev, zelil bir kulun, ahiret yurduna göçmeye hazır olan ölü bir şahıstan aldığı bir evdir; öyle bir ev ki, aldatıcı evlerdendir; fani ve helak olacakların toprağındandır. Bu evin dört sınırı vardır: Birinci sınır, âfet ve belalara ulaşır; ikinci sınır, musibet ve ölümlere yetişir; üçüncü sınır, helak edici heva ve heveslere dayanır; dördüncü sınır ise, aldatıcı şeytana varır; işte bu ev, dördüncü sınıra açılmaktadır.

Bu evi, arzularla aldanmış bir şahıs, kanaat izzetinden çıkarak dünyaya tapma zilletine düşmek değeriyle, kısa bir süreden sonra ölecek bir kimseden almıştır…”[22]

Evet, zahit ve basiretli insanların dünya malına bakışları işte böyledir.

 

Neden Dualarımız Kabul Olmuyor

Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s) bir Cuma günü Kufe’de çok güzel bir konuşma yaptı. Konuşmasının sonunda şöyle buyurdular:

“Ey millet! Şu yedi büyük musibetten Allah’a sığınmamız gerekir:

1-Alimin sürçmesinden.

2-Abidin ibadetten usanmasından.

3-Müminin muhtaç olmasından.

4-Eminin hıyanet etmesinden.

5-Zenginin fakir olmasından.

6-Azizin zelil bir duruma düşmesinden.

7-Fakirin hasta olmasından.”

Bu esnada bir adam ayağa kalkarak şöyle dedi: “Doğru buyurdunuz ey Emir’ul-Muminin! Biz saptığımızda sen kıblemizsin, karanlıkta kaldığımızda sen nursun. Allah Teala’nın: “Ud’unî estecib lekum” (Bana dua edin size icabet edeyim)[23] diye buyurmuş olduğu sözü hakkında senden soru sormak istiyorum. Allah-u Teala’nın böyle buyurmasına rağmen neden duamız kabul olmuyor?”

Hz. Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular:

“Dualarınızın kabul olmamasının sebebi, kalplerinizin sekiz şey hususunda hiyanet etmesinden dolayıdır:

Birincisi: Siz Allah’ı tanıdınız fakat size farz kıldığı şekilde hakkını eda etmediniz. Bu yüzden bu tanıyış size bir şeyi kazandırmadı.

İkincisi: Siz Allah’ın Peygamberine iman ettiniz ama onun sünnetine karşı çıktınız ve şeriatini öldürdünüz. O halde imanınızın neticesi nerede kaldı! (Yok olup gitti.)

Üçüncüsü: Allah’ın size nazil etmiş olduğu kitabı (Kur’an’ı) okudunuz fakat onunla amel etmediniz; Kur’an’ı canı gönülden kabul ettik ve ona uyacağız dediniz ama ona muhalefet ettiniz.

Dördüncüsü: Biz cehennem ateşinden korkuyoruz dediniz, o halde korkunuz nerede kaldı?!

Beşincisi: Cennete rağbet etmekteyiz, dediniz. Ama her an sizi ondan uzaklaştırmakta olan şeyleri yapıyorsunuz; o halde cennete olan rağbet ve iştiyakınız nerede kaldı?!

Altıncısı: Siz Allah’ın nimetini yediniz. Ama o nimete karşı Allah’a şükür etmediniz.

Yedincisi: Allah-u Teala sizi şeytanla düşman olmaya emretti ve buyurdu ki: “Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır; o halde ona düşman kesilin.” Ama siz dilde onunla düşmanlık ettiniz, amelde ise muhalefet etmeksizin onu dost edindiniz (ona uydunuz).

Sekizincisi: Siz halkın kusurlarını gözlerinizin önüne diktiniz. Ama kendi ayıplarınızı attınız (onları görmezlikten geldiniz) ve kınanmaya kendisinden daha layık olduğunuz kimseyi kınamaya kalkıştınız. Bununla birlikte hangi dua sizin için kabul olabilir! Oysa siz duanın kapı ve yollarını kapadınız. O halde Allah’tan korkun, amellerinizi düzeltin, biatinizi halis edin, iyiliğe emredin, kötülükten sakındırın. Bunları yaptığınız takdirde Allah-u Teala duanızı kabul eder.”[24]

 

Hz. Ali’ye Duyulan Sevgi

Zenci birisi Hz. Ali (a.s)’ın huzuruna gelerek şöyle dedi: “Ya Emir’el-Muminin! Ben hırsızlık yaptım, beni günahtan arındır (bana had uygula)!”

Hz. Ali (a.s): “Şayet koru olmayan yerden hırsızlık yapmışsın” buyurarak yüzünü ondan çevirdi.

Zenci: “Ya Emir’el-Muminin! Koruk olan yerden hırsızlık yaptım, had (şer’i ceza) uygulayarak beni arındır!”

Hz. Ali (a.s): “Şayet (şer’i cezayı gerektiren) nisap miktarınca hırsızlık yapmamışsın” buyurarak tekrar yüzünü ondan çevirdi.

Zenci adam: “Ya Emir’el-Muminin! Nisap miktarınca hırsızlık yaptım!”

Zenci adam üç kez ikrar ve itiraf edince Hz. Ali (a.s) onun (sağ elinin dört) parmağını kesti. Hz. Ali (a.s)’ın yanından ayrılıp parmakları kesik olduğu halde evine döndüğünde, ağır bir darbe almasına rağmen yol boyunca yüksek bir sesle şöyle diyordu:

“Ey millet! Elimi, müminlerin emiri, muttakilerin imamı, secde azaları nurlu olanların komutanı, dinin lideri ve vasilerin efendisi olan Hz. Ali (Allah’ın emrine göre) kesti…”

Bu sözleriyle Hz. Ali (a.s)’ı durmadan methediyordu. İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) onun bu sözlerini duyunca ona doğru giderek onu karşıladılar. Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın yanına gelerek: “Eli kesilmiş olan Zenci birisinin yolda seni methettiğini gördük” dediler. Hz. Ali (a.s) eli kesilmiş olan zenciyi getirdiklerinde ona hitaben: “Elini kesmiş olduğum halde beni mi methediyorsun?” diye buyurdu.

Zenci adam cevaben şöyle dedi: “Ya Emir’el-Muminin! Sen beni günahtan arındırdın; şüphesiz senin sevgin benim et ve kemiğime işlemiştir; eğer sen beni doğram doğram etsen de senin sevgin benim kalbimden çıkmaz.”

Hz. Ali (a.s) onun hakkında dua etti, sonra kesilen parmaklarını kendi yerine bıraktı; derken parmakları eskisi gibi düzelip sağ-salim oldu.”[25]

 

Müminlerin Ruhlarının Toplandığı Yer

Esbeğ b. Nebate şöyle diyor:

Bir gün Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s) Kufe’den çıkıp Ğariyyeyn’e (Kufe’nin dışında iki kutsal mekana) geldi ve oradan geçtiğinde biz ona ulaştık. Onun, altında bir şey olmaksızın sırt üstü toprak üzerinde uzanmış olduğunu gördük.

Kanber Hz. Ali (a.s)’ın toprak üzerinde yatmış olduğunu görünce şöyle dedi: “Ya Emir’el-Müminin! Abamı altınıza sermeme müsaade eder misiniz?”

Hz. Ali (a.s): “Hayır! Burası müminlerin makanıdır, (bu iş) onların meclislerinde rahatsızlıklarına sebep olmaktır” buyurdu.

Esbağ diyor; arzettim ki: “Ey Emir’el-Muminin! Müminlerin türbesinin ne olduğunu biliyoruz; o ya olup veya olacaktır; ama ‘onların meclislerinde rahatsızlıklarına sebep olmaktadır’ ne demektir!”

Hz. Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdu:

“Ey İbn-i Nebate (Nebate’nin oğlu)! Perde gözlerinin önünden kalkmış olursa, müminlerin ruhlarının burada halkalar halinde birbirlerini ziyaret etmelerini ve birbirleriyle konuşmalarını görmüş olursun. İşte burası müminlerim ruhlarının bulunduğu yerdir.”[26]

 

Bal Kabı Olayı

Hz. Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra kardeşi Akil Muaviye’nin sarayına uğradı. Muaviye Akil’den, kızartılmış demir olayını sordu. Akil kardeşi Ali (a.s)’ı hatırlayınca ağlayarak şöyle dedi:

Ey Muaviye! İlk önce kardeşim Ali hakkında diğer bir şey söyleyeceğim, daha sonra sorunun cevabını vereceğim.

Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın oğlu Hüseyin’e bir misafir geldi. Hüseyin (a.s) onu ağırlamak için bir dirhem borç ederek onunla bir ekmek aldı. Ekmekle yenilecek bir katık olmadığından dolayı hizmetçileri Kanber’e, Yemen’den getirilmiş olan bal tulumlarından birini getirip açmasını istedi. Hüseyin (a.s) bir rıtl (ölçek/litre) bal ondan götürdü.

Hz. Ali (a.s) (Müslümanların arasında) onu bölmek istediğinde, tulumun ağzının açıldığından şüphelendiğinden dolayı şöyle buyurdu:

“Ey Kanber! Galiba bu tulumun ağzı açılmış ve bir şeyler yapılmıştır!

Kanber cevaben: “Evet, doğrudur” diyerek olayı ona anlattı. Hz. Ali (a.s) çok sinirlendiğinden: “Hüseyni bana getirin” diye emretti. Hüseyin (a.s)’ı getirdiklerinde kırbacı kaldırıp ona vurmak istediğinde Hüseyin (a.s): “Amcam Cafer’in hakkı hürmetine beni affet” dedi. Hz. Ali’yi kardeşi Caferi Tayyar’ın hakkına ant verdiklerinde öfkesi yatışıyordu. Hz. Ali (a.s) bu sözü duyunca onu vurmaktan vazgeçerek şöyle buyurdu:

“Neden bal müslümanların arasında bölünmeden ona el vurdun?”

Hüseyin (a.s) cevaben: “Babacığım! Bizim onda bir hakkımız vardır, ben ödünç olarak ondan bir miktar götürdüm, bizim payımızı verdiğinizde borcumu ödeyeceğim” dedi.

Hz. Ali (a.s) buyurdular ki:

“Baban sana feda olsun, senin onda hakkın olsa da müslümanlar kendi hakkından yararlanmadıkça (onların hakkı verilmedikçe) senin ondan yararlanmaya hakkın yoktur.”

Sonra buyurdular ki:

“Eğer Resulullah’ın senin ön dişlerinden öptüğünü görmüş olmasaydım, bu işinden dolayı canını incitirdim.”

Daha sonra Kanber’e bir dirhem vererek ona: “Bununla edebildiğin kadar en iyi bal al onun yerine bırak” diye emretti.

Akil diyor ki:

Hz. Ali (a.s)’ın tulumun ağzını açarak Kanber’in alınan balı ona döktüğünü ve Hazretin onun ağzını eliyle kıvırarak bağladığını görür gibiyim! Hz. Ali (a.s) ağladığı halde şöyle diyordu:

“Allah’ım! Hüseyin’i bağışla; zira o farkına varmamıştır.”[27]

Muaviye bu sözleri dinledikten sonra şöyle dedi:

“Öyle bir kimsenin faziletinden söz ettin ki, kimse onun faziletini inkar etmemektedir. Allah rahmet etsin Ebu’l- Hasan’a, şüphesiz o, kendisinden öncekilerden (fazilet açısından) öne geçmiştir ve kendisinden sonra gelecekleri de aciz bırakmıştır. Şimdi kızartılmış demir hikayesini bize anlat…”[28]

 

Kızartılmış Demir Hikayesi

Akil, bal macerasını naklettikten sonra şöyle dedi:

Evet ey Muaviye! Ben şiddetli bir mali sıkıntıya duçar oldum. Durumum çok kötü oldu. Kardeşim Ali’nin huzuruna giderek ondan yardım dildim. Ama o önem vermedi.

Eve dönüp çocuklarımı toplayarak, açlık ve yoksulluk eseri yüzlerinden okunduğu bir halde onları O’nun yanına götürdüm. Buyurdu ki: “Akşam yanıma gel de sana bir şey vereyim.”

Akşam olunca çocuklardan birisi elimden tutarak beni kardeşim Ali’nin yanına götürdü. Ali beni götüren çocuğun bir kenara gitmesini emretti. Sonra şöyle buyurdu: “Yakına gel de bir şey vereyim!”

Ben çok sıkıntılı ve ihtiraslı olduğumdan dolayı bana bir kese para vereceğini zannettim. Fakat elimi uzatıp onu almak istediğimde, elim, ateş saçan bir demire dokundu. Hemen onu atıp ve kasabın eli altında böğüren bir boğa gibi ses çıkardım. Ali benim bu durumumu görünce şöyle dedi:

“Akil! Annen mateminde ağlasın! Sen dünya ateşinde kızartılan bir demirin hararetinden böyle bağırıyorsun. Eğer kıyamet günü benimle sen, ateşten olan zincirlerle bağlanmış olursak o zaman ne yaparız?”

Sonra şu ayeti okudular: “Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde, sıcak suya sürüklenecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır.”[29]

Daha sonra şöyle buyurdu: “Akil! Allah’ın, Beyt’ul-Mal’dan senin için belirlediği haktan fazla, benim yanımda kızartılmış demir dışında bir şey yoktur. O halde evine dön.”

Muaviye bu hikayeyi duyunca şaşkınlığından şöyle dedi: “Kadınlar, Ali gibi birisini asla doğuramayacaklar!”[30]

 

Hz. Ali (a.s)’ın Allah Korkusundan Ağlaması

Hz. Ali (a.s)’ın ashabından olan “Hibbe İrnî” isminde birisi şöyle diyor:

Bir gece “Nevf” ile birlikte Kufe’nin Dar’ul-İmaresinin (hükümet konağının) bahçesinde yatmıştık. Gecenin son zamanlarında Hz. Ali (a.s)’ın Dar’ul-İmare’den yavaşça dışarı çıktığını, aşırı bir korkunun kendisini sardığını, dengesini koruyamadığını ve elini duvara koyarak şaşkınlık ve hayranlık içinde olanlar gibi göğe doğru bakıp şu ayeti okuduğunu gördük:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken, (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”

“Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsva etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.”

“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, “Rabbinize inanın” diye imana çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz.”[31]

Hibbe İrnî şöyle devam ediyor: Hz. Ali (a.s) sürekli bu ayetleri okuyordu. Bu azametli güzelliklere ve bu azametli güzelliklerin yaratıcısına öyle gönül vermişti ki ve kendisinden öyle geçmişti ki adeta aklını yitirmişti.

Hibbe ve Nevf yattıkları yerden bu ilginç manzarayı seyrediyorlardı. Nihayet Hz. Ali (a.s) yavaş yavaş Hibbe’nin yattığı yere yaklaşarak şöyle buyurdu: “Hibbe! Uyumuş musun, uyanık mısın?”

Hibbe cevabında: Uyanığım; ya Emir’el-Müminin, siz onca aydın geçmişinize ve onca züht, takva ve eşsiz ibadetinize rağmen Allah’tan böyle korkuyorsunuz, o halde vay bizim halimize, biz zavallılar ne yapmalıyız!

Hz. Ali (a.s) gözlerini aşağı dikerek ağladı. Sonra şöyle buyurdu: “Ey Hibbe! Hepimiz bir gün Allah’ın karşısında duracağız, amellerimizden hiçbiri O’na gizli değildir. Ey Hibbe! Allah-u Teâla bana ve sana boynun şah damarından daha yakındır; hiçbir şey bizimle Allah arasında engel olamaz.”

Sonra Nevf’e dönerek şöyle buyurdu: “Ey Nevf! uykuda mısın?”

Nevf: “Hayır, uyanığım. Ya Emir’el-Müminin! Sizin hayret verici durumunuz, bu gece biraz gözyaşı dökmeme sebep oldu.”

İmam (a.s): “Ey Nevf! Eğer bu gece Allah’ın korkusundan çok ağlarsan, yarın Allah’ın karşısında gözlerin aydın olur. Ey Nevf! Allah korkusundan kimin gözünden bir damla yaş akarsa, bu göz yaşı ateşten olan denizleri söndürür…”

Emir’ul-Müminin (a.s), Hibbe ve Nevf’e ettiği nasihatlerin sonunda ise şöyle buyurdu: “Ben size, her an Allah’tan korkunuz diyorum.”

Daha sonra o ikisinin yanından geçti ve yürekleri yakarcasına şöyle diyordu:

“Ey Rabbim! Keşke bir bilseydim; acaba senden gafil olduğumda benden yüz mü çeviriyorsun yoksa yine bana teveccüh mü ediyorsun? Keşke bir bilseydim; bu uzun uykumla ve nimetlerinin şükründe kusur etmemle halim senin nezdinde nasıldır?”

Hibbe diyor ki: “Allah’a andolsun ki, Hz. Ali (a.s) şafak atana kadar bu halde Allah’a yalvarıp yakarıyordu.”[32]

 

Hz. Ali (a.s) Haris-İ Hemdani’nin Yanıbaşında

Haris-i Hemdani İmam Ali (a.s)’ın dostlarından biri idi ve İmam (a.s)’ın yanında özel bir makamı vardı. Haris hastalanınca, Hz. Ali (a.s) onun ziyaretine gitti. Hal hatır sorduktan sonra şöyle buyurdu:

“Ey Haris! Sena müjde veriyorum ki, ölüm anında, sırat köprüsünden geçtiğinde, Kevser havuzunun kenarında ve mukaseme (taksim) zamanı beni görecek ve tanıyacaksın.”

Haris: “Mukaseme nedir?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Mukaseme (taksim etme) ateşle olacaktır. Kıyamet günü cehennem ateşiyle halkı taksim edeceğim. Ateşe diyeceğim ki: Ey ateş! Bu adam benim dostumdur onu bırak ve bu şahıs ise benim düşmanımdır onu yakala!”

Sonra Hz. Ali (a.s) Haris’in elinden tutarak şöyle buyurdu: “Ey Haris! Ben senin elinden tuttuğum gibi Peygamber (s.a.a) de benim elimden tuttu. O esnada ben Kureyş ve münafıkların haset ve kıskançlığından O Hazrete şikayet ettim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Kıyamet günü olduğunda ben Allah’ın sağlam ipinden tutacağım, sen de beni tutacaksın ve şialar da senin eteğinden tutacaklardır…”

Hz. Ali (a.s) sonra üç defa şöyle buyurdu: “Ey Haris! Sen sevdiğin kimseyle ve yapmış olduğun amelle birlikte olacaksın.”

Bu esnada Haris yerinden kalkıp, aşırı sevincinden cübbesini yerde çekerek şöyle diyordu: “Bundan sonra artık ölüme doğru mu gidiyorum, yoksa ölüm mü bana doğru geliyor bu hususta hiçbir korkum yok.”

Bu hadisi, Ehl-i Beyt şairi (Seyyid Himyeri), bir şiire dökerek şöyle demiştir:

Ey Hemdani! Kim ölürse beni karşısında görecektir,

Ölen ister mümin olsun ister münafık.

Onun gözleri beni tanıyor, ben de onu tanıyorum,

Sıfatıyla, ismiyle ve ameliyle.

Sen Sırat köprüsünde beni tanıyacaksın,

O halde kayma ve sürçmeden korkma.

Ben o yakıcı susuzlukta sana soğuk su içireceğim,

Onun tatlı bir bal olduğunu sanacaksın.

Sorgu için seni durdurduklarında ateşe diyeceğim ki;

Onu bırak, ona yaklaşma; zira bu şahsın,

Velayet ipiyle bağlı bir ipi vardır.[33]

 

Kepekli Ekmek

Suveyde b. Gafle şöyle diyor:

Bir gün öğleden sonra Hz. Ali (a.s)’ın yanına uğradım. Hz. Ali’nin, sofranın kenarında oturduğunu ve sütü ekşimiş bir kapla kepekli bir ekmeğin de o sofrada bulunduğunu gördüm. Hz. Ali (a.s) bazen eliyle ve bazen de diziyle o ekmeği kırıyor ve ekşimiş sütle onu yiyordu. Hz. Ali (a.s) bana: “Sen de gel ye” diye buyurdu. Cevabında: “Ben niyetliyim” dedim.

Buyurdular ki: Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum: “Kim oruç tuttuğu için canı istediği yemekten sakınır da ondan yemezse, ona cennet yemeklerinden yedirmek ve cennet içeceklerinden içirmek Allah’a hakkolur.”

Suveyde sözünün devamında şöyle diyor: İmam (a.s)’ın biraz ötesinde duran hizmetçisi Fizze’nin yanına giderek ona dedim ki: Vay senin haline! Neden bu yaşlı adam hakkında Allah’tan korkmuyor, O’nun halini gözetmiyor ve O’na kepekli ekmek veriyorsun?!”

Fizze cevabımda şöyle dedi: “Suveyde, bizim suçumuz değildir. İmam (a.s)’ın kendisi, ekmeğinin elenmemiş undan yapılmasını emretmiştir.”

Suveyde Hz. Ali (a.s)’ın yanına dönerek Fizze’nin vermiş olduğu cevabı İmam (a.s)’a söyledi.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Anam ve babam İslam Peygamberine Feda olsun! O’nun ekmeği, elenmemiş undan idi. Bu dünyadan göçene dek, üç gün ardı ardınca buğday ekmeğinden doyasıya ekmek yememiştir.”[34]

Hz. Ali (a.s)’ın, yemek yemesinde de Resulullah (s.a.a)’i örnek aldığı bu kıssadan da anlaşılmaktadır.

 

Hizmetçiyi Kendisine Tercih Etmek

Hz. Ali (a.s) hizmetçisi Kamber’le birlikte gömlek almak için Kufe pazarına gitti. Pazarda elbise satan birisine: “İki gömlek ihtiyaçtır” buyurdu.

Elbise satan adam İmam (a.s)’ı tanıyınca: “Ya Emir’el-Müminin! Ne çeşit gömlek istesen vardır” dedi.

İmam (a.s), o şahsın kendisini tanıdığını anlayınca, onun dükkanından geçip alış verişle meşgul olan diğer bir elbise satıcısının yanına gitti. Ondan, biri üç diğeri ise iki dirhem olan iki gömlek aldı. Sonra Kanber’e: “Üç dirhemlik gömleği sen giy” buyurdu. Kanber: “Efendim, Üç dirhemlik elbise size yakışır. Zira siz, halka konuşmak için minbere çıkıyor ve onlara vaaz ediyorsun; değerli elbisenin hatibin üzerinde olması daha uygundur” dedi.

Hz. Ali (a.s): “Kanber! Sen gençsin, gençlik de süslü olmayı ister. Ayriyeten ben Rabbimden, elbise hususunda kendimi sana tercih etmekten hâyâ ediyorum. Zira Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum: “Giydiğiniz şeylerden onlara (hizmetçilere) giydirin ve yediğiniz şeylerden onlara yedirin.”

Hz. Ali (a.s) gömleği giyince, gömleğin kolunun elinden uzun olduğunu gördü. Bundan dolayı onun fazla olan miktarını kesip ondan muhtaçlar için takke yapmalarını emretti.

Bu esnada gömleği satan genç: “Müsaade edin gömleğin kesilen yenini dikeyim” dedi.

İmam (a.s): “Bırak öyle kalsın. Zira ömrün geçmesi, elbiseyi süslemekten daha hızlıdır” buyurdu.

Hz. Ali (a.s) parayı vererek oradan ayrıldı. Biraz uşaklaştığında dükkanın asıl sahibi geldi. Oğlunun gömlekleri pahalı sattığını anlayınca, Hazretin yanına gidip özür dileyerek şöyle dedi: “Ya Emir’el-Müminin! Oğlum sizi tanımamış, bundan dolayı gömlekleri size pahalı satmıştır; fazla olan iki dirhemi geri almanızı rica ediyorum.”

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Ben ve oğlun, gömleklerin fiyat hususunda yeteri kadar konuştuk, pazarlık yaptık ve her ikimiz de razı olduk. Binaenaleyh muamele her iki tarafın rızayetiyle gerçekleşmiştir. Ben iki dirhemi geri almayı kesinlikle kabul etmeyeceğim.”[35]

 

Takvasız Kur’an Okuyanın Akıbeti

Gecelerin birinde Emir’ul-Muminin Ali (a.s) Kufe mescidinden kendi evine doğru hareket ediyordu. İmam (a.s)’ın özel ashabından olan Kumeyl b. Ziyad da O Hazretle birlikte idi. Yolları üzerinde olan bir evin kenarından geçerken ev sahibinin yüksek ve güzel bir sesle şu ayeti okuduğunu gördüler: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resulüm) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür?”[36]

Kumeyl bu adamın Kur’an okumasından çok hoşlandı ve kalbinde ona aferin dedi Hz. Ali (a.s) Kumeyl’in bu durumunu farkedince şöyle buyurdu:

“Ey Kumeyl! Onun güzel sesle Kur’an okuması seni aldatmasın. Çünkü o cehennem ehlidir. (Nice Kur’an okuyanlar vardır ki Kur’an onlara lanet etmektedir.) Yakın bir zamanda söylediğim şey senin için aşikar olacaktır.”

Kumeyl İmam (a.s)’ın bu sözünden şaşkınlığa uğradı. Şöyle ki İmam (a.s) onun fikir ve düşüncesini okudu ve söz konusu şahısın o manevi haliyle cehennem ehlinden olduğunu buyurdu.

Bir müddet geçtikten sonra Havariç olayı ortaya çıktı. Bunlar, İmam Ali (a.s) karşısında durarak O’nunla savaşmaya kalkıştılar. İmam Ali (a.s) da, Hafız’ul-Kur’an olmalarına rağmen onlarla savaştı. Savaş sona erdikten sonra o azgınların başları yere serilmişti. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Kumeyl’e dönerek, kılıcının kanı kurumamışken o başlardan birine işaret ederek şöyle buyurdu: “Ey Kumeyl! Bu baş, o gece Kur’an okuyan kimsenin başıdır; sen o gece onun hakkındaki sözümden şaşırmıştın!”

Kumeyl İmam (a.s)’ın başından öperek mağfiret diledi.[37]

 

Fakirlerin Haysiyetini Korumak Ve Onların Kalbini Elde Etmek

Bir adam Hz. Ali (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi:

“Ya Emir’el-Müminin! Benim bir hâcetim vardır.”

İmam (a.s) şöyle buyurdu: Hâcetini (isteğini) yerin üzerine yaz! Zira ben, senin sıkıntını yüzünden okuyorum (dilinle söylemene gerek yoktur).”

Fakir adam yerin üzerine şöyle yazdı: “Ben fakir ve muhtacım.”

Hz. Ali (a.s) Kanber’e: “Ona iki değerli elbise ver” diye emretti.

Fakir adam onları aldıktan sonra birkaç beyt şiirle Hz. Ali (a.s)’a teşekkür etti.

İmam (a.s) Kanber’e: “Ona yüz dinar da ver” buyurdu.

Orada bulunanlardan bazısı: “Ya Emir’el-Müminin! Onu zengin ettin” dediler.

İmam (a.s) onların bu sözüne karşılık şöyle buyurdu: “Ben Peygamber (s.a.a)’den duydum ki şöyle buyuruyordu: “Halka mevkilerine göre davranınız, onların şahsiyetlerini göz önünde bulundurunuz.”

İmam (a.s) sözünün devamında şöyle buyurdu:

“Doğrusu ben bazı insanlara şaşırıyorum. Onlar köleleri parayla alıyorlar ama hürleri iyilikle almıyorlar.”[38]

 

Üç Kimseyle Arkadaşlık Yasak

Hz. Ali (a.s) minbere çıktığında şöyle buyurdu:

“Müslüman bir kimse üç kimseyle dost ve arkadaş olmaktan kaçınmalıdır:

1- Laubali.

2- Ahmak (aklı az olan).

3- Yalancı.

Laubali bir kimse, işini sana güzel göstermeye çalışır ve senin de onun gibi olmanı ister. Böyle bir kimse, dünya ve ahiret işlerinde sana yardımcı olmaz. Onunla dost ve arkadaş olmak cefa ve taş yürekliliğe sebep olur; onun senin yanına gelip gitmesi ise utanç vesilesidir.

Ahmağa gelince; ondan sana bir hayır ulaşmaz; sorunları gidermesi, çaba gösterse dahi ondan beklenmez; yarar ulaştırmak istese, (ahmaklığından dolayı) sana zarar verir; o halde onun ölümü, hayatından daha hayırlıdır; susması konuşmasından daha iyidir; uzaklığı, yakın olmasından daha güzeldir.

Yalancıya gelince; onunla yaşamak asla sana tatlı olmaz; senin sözünü başkasına götürür ve onların sözlerini de sana getirir; bir sözü bitirdiğinde, başka bir söze başlar; bazen doğru da konuşur ama halk sözüne inanmaz; halkın arasını bozmaya çalışır ve gönüllerde kin icat eder. O halde Allah’tan korkun ve kendiniz için kimlerle dost olacağınıza bakın.” [39]

 

Eve Misafir Davet Etmek

Bir gün bir şahıs Emir’ul-Muminin Ali (a.s)’ı evine konuk olarak davet etti. İmam (a.s) cevabında şöyle buyurdu:

“Davetini üç şartla kabul ederim:

1- Evin dışından benim için bir şey getirmeyeceksin.

2- Evde bulunana şeyi de benden esirgemeyeceksin.

3- Aileni de zahmete düşürmeyeceksin.”

İmam (a.s)’ı davet eden şahıs İmam (a.s)’ın bu şartlarını kabul etti, İmam (a.s) da onun davetine icabet etti. [40]

İslam’da misafir davet etmek ve davetçinin davetini kabul etmek tavsiye edilmiştir. Ama gösteriş için yapılan davetler veya konukları, büyük bir masrafa girerek ağırlamak veya ev sahibi ve ailesini zahmete düşürmek doğru değildir.

 

Adaletli Bir Hükümet

Hz. Ali (a.s)’ın taraftarlarından olan “Darmiye” isminde yaşlı ve şişman bir kadın Mekke’de yaşıyordu. Muaviye hac mevsiminde Mekke’ye gittiğinde o hanımı yanına getirmelerini emretti. O kadın Muaviye’nin yanına gelince, Muaviye ona: “Seni neden çağırttığımı biliyor musun?”

Darmiye: “Hayır, Allah biliyor.”

Muaviye: “Neden Ali’yi seviyor da beni sevmiyorsun?”

Darmiye: “Ali’yi adaletli olduğu için seviyorum. O eşitliği gözetiyordu, o fakirleri ve dindarları seviyordu. Seni sevmememin sebebi ise, Hz. Ali’nin hilafete senden daha lâyık olmasına rağmen O’nunla savaşman, halkın kanını heva ve hevesin için haksız yere akıtman, adaletsiz hüküm vermen ve canın istediği şekilde hükümet etmendir.”[41]

 

Hz. Ali (a.s)’ın Kabrinin Bulunma Olayı

Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra O Hazretin evlatları geceleyin gizlice İmam (a.s)’ın cenazesini yüksek bir yerde toprağa gömdüler. Bu olayın üzerinden yıllar geçti. İmam (a.s)’ın evlat ve yakınlarından başka kimse O’nun kabrinin nerde olduğunu bilmiyordu. Nihayet Harun Reşid’in hilafeti döneminde bir olay İmam (a.s)’ın kabrinin bulunmasına sebep oldu.

Abdullah b. Hazim kabrin bulunması hakkında şöyle diyor:

Bir gün Harun Reşid’le birlikte av avlamak için Kufe’den dışarı çıktık. Ğariyyeyn (Necef) bölgesine ulaştık. O bölgede birçok ceylanlar gördük, derken tazı ve av köpeklerini onları yakalamak için salıverdik. Ceylanlar kaçarak o bölgede bulunan yüksek bir tepenin üzerine çıkıp orada durdular. Tazı ve av köpekleri tepenin üzerine çıkmayıp geri döndüler. Köpekler geri dönünce ceylanlar tepeden aşağı indiler. Yine tazı ve av köpekleri onları takip etmeye başladılar. Ceylanlar da tekrar o tepeye sığındılar. Tazı ve av köpekleri yine geri döndüler. Bu olay üç kez tekrarlandı.

Ceylanların tepeye sığınmaları, tazı ve av köpeklerinin ise oraya çıkmaya cesaret edememeleri Harun’u oldukça şaşırttı.

Bu olay üzerine Harun şöyle dedi: Kufe’ye gidin, en yaşlı olan kimseyi bularak benim yanıma getirin.

Harun’un görevlendirdiği kişiler, Esed kabilesinden yaşlı bir adamı bularak Harun Reşid’in yanına getirdiler.

Harun o yaşlı adamı görünce: “Ey yaşlı adam! Bu tepe nedir? Bu tepe hususunda bizi aydınlat!”

Yaşlı adam: “Babam babalarından şöyle nakletti: “Bu tepe Hz. Ali’nin kabridir; Allah-u Teâla orayı emniyetli harem kılmıştır. Kim oraya sığınırsa, güvende olur. İşte bundan dolayı ceylanlar O Hazretin haremine sığınarak tehlikeden korunmuşlardır.

Harun Reşid bu sözleri o yaşlı adamdan duyunca atından aşağı indi, abdest almak için su istedi, abdest aldıktan sonra o tepenin kenarında (iki rekat) namaz kıldı ve yüzünü toprağa koyarak ağlayıp dua etti. Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın kabrinin üzerinde dört kapılı bir kubbe yapmalarını emretti.

İşte böylece Hz. Ali (a.s)’ın kabri takriben yüz otuz yıldan sonra aşikar oldu.[42]

 

[1] - Bihar, c.42, s.289

[2] - Bihar, c.41, s.53; c.74, s.157

[3] - Bihar, c.32, s.76

[4] - Bihar, c.10, s.125

[5] - Bihar, c.40, s.336; c.41, s.121

[6] - Bihar, c.41, s.24

[7] - Bihar, c.6, s.27

[8] - Bihar’ul - Envar,c.41,s.111

[9] - Bihar’ul-Envar, c.21, s.72

[10] - Bihar’ul-Envar, c.42,s.143

[11] - Bihar’ul - Envar,c.41,s.113

[12] - Bihar’ul-Envar, c.41, s.52

[13] - Bihar’ul-Envar, c.20,s.53

[14] - Bihar’ul-Envar, c.43,s.91

[15]- Bihar, c.41, s.119

[16]- Bihar, c.70, s.321

[17]- Bihar, c.32, s.245; c.100, s.96

[18]- Kâf / 37

[19]- Bihar, c.36, s.191

[20]- Bihar, c.40, s.297

[21]- Kadı Şureyh, köse ve çok kurnaz birisi idi; halkın ihtilaflarını çok ilginç bir şekilde çözüyor ve kadılık işlerinde şaşırılacak bir uzmanlığa sahipti. Ömer b. Hattap onu Kufe’ye kadı olarak atamıştı. Ama Hz. Ali (a.s) onu (bazı nedenlerden dolayı) kadılık makamından azletmek istedi. Fakat Kufe halkı bu karara karşı çıkarak: “Şureyh’i azletmemelisin. Çünkü onu bu makama Ömer atamıştır. Biz sana, Ebu Bekir’le Ömer’in yaptıklarını değiştirmemek şartı üzere biat ettik!” demeye başladılar.

Muhtar-ı Sakafi, hükümeti ele geçirdiğinde onu Kufe’den, halkının hepsi Yahudi olan bir köye sürdü. Haccac Kufe’nin hakimi olduğunda onu Kufe’ye getirtti ve çok yaşlı olmasına rağmen kadılıkla meşgul olmasını istedi. Ama o, bu emir hususunda mazeret diledi ve mazereti de kabul edildi.

Onun hakkında ilginç bir hikaye nakledilmiştir. O hikaye şöyledir:

Şureyh bir müddet Necef-i Eşref’te idi. (Şehrin dışında) Namaza durduğunda, bir tilki gelip onun etrafında oynayarak fikrini dağıtıyordu. Bu olay bir süre böylece devam etti. Nihayet Şureyh bir adam heykeli yaparak onu bir yere bıraktı. Ondan sonra o tilki, onu gerçek bir adam zannederek gelip onun etrafında oynamaya başlıyordu. Bir gün Şureyh arkadan gelerek o tilkiyi yakaladı. Bundan dolayı bu olay Arapların arasında bir darb’ul-mesel olarak söylendi. Şöyle diyorlardı: “Şureh’u edha min’es- sa’leb.” (Şureyh, tilkiden daha kurnaz ve hilekardır.)

Şureyh yetmiş beş yıl kadılık yapmış, sadece ömrünün son iki yılı bu makamdan uzak kalmıştır. Yüz yirmi yaşında ise vefat etmiştir.

[22]- Bihar, c.33, s.458; c.41, s.155; c.77, s.297

[23]- Mü’min / 60

[24]- Bihar, c.93, s.376

[25]- Bihar, c.41, s.202

[26] - Bihar, c.6, s.242. (Bazı hadislerde müminlerin ruhlarının “Vadiy’us-Selam”da toplandıkları nakledilmiştir.

[27] - Bu olay, İmam Hüseyin (a.s)’ın imamet makamından önce vuku bulmuştur. Bihar’ul-Envar 41 cildinin 112. sayfasında ise bu olay imam Hasan’a nispet verilmiştir.

[28] - Bihar, c.42, s.117

[29] - Mumin (Ğafir) / 71-72

[30] - Bihar, c.42, s.118

[31] - Âl-i İmran / 90-93

[32] - Bihar, c.41, s.16-22; c.69, s.275-276; c.77, s.401; c.87, s.201

[33] - Bihar, c.6, s.179

[34] - Bihar, c.40, s.331; c.41, s.138; c.66, s.322. Az bir farklılıkla.

[35] - Bihar, c.40, s.324; c.74, s.143; c.103, s.93. Az bir farklılıkla.

[36] - Zümer / 9

[37] - Bihar, c.33, s.399

[38] - Bihar, c.41, s.34; c.74, s.407

[39] - Bihar, c.74, s.205

[40] - Bihar, c.75, s.455

[41] - Bihar, c.33, s.260

Tarihte nakledildiğine göre, Darmiye’nin kırıcı sözlerinden sonra Muaviye onun bu ihanetinin intikamı için şöyle dedi: “İşte bundan dolayı karnın şişmiştir!”

Darmiye söz altında kalmayarak: “Bütün millet, karnın büyüklüğü hususunda senin annen Hind’i örnek verirler!” dedi.

Muaviye: “Ali’yi nasıl gördün?”

Darmiye: “Hz. Ali asla hilafetle aldanmadı, dünya O’nu aldatmadı, O’nun sözleri karanlık kalpleri aydınlatıyordu ve kalplerin pasını gideriyordu.”

Muaviye: Doğru söyledin. Şimdi benden ne istiyorsun?

Darmiye: Kızıl yünlü yüz deveye ihtiyacım vardır.

Muaviye onun isteğini yerine getirdikten sonra şöyle dedi: “Allah’a andolsun ki, Ali yaşasaydı, kesinlikle bu kadar mal sana vermezdi.”

Darmiye: “Doğru söyledin, Hz. Ali, heva ve hevesi üzerine, kimseye Müslümanların malından bir dirhem bile vermezdi.”

[42] – Bihar, c.100, s.252. Hz. Ali (a.s)’ın şahadeti hicri 40’da vuku bulmuştur, Harun Reşid ise hicri 170’de hilafete yetişmiştir; binaenaleyh Hz. Ali (a.s)’ın kabri takriben 130 yıl saklı kalmıştır.

…………………………

karsehlibeyt.org