Nasıl hidayete kavuştum (neden ve nasıl şia oldum)

Nasıl hidayete kavuştum

Prof.Dr.Muhammed TİCANİ SEMAVİ neden ve nasıl şia olduğunu anlatiyor…

Bismillahirrahmanirrahim

TAKDIM

Elinizdeki bu eser mütevazi bir çalışmadan ibarettir. Bu eser bir seyahatname sayılabileceği gibi şahsım itabarıyla yeni bir buluşun hikayesidir. Elbette bu buluş tekniksel keşifler türünden değil, dini anlayış’lar ve mezhebi mekteplerle ilgilidir: yani inanç dünyasına ait bir buluşıur. Her bir keşif ve buluşun gerçekte insanı diğer yaraııklar arasında özgünleştiren akl-i selimin ve istikametli düşüncenin bir mahsulü olduğunu nazara alarak kitabımı, batılın karanlık bulutları arasında akl-ı seHmle hakkı batıldan ayıran ve sözleri adalet terazisinde tartıp makul olan keffesini tercih eden ve yapılan konuşma ilc oflaya sürülen görüşleri (kabul ve reddeımeden önce) bir biriyle karşılaştıran ve sözlerin yaldızlısına degil manııklısına uyan kişilere iıhaf ediyorum. Nasılki Allahu Teala buyuruyorki: “O kullarımı müjdele ki, Sözü dinleyip en güzeline uyarlar, onlar Üyle kişilerdir ki Allah onl~rı doğru yola sevketmiştir ve onlar aklı başında bulunanların ta kcndileridir.”(Zumer suresi:18) KilabıITIl böyle olan herkese iıhaf ediyor ve Allahtan,

gözlerimizi açmasını, bizleri doğru yola sevketmesini, kalplerimizi aydınlatıp hakkı bize tertemiz ve olduğu gibi göstererek ona uymamızı kolaylaştırmasını, batılı bütün boşluk ve çürüklüğü İle bize tanıtmasını, ve böylece ondan uzak durmamızı sağlamasını ve bizleri salih kullarının arasına katmasını istiyorum; şüphesiz o işiten ve kabul edendir.

Muhammed Ticani Semavi

GİRİŞ

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ki o, insanı balçıktan en güzel surette yarattı. Onu diğer mahlukattan üstün kıldı. Mukarreb meleklerini ona secde ettirdi. Şüphesini yakine dönderecek aklı ona bağışladı. Ona iki göz, bir dil, iki dudak verip, her iki yolu (hakkı ve batılı) gösterdi. Onu gaflet uykusundan uyandırması ve mel’un Şeytan’a uymaktan uzaklaştırması için müjdeleyid ve korkutucu «elçiler» gönderdi.

Ondan, Şeytan’a ibadet etmesin diye ahit aldı. Çünkü Şeytan insanın apaçık düşmanıdır.

Ve ondan yalnız Allah’a ibadet etmesini istedi o Allah ki, insanı, tam bir iman ve basiret ile doğru yola uymaya emretmiş; delilsiz ve hüccetsiz olarak geçmişlerin yolunu sürdürmesini menetmiştir:’Allah’ı çağıran iyi işler de bulunup hiç şüphesiz ben müslümanım diyenden daha güzel sözlü kimdir”

Rabbimin salat ve selamı ve bereketi, alemlere rahmet için gönderilen, mazlum ve mustazafların yardımcısı olan, beşeri cehaletin sapkınlıklarından kurtararak, mü’min ve salihlerin yoluna sevkeden büyüğümüz ve mevlamız müslümanların Peygamberi Muhammed ibn-i Abdullah’a ve Onun tertemiz olan Ehl-i Beyti’ne olsun; o Ehl-i Beyt ki Allah, onları müminlerin önderi, ariflerin ışığı, doğruların nişanesi olsunlar diye mahlukatından üstün eyledi; ve her türlü pisliği onlardan uzaklaştırarak onları ma’sum kıldı ve muhabbetlerini Kur’an’da herkese farz eyledi. Onların gemisine binenlere kurtuluşu, ondan kaçanlara ise felaketi vaad e’tti.

Yine Allah’ın salat ve selamı Resulullah’ın değerli ashabına olsun; Onlara ki Peygamber’e yardım ettiler, ona değer verdiler, hürmetini gözettiler ve canlarını din yolunda feda ettiler; hakkı tanıyıp ona yakin ile bağlandılar ve Resülullah’tan sonra dinde hiç bir tebdil, tahrif yapmadan, azimle Peygamberin yolunu izlediler ve böylece Allah’a şükredenlerin safında yer aldılar. Allah, onları islam ve müslümanlar hatırına hayırla mükafatlandırsın.

Yine Allah’ın rahmeti bunlara tabi olan,lara ve onların
yollarında kıyamet gününe kadar sabit kalanlara olsun.

Allahım! benden kabul et; şüphesiz ki işiten ve bilensin.

Kalbimi aydınlat ki Sen hak ve gerçeği gösterensin, dilimden düğümü aç ki Sen, hikmeti istediğin mümin kuluna verensin. Allah’ım ilmimi artır ve beni salih kullarının arasına kat!

ÇOCUKLUK DÖNEMİM

Henüz babamın beni Ramazan ayında teravih namazı kılmak için mahalledeki cami’ye götürdüğü günleri anımsıyorum. On yaşını doldurmamıştım ki; O beni namaz kılanlara tanıtıyor, onlar da beni seviyor ve muhabbet gösteriyorlardı.

Kur’an hocamızın, bir kaç gün öncedenbenim iki üç gece cemaetle teravih namazını kılmam için gerekli programları hazırladığını biliyordum. Diğer günler ben de mahallenin çocuklarıyla birlikte cemaatle teravih namazını kılmaya ve imarnın Kuran’ın ikinci yarısına, yani Meryem süresine yetişmesini beklerneye adet etmiştim.

Babam, benim Kur’an öğrenimi me özel bir özen gösteriyordu; bu yüzden beni Kur’an okuluna koymuş ve bir yandan da akrabalarımızdan gözleri görmeyen ve Kur’an hafızı olan Cami İmamının geceleri evde verdiği Kur’an derslerine katılmarnı sağlamıştı. Böylece ben küçük yaştan Kur’an’ıo yarısını ezberlemiş bulunuyordum.

Kur’an Hocamız halka teravih namazını kıldırmamı sağlarken Kur’an öğretimi hususundaki başarısını göstermeye

çalışıyordu; bu yüzden Kur’an’ın gerekli teevit kurallarını bana öğretmişti, ve iyice emin olmak için beni bir kaç kez de imtihan etmişti…

İmtihanı babam ve hocamın benden bekledikleri gibi üstün bir başarıyla geçirmem, orada bulunan tüm halkın muhabbet ve övgüsünü kazanmama sebep oldu. Onlar hocamı, beni bu şekil de yetiştirdiğinden dolayı övüp methettiler. Daha sonra da babarnı tebrik ettiler. Ve hep birlikte yüce İslam dini ve Şeyhin bereketinden ötürü Allah’a şükrettiler.

Bu hadiseden sonra, hatırası hayalimden kolay kolay silinmeyecek günler yaşadım. Artık şöhretim tüm şehre yayılmıştı.

O Ramazan gecelerinin dini eğilimlerim yönünden hayatımdaki etkisi, çok güçlü ve kalıcı oldu. Bu etki şu ana kadar devam etmektedir.

Hayatın sürekli ‘akışı sürecinde her ne zaman çıkmazia karşı karşıya gelip şaşkınlık içinde kaldıysam, kuvvetli bir gücün beni doğru yola sevkettiğini hissediyordum. Ruhumda zaaf yahut hayatımda bir tatsızlık hissettiğimde, geçmiş günlerimi hatırlamak ruhumu yükseltip sorumluluğa tahammül gücümü artırıyor ve içimdeki iman ateşini alevlendiriyor.

Babamın ve daha doğrusu hocamın genç yaşta halka imamlık etmeme vesile olmalarıyla benim omuzlarıma yükledikleri mes’uliyet, devamlı mevcut durumumla arzu ettiğim seviye arasında büyük bir uçurumun olduğunu ve bunun sorumluluğunun da bana ait olduğunu hissetmeme sebep olmuştu.

Böylece çocukluk ve gençlik dönemim taklitçilik ve inkişaf uğrundaki abes uğraşılardan uzak olmamasına rağmen, nisbi bir istikamet ve doğruluk ile geçti ve ben, ağırbaşlık, sukünet içinde bulunmama ve büyük günahlara bulaşmamama sebep olan ve böylece beni kardeşlerimin arasında seçkin kılan

ilahi bir lütufun devamlı benimle birlikte olduğunu hissediyordum.

Aynı şekilde annemin hayatımdaki etkisi de yön verici ve kalıcı oldu. Gözlerimi açtığımdan beri Kur’an’m kısa siirelerini, namaz ve tahareti bana öğretmeye başlamıştı.

Annemin ilk oğlu olmam ve birde babamın annemden yıllar önce evlendiği birinci hanımından çocuklarının varoluşu, bunların büyümüş olmaları Ve ailede mevki kazanmaları, onun benim eğitimime özel bir önem vermesine sebep oluyordu.

O beni terbiyet etmekle teselli buluyordu sanki o bu yolla kendi kuması ve kocasının diğer çocukları ile yarışıyordu.

Annemin bana koyduğu Ticani isminin ‘Ticani” tarikatına bağlı Semavi ailesi yanında özel bir yeri vardı. Bu ailenin Ticani tarıkatma bağlanmaları Şeyh Ahmet Ticani’nin çocuklarından birinin Sema vi ailesinin konuğu olarak EI- Cezair’ den Kafse’ye gelmesiyle başlamış ve o günden itibaren, o şehrin halkının çoğu, özellikle kültürlü ve zengin aileler bu SufiIik tarikatına girmişlerdir…

Bu yüzden yirmiden Fazla aileden müteşekkil SemaviIer ve diğer Ticani tarikatına mensup aileler arasında özel bir sevgi kazanmıştım. Namaz kılan ihtiyarIardan bir çoğu Ramazan gecelerinde benim elirnden, başımdan öpüyor, babarnı tebrik ediyor ve “Bu çocuk şeyh im iz Ahmet Ticaninin bereketlerindendir” diyorlardı.

Ticani tarikatı, Fas, EI- Cezair, Tunus, Libya, Sudan ve Mısır da yaygındır. Bu tarikatın mensupları kendi tarikatIarını özel bir taassubIa savunurlar. Bu yüzden Şeyh Ahmet Ticani’nin haricinde başka hiç bir velinin ziyaretine gitmezler. Çünkü inanıyorlar ki evliyaların hepsi ilimlerini birbirlerinden öğrenmişler yalnız Şeyh Ticani, Peygamberle arasında 13 asırlık bir zaman Fasılası olmasına rağmen, O İlmini doğrudan

Peygamber(s.a.v) den almıştır. Rivayete göre Şeyh Ahmet Ticani diyormuşki: Peygamber(s.a.v) uykuda değil uyanık olduğum halde benim yanı ma geldi.

Hakeza şeyhlerinin öğrettiği kamil namazın kırk Kur’an hatminden daha üstün olduğuna inanıyorlar.

Sözü bu konuda uzatmamak için Ticani tarikatı hakkm~a bu kadarıyla yetiniyorum. İnşalah ileride yine bu konuya değineceğim.

Ben de bu şehrin diğer gençleri gibi bu inançla büyümüştüm, ve bizden sorana, Allaha hamdolsun ki hepimiz müslümanız ve Ehl-i Sünnet ve Cemaatteniz ve İmam-ı Malik Bin Enes’in mezhebine bağlıyız diyordum.

Elbette Kuzey Afrika da geniş bir şekilde yayılmış bulunan Tasavvuf tarikatları, bizIeri değişik fırkalara bölmüştür. Mesela yalnız Kafsa şehrinde, Ticanİ, Kadiri, Rahmanİ, Selamİ, İsavİ gibi değişik tarikatlar vardır ve herbirinin ayrı ayrı izleyicileri mevcuttur ve herbirinin şiirlerini, dualarını, zikirlerini ezberIiyip düğün, sünnet ve diğer şenlik ve adak törenlerinde okuyanları vardır. Bu tarikatlar, menfi etkilerine rağmen bölgede dini gelenekleri korumak ve evliyalara karşı olan hürmeti güçlendirmek yönünden inkar edilmez röIe sahiptirler.

MEKKE ZİYARETİ

Onsekiz yaşında iken Tunus Milli İzcilik Cemiyeti, beni Mekke de yapılacak olan ilk Arap Ve İslam İzcilik Konferansında ülkemizi temsil edecek olan altı kişilik hey’etin bir üyesi olarak seçti.

Ben ilk etapta kendimi sözkonusu hey’etin en küçük ve en bilgisiz üyesi olarak görüyordum çünkü onlardan ikisi okul

 

müdürü ve üçüncüsü başkent de öğretmen, dördüncüsü muhabir beşincisi ise mesleğini bilmediğim o zamanın milli eğitim bakanının akrabalanndan birisiydi.

Yolculuğumuz direkt değildi, ilk olarak Yunanistan’ın başkenti Atina’ya gittik; Üç gün orada kaldıktan sonra Ürdün’ün başkenti Umman’a hareket ettik orada da dört gün kaldık. Sonra Suudi Arabistan’a doğru hareket ettik ve orada konferansa katıldıktan sonra Hac ve Umre’farizelerini yerine getirdik.

Allah’ın evine ilk girdiğim an içimde galeyan eden hislerimin keyfiyetini anlatmaktan acizim. Kalbirn şiddetle çarpıyordu; sanki göğüs karesinden kurtulup yıllar yılı aşkıyla dolup taştığı, arzusuyla yaşadığı bu Beyt-i Atik’e (Beytullah’a) bir an evvel kavuşmak onu yakından müşahede etmek istiyordu. Ve gözlerimden yağmur gibi yaş dökülüyordu durmadan.

Bana öyle geliyordu ki Kabe’nin duvarının üzerine konmak için meleklerle birlikte ziyaretcilerin başının üzerinden uçmaktayım ve ben “Iebbeyk aııahumme lebbeyk” nidalarıyla Allah’ın çağrısına karşılık veriyorum.

Hacıların lebbeyk seslerini duyduğumda onların bir ömür çalışıp para biriktirdikten sonra bu mukaddes mekana geldiklerini benim ise hiç bir hazırlığı m olmadan beklenmedik bir şekilde buraya gelmeye muvaffak olduğumu düşünüyordum.

Hatırlıyorum ki, babam uçak biletlerimi görüp benim yolculuğa cıkacağıma yakin ettiğinde ağlayarak bana sarılıp şöyle dedi:

«Ne mutlu sana, Aııah istedi ki sen benden önce ve genç yaşta hacca gidip Onun evini ziyaret ed esin. Çünkü sen benim mevlam Ahmet Ticani’nin evladısın. Allah’tan iste beni bağışlasm ve bana Evin’in ziyaretini nasip eylesin.»

Bu yüzden öyle düşünüyordum ki, Allah mahsus lutfuyla

 

beni halkın, uğnma canlannı feda ettikleri bu makama getirmiş.

O halde “Iebbeyk” demeye benden daha layık kim olabilirdi? Bu ise, beni çok tavaf etmeye, namaz kılıp Say’i etmeye hatta zemzem suyunu fazla içmeye sevkediyordu. Nur dağına çıkmada bile diğer hacılardan öne geçrneğe çalışıyordum; Peygamber’in Allah’la munacat eylediği ve Peygamberliğe seçildiği Nur dağına çıkmak için adeta birbirleriyle yarışan hacı adaylan arasında ben ikinci kişi idim….

Oraya ulaşır ulaşmaz yere kapandım; çünkü kendimi Peygamber (s.a.v) in kucağın da sanıyor Onun mukaddes nefeslerini hissediyordum; sanki kendimden geçmiştim. Ne güzel manzaralar ve ne güzel hatıralardı bunlar; ruhumdaki köklü etkileri asla silinmeyecektir.

Allah’ın bana olan diğer bir lutfu da görüştüğüm değişik hey’et ve kafilelerin hacı adaylarının ilgi ve muhabbetlerini kazanmamdı, çokları mektuplaşmak için adresimi alıyorlardı. Kendi hey’etimizdeki arkadaşlarım da her ne kadar Tunus’un başkentindeki ilk görüşmemizde beni küçümsemişlerdise de sonraları bana çok muhabbet ve ilgi göstermeye başladılar. İlk önce beni küçümsediklerini hissedince kuzey halkı “Güney” .halkını tahkir edip onlara -gerici gözüyle baktığını düşünerek kendimi teselli esiyordum ama çok geçmeden böyle bir teselliye artık ihtiyacım kalmadı çünkü benim hakkımdaki görüşleri tamamen değişti. Özellikle ben yolculuk boyunca katılmaya muvaffak olduğum edebiyat yarışmalarında çok şiir ezberiedeğim için ülkem adına ödüller kazanmaya muvaffak olmuştum. Ülkeme döndüğümde çeşitli milletlere mensub yirmiyi aşkın dostun adresini almış bulunuyordum.

Bizim Arabistandaki ikametirniz yirmibeş gün çekti. Bu süre içerisinde ulemadan bir çoğuyla görüşüp konuşmalarını dinledik. Bu yolculuk neticesinde Vehhabi mezhebinin

 

akidelerine temayül etmiştim, hatta diğer müslümanların da bu akidede olmalarını arzu ediyordum. Kendi kendime düşünüyordum ki Allah onları diğer kullarının içinden kendi evini korumak için seçmiştir, ve onlar yeryüzünde olan insanların en temizi ve en bilginidirler ki Allah’ın misafirlerine yeterince hizmet edebilmeleri için Allah onlara petrol nimetini de vermiştir.

Hac’dan döndüğümde. Suudilere mahsus elbiseyi giyinmiş bulunuyordum. Babamın hazırladığı istıkbal töreni benim tasavvurum dışındaydı. Çünkü büyük bir halk kalabalığı hava alanına toplanıp davulların eşliğinde benim gelmemi bekliyorlardı. Ticani ve Kadiri tarikatlarının liderleri halkın önünde yer almışdı.

Hava alanından beni alıp “Allah-u ekber” ve “LaUahe illallah” nidalarıyla şehrimizin caddelerinde dolaştırdılar, uğradığımız her camiin önünde halkın beni ziyaret etmeleri için bir kaç dakika bekliyorduk. Özellikle yaşlılar, Allah’ın evini ve Resulullah’ın kabrini ziyaret etmeye olan aşklarını, beni bağırlarına basıp öpmek ve ağlamakla adeta gösteriyordular.

“Kafse” şehrinden benim yaşta bir gencin hacca gitmesinin alışılmış bir şeyolmayışı halkın heyecan ve coşkusunun daha da artmasınasebepolmuştu.

Hayatırnın en tatlı günlerinin o zamanlar olduğunu söyleyebilirim; şehrin ileri gelenleri bizim eve kadar gelip beni tebrik ediyorlardı; bir çoğu babamın huzurunda benden teberrük için Fatiha süresini ve bazı duaları okumamı istiyorlardı; ben de bazen sıkılıyor ve bazen de cesaretlenip okuyordum. Her defsaında ziyaretçilerim gider gitmez annem bana nazar değmesin diye üzerlik yakıyor ve dua okuyordu.

Babam üç gün Ticani hazretlerinin makamında kurban kesip halka ziyafet çekti. Ziyafete gelen halk yolculuğumla

ilgili her konuda benden soru soruyorlardı. Benim verdiğim cevaplar da genelde Suudi’lere ve onların İslarnı yaymak için gösterdikleri çabalara olan hayranlığımı dile getirir bir içeriğe sahipti.

Bundan sonra, şehir halkı bana “Hacı” lakabını verdiler; arUk “hacı” kelimesi denildiğinde sadece ben akla geliyordum.

Gitgide marufiyetim arttı ve İhvan’ulmüslimin gibi dini çevrelerde meşhur olmaya başladım. Ben mescidlere gidip halkı mezarın etrafındaki sandıkları öpmekten, tahtalara el sürmekten menetmeği ve bunun bir şirk olduğunu halka açıklamağı kendime vazife bildim. Benim çalışmam bu şekilde ilerledi. Hatta bazen Cuma günlerinde imarnın hutbesinden önce mescitte ders veriyordum.

Cuma günleri Cuma namazının çeşitli mescitlerde aynı vakte denk gelmeyecek şekilde aralıklı olarak kılındığı için ben Ebi Yakub camiinde konuşmamı bitirdikten sonra hemen Büyük cami’ye gidiyor ve orda da konuşma yapıyordum.

Genellikle pazar günlerine ait derslerime lise’de teknik, dersi verdiğim talebeler katılıyor ve bu dersi çok beğeniyorlardı. Ve gitgide bana olan muhabbet ve ilgileri çoğalıyordu. Zira ben vaktimin çoğunu materyalist ve marksistlerin fikirlerini onların beyinlerinden temizlemek için harcıyordum. Çocuklar sabırsızca benim dersimi bekliyodardı ben de onların sorularına iyice cevap vermek için çeşitli dini kitaplar alıp okuyordum.

Hacca gittiğim yıl evlenerek dinimin yarısını da koruma tevfikini kazanmıştım.
Rahmetlik annem ölmeden önce beni evlendirrnek istiyordu. O kocasının diğer çocuklarını büyütmüş ve onların düğün merasimlerine katılmıştı bu nedenle tek dileği beni damad elbisesinde görmekti, Allah’ta onu arzusuna kavuşturdu

ve ben de onun emirlerine uyarak, o güne kadar hiç görmediğim bir kızla evlendim. Annem, iki çocuğumuzun olduğunu gördükten sonra benden razı olarak dünyadan ayrıldı. Babam ise Annem’den iki yıl önce vefat etmişti. Babam ölmeden iki yıl önce hakiki bir tevbeyle Allah’ın evini ziyaret etmiş bulunuyordu.

O dönemler Libya devrimi yeni zafere ulaşmıştı. Bu devrimin müslümanların ve özellikle Arap millettinin İsrail ile yaptıkları savaştaki yenilgilerinden sonra gerçekleşmesi ve İslam adına konuşan, camilerde halka imamlık eden ve Kudüs’ün kurtuluşu için sloganlar atan bir gencin bu devrimi yönetmesi, beni ve benim gibi müslüman ve arap devletlerinde bulunan gençlerin çoğunu kendine cezbetmişti. Bu yüzden onun için ben, Libyaya kültürel bir seyehat teşebbüsüne geçtim.

Devrimin ilk zafere ulaştığı dönemlerde kırk öğretmenden oluşan bir grupla Libya’y’ı ziyaret ettik. Döndüğümüzde bu inkılaba olan ıştiyakımız daha da artmış bu hareketin Arap ümmetinin hayrına olduğuna inanmaya başlamıştık.

Yıllar geçiyor ve benim diğer ülkelerde olan arkadaşlarımla ilişkim mektup yoluyla kesintisiz sürüyordu. Bunlardan bazılarıyla samimiyetim öylesine artmıştı ki, israrla ziyaretlerine gitmemi istiyorlardı. Bu yüzden bütün yaz tatilini kaplıyacak şekilde uzun bir yolculuğun hazırlıklarını görmeye başladım. Yolculuk planı m kara yoluyla Mısır’a ve oradan Suriye’ye ve Ürdün’e ve son olarak da Suudi Arabistan’a gitmek tL Suudi’de hem Ömre amellerini yerine getirmeyi düşünüyor ve hem de yayılması uğruna çok çaba sarfettiğim Vahhabilik mektebiyle rabltamı yenilernek istiyordum.

Artık benim şöhretim kendi şehrimin sınırlarını aşmış ve komşu şehirlere varmış bulunuyordu. Cuma namazına katılan yolcular benim derslerimi dinlİyor ve kendi şehrinde ondan

bahsediyordu. Böylece haber Cerid eyaletinin başkenti olan Tozro şehrinde ma’ruf Sufi tarikatının şeyhi olan Şeyh İsmail El’Hadifi efendiye bile ulaşmıştı.

Bu şeyhin Tunus’un her tarafında hatta Tunus’un dışında, Fransa ve Almanyadaki işçilerin içerisinde de bir çok muridleri vardır. Şeyh Kafse’deki vekilleri aracılığıyla beni ziyaretine davet etti, şeyh’in Kafse’deki vekilleri bana göndermiş oldukları uzun bir mektupta yaptığım islami hizmetleri taktirle anmış ve sonra şu iddiaya yer ‘vermiştiler ki, bu işler arif bir şeyhin hidayetiyle gerçekleşmedikçe insanı bir karınca kadar bile Allah’a yaklaştırmaz. Yine “Şeyhi olmayan şahsın, Şeyh i şeytandır” diye naklettikleri hadise işaret ederek şöyle yazmışİardı: “Mutlaka hatalarının düzeltilmesi için bir şeyhe bağlanmalısm yoksa ilmin yarısı elinden çıkar”. Sonra da Sahib-uz Zaman’ın (bu tabirle Şeyh İsmaili kastediyorlar) beni özel yardımcı ve mucidi olmaya layık gördüğünü bildirmişlerdi.

Bu haber beni o kadar sevindirdi ki sevincimden ağlayıp bunu da Allah’ın bana verdiği büyük nimetlerden biri olarak bildim. Ben geçmişte sofuların büyüklerinden olan ve kendisinden bir çok keramet nakledilen Şeyh Hefyan’ın izleyicilerinden ve yakın dostlarından birisiydim. Yine Seyyid Salih ve Seyyid Geylani ve bunlardan başka diğer tarikatlara bağlı olanlarla da dost idim. Bu nedenle sabırsızca o şeyhi görmek istiyordum.

Şeyh İsmailin meclisine girdiğimde meclis, onun beyaz elbiseli yaşlı ve genç muridleriyle dolu idi. Onlarla görüşüp hal hatır sorduktan sonra Şeyh İsmail içeri girdi; hep birlikte ayağa kalkıp onun elini öptüler. Şeyhin vekili işaretle gelenin şeyh İsmail olduğunu anlatmak istedi bana. Ama ben fazla bir tepki  gostermedim.

Ben beklediğimi burada bulmamıştım, ben şeyhi görmeden

önce vekillerinin anlattığı mücizeler ve kerametleri düşünerek onu başka bir şekilde tasavvur ediyordum, ama karşılaşınca onu vekarı ve heybeti olmayan normal bir şeyh olduğunu gördüm.

Şeyhin vekili beni şeyhe tanıttı ve o da bana hoş geldin deyip beni sağ tarafına oturttu.

Şeyhle birlikte yemek yedikten sonra zikir merasimi başladı ve bir kez daha vekil beni şeyhten “ahd” almak için şeyhe tanıttı….

Törenden sonra hep birlikte beni öperek tebrik ettiler Konuşmalarından anladım ki onlar benim hakkımda çok şeyler duymuşlar bu da benim onlara karşı cesaretimin artmasına sebep oldu. Hatta şeyh’in başkalarının sorularına verdi~i cevaplara itiraz edip itirazlarımda Kur’an ve hadislere istinat ediyordum. Ama orada oturanlar benim bu itirazlarımı şeyhe karşı saygısızlık sayıp çok rahatsız oldular. Çünkü onlar şeyhin huzurunda ondan izin almayıncaya kadar konuşmamaya adet etmişlerdi. Şeyh bu durumu farkedince orada bulunanların rahatsızlığını şu ifadeyle giderdi: “Evveli yakıcı olanın sonu parlaktır”.

Oturanlar şeyhin bu sözünü benim için bir iftihar madalyası gibi sandılar şöyle ki muhakkak benim sonum iftiharlı olur. Oturanlar bir kez daha bani tebrik ettiler ama şeyh benim ona bir kez daha itiraz etmeme fırsat vermemek için bir arifle ilgili şu hikayeyi anlattı: “Bir alim bir gün bir arif’in huzuruna gider; arif ona ka lk gusül et der, o gidip gusül ettikten sonra oturmak istediğinde tekrar ona git gusül et “der o da tekrar önceki gusül de bir noksanlık olduğunu zannederek kalkıp gider bu defa çok dikkatli bir şekilde gusleder.

Gusülden sonra oturmak istediğinde Şeyh ona seslenip bir kez daha ona gusül etmesini emreder. O zaman Alim ağlayarak der ki: “Ey efendim ilimim ve amelimden gusül ettim (tövbe

.

ettim) Artık Allah’ın senin elinle bana vereceği hayırdan başka
bir çarem kalmadı”.

Arif o zaman “öyleyse artık otur!” der”.

Ben ve oturanlar bu sözden Şeyhin beni kastettiğini anladık. Şeyh kalkıp gittikten sonra oturanlar hep birlikte beni Şeyhin huzurunda sessiz oturmadığımdan dolayı kınadılar.

Ve amellerimin Allah katında değerden düşmemesi için Şeyhin huzurunda sessiz oturup onun hürmetini korurnam gerektiği hususunda beni iknaya çalıştılar.

Onlar kendi sözlerine şu ayeti delil gösteriyorlardı.

«Ey müminler, sizler sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin ve Peygamberle kendi aranızda birbirinizle konuştuğunuz gibi yüksek sesle konuşmayın ki haberiniz olmadan amelleriniz hiç olur»(1)

Bunun üzerine ben de kendi değerimi bilip onların emir ve nasihatlarını yerine getirdi m ve Şeyh beni kendisine daha da yaklaştırdı. Ben Şeyh in yanın da üç gün kaldıım. Bu müddette ona bir çok sorular sordum, sorularımın bazılarını onu denernek için soruyordum ve şeyhin kendisi de bunu biliyordu Bu yüzden şunu da ekliyordu ki: Kur’an’ın bir zahiri bir de batını vardır. Batınının ise yedi batını vardır. O sandığını açıp şecerenamesini bana gösterdi orada bir çok salih ve ariflerin isimleri sırayla geçiyordu ve asılları Ebul Hasani şazili’ye varıyordu ve bir çok evliyadan sonra şecerename Hz. Ali ibn-i Ebi Talib(A.S) de son buluyordu.

Hatırlatılması gereken bir husus da, bunların yaptıkları toplantıların manevi bi hava içinde düzenlendiği konusudur.

Toplantılar Şeyhin K ur’an-ı Kerim’den bir kaç ayeti
———————–

1- Hücürat,22

2l

tecvide kıraat etmesi ve daha sonra dünyayı kınayıcı ahiret ve takvaya sevkedici kasidelerin matle’ini okumasıyla başlıyordu şeyhin matle’ini okudugu kasidelerin devamını muridleri okuyordu. Ondan sonra Şeyhin sağ tarafında oturan ilk murid, Kur’an’i Kerim’den bir kaç ayet okur ve “sadakallahulazim” dedikten sonra Şeyh yeni bir kasidenin ilk beytini okur oturanlar ise ona eşlik ederlerdi. Böylece halkada bulunanlar Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okumakla dahi olsa bu işe iştirak ediyorlardı. onlar vecde gelinceye kadar şiir okumayı sürdürüyor ve okudukça sağa sola eğiliyorlardı sonra ayağa kalkıp çember yapıp Şeyhi aralarına alıyor ve ah ah demeye başlıyorlardı, Şeyhde, meclis ısınıncaya kadar ortada döner her döndüğünde de onların birine teveccüh ederdi; bu hareketleri davulun sesine benzer bir ahenk kazanıncaya dek devam ettirirlerdi.

Anormalca hareketlerde bulunacak derecede kendinden geçenler de olurdu. Zaman geçtikçe topluluğun sesi git-gide daha bir uyum kazanıyordu; ahenkli olduğu kadar hüzünlü bir hal da alıyordu kendisine. Sonra da coşku ve hareketin yerini sükünet alıyordu ve toplantı Şeyh in bir kasidesiyle son buluyordu. Şeyh, baş ve omuzlarını öptükten sonra herkes kendi yerinde oturuyordu.

Ben de bazı hareket ve inlemelerinde onlara eşlik ettim ama kalben bu işleri kabullenmiş değildim, ve içeri md e bir çeşit çelişki hissediyordum. Çünkü ben inanmıştım ki Allah’tan başkasına tevessül olunmaz; bu yüzden birinde yere kapanıp çok ağladım. Çünkü kendimi iki zıt yolun ortasında görüyordum. Bunlardan biri, insana daha başka ruhi hal1er yaşatan onun kalbinin derinliklerini korku. züht, salih ve arif kullar vasıtasıyla Allah’a yünelme gibi güzel hislerle dolduran sofuluğa ait akım ve diğeri ise bütün bunların şirk olduğunu ve şirkin

affedilmeyen bir günah olduğunu bana öğretmiş olan Vehhabilik
akımı.

Gerçekten Vehhabiliğin öne sürdüğü gibi, Resulul1ah(SA V)’a tevessül etmek doğru değiidiyse evliya’ya,ariflere tevessül etmenin ne anlamı kalırdı?
Şeyhin beni kendi şehrimde vekilliğine adamasına rağmen kalbirn bir türlü bu işlere kanaat getirmiş değildi.

Her ne kadar da bazen sofuluğa doğru yönelik temayülüm artıyor ve Allahın salih kullarına karşı içimde özel bir hürmet beslediğimi hissediyorsam da ama sonra bu fikirlerime karşı çıkıyor ve şu ayet-i kerime’yi kendime delil olarak gösteriyordum: «Allah ile birlikte bir başka ilahı çağırma, Ondan başka ilah yoktur» (1)

Ve «Ey inananlar Allah dan çekinin ve Onu vesileyle arayın»(2) ayeti ile bana karşılık verene hemen vahhabilerin öğrettiği cevabı verir ve derdi m ki: vesile,”salih amel” dir.

O günlerim ıztırab ve tereddütle geçti; Buna rağmen bazen eve gelen muritlerle birlikte sofulara mahsus toplu zikir meclislerini oluşturuyor geceleri sabahlara kadar sözkonusu merasimi sürdürüyorduk.

Öyleki komşulanınız da bizlerin bu mera:simlerde toplanırken ah-ah diyerek çıkardığımız sesten rahatsız olmaya başlamışlardı ama bana bir şey söylemeyip sadece hanımları vasıtasıyla durumu benim eşime bildirmekle yetinmişlerdi. Ben de bunun üzerine arkadaşlarıma, “benim dış ülkelere üç aylık bir seyahatım olacaktır” dedim ve bu meclisleri kendilerinden birinin evinde düzenlemelerini istedim ve sonra aile ve
————

l-Kasas /85
2-Mâide /35

 

akrabalarla vedalaşarak. Allaha tevekkül edip yola koyuldum.

 

                                              BAŞARILI BİR SEYAHAT

Libya’nın başkenti Trablus’ta ikametim pek fazla sürmedi. Yalnız Mısır konsolosluğundan Mısır topraklarına girmek için vize almak amacı ile bir kaç gün orada kalma zorunda kaldım. Bu sırada oradaki arkadaşlarımla görüştüm ve onlar bana yardımcı oldular.

Üç gün üç gece süren yolculukta Libya’dan kendi memleketlerine dönmekte olan dört Mısırlı işçi ile kiralık bir otomobilde beraberdik.

Yolculuk süresince onlarla sohbet ediyor ve onlara Kur’an okuyordum. Bu da onların bana ilgi ve alaka göstermelerine sebep oldu. Her birisi kendinin evine gitmem için beni davet etti.

Ben onların aralarından Ahmet isimli dindar ve takvalı birisinin davetini kabul ettim ve evine gittim. O da bana hizmette hiç bir şeyi esirgemedi.

Kahire de 20 gün kaldım. Bu süre içinde Mısır’ın meşhur müzisyenlerinden olan Ferid-ul Etreş ile Nil nehrinin kıyısında bulunan evinde görüştüm. Mısırdan ülkemize gelen bu adamın ahlaklı ve ağırbaşlı birisi olduğunu okumuştum ve bu yüzden kendisini yakından da görmek istiyordum. Ama Lübnan’a yolculuk etmek için havaalanına gitmek üzere olduğum için, görüşmemiz yirmi dakikadan fazla sürmedi. keza meşhur Kur’an karisi olan Abd’ul Basıt Abd’us Semed ile de görüştüm. Ona çok hayrandım, üç gün onunla birlikte oldum, onun akrabaları ve dostları ile tanıştım ve çeşitli konularda kendileriyle söhbet ettik.

Benim girişken, sarih ve bilgilerimin geniş oluşu onları şaşırtıyordu. Sanattan konuşulduğunda ezberlediğim şiirlerden okuyordum, zühd ve takvadan söz edildiğinde Tiycani ve Medeni tarikatından olduğumu söylüyordum. Batı ülkelerden

konuşulduğunda yaz tatillerinde gitmiş olduğum Paris, Londra, Belçika, Hollanda, İtalya ve İspanya yolculuklarımdan anlatıyordum

Hacdan konuşulduğunda, haca gitmiş olduğumu ve şimdi de Ömreye gitmek için yolculuğa çıktığımı söyleyerek yedi defa haca gitmiş olanların bile görmemiş olduğu Hira, Sevr ma ğar aları ve Hazret İsmail’in mezbehi gibi mukaddes makamları onlara anlatıyordum. İlim ve keşiflerden söz açıldığında, ilmi terim ve istatistiklerle konuşuyordum.

Siyasetten söz edilince kendi görüşleri ml e onları susturuyordum. siyasi söhbetlerde bazen şöyle derdim: Allah Selahattin Eyyubi’ye rahmet etsin o, gülümsemeği bile kendisine yasaklamıştı. Bazı yakınları “Peygamber(S.A.V) devamlı gülümserdi diyerek onu kınadıklarında şöyle derdi:

Nasıl güleyim, oysa ki Mescid’ul Aksa Allah’ın düşmanlarının işgali altındadır; hayır, Anah’a andolsun ki orayı kurtarmayıncaya kadar gülmeyeceğim, yahut o yolda öleceğim.

Erezher’in alimlerinden bazıları gelip benim toplantılarıma katılıyordu; ezberlediğim hadis ve ayetlerin çokluğu onları şaşırtıyordu. ve benim hangi üniversiteden mezun olduğumu soruyorlardı. Bende iftiharla, EI’ezher, den önce tesis edilen Zeytuniyye üniversitesinden mezun olduğumu söylüyor ve ekliyordum ki, Erezher üniversitesini tesis eden Fatimiler, Tunus’un El Mehdiye kentin’den hareketlerini başlatmışlardı.

El’ezher Üniversitesinde bir çok bilgin kişilerle tanıştım ve bana bir çok kitap hediye ettiler. Günlerin birinde Erezher üniversitesinin görevlilerinin birisinin dairesinde olUrduğum sırada, Mısır inkılab şürasının bir üyesi içeri girdi ve onu Kahire’nin devlet demir yollarına bağlı olan Mısırın en büyük şirketlerinden birisinde Hıristiyanlarında bulunduğu bir toplantıya davet etti. El’ezher’in görevlisi yalnız gitmek

istemeyip benimde orada bulunmam hususunda israr etti. Bu toplantıda ben EI’ezher alimi ile Hırıstıyanların keşişinin ortasında yer alan özel makarnda oturdum.

Toplantılara katılanlar, benim konuşma yapmamı istediler; ben de kendi memleketimizde muhtelif mescid ve diğer kültür merkezlerinde devamlı konuşmalar yaptığım için çekinmeden orada da bir. konuşma yaptım.

Bu olayları anlatmaktan maksadım şu ki bu olaylar git gide o dönemlerde kendim de bir büyüklük hissetmeme ve kendimi bir alim sanrnama sebep olmuştu. Niçin alim olmayayım? Oysa ki Erezher’in alimleri buna tasdik etmişlerdi, hatta c;mlardan birisi bana şöyle demişti: “Senin yerin Erezherdir ve burada kalmalısın”.

Beni daha fazla gururlandıran bir hadise de, Peygamber(S.A.V) in kendisinden sonra kalan bazı mübarek eserlerini ziyaret etmeme izin vermiş olmasıydı.

Kahire’de Hz. Hüseyn’in mescidinin görevlisi, kendi deyişiyle Hz. Resulullah’ın izni olmadan açılmayan bir odaya beni götürdü ve özel bir sandığı açıp Peygamber(S.A.V) in gömleğini ve diğer bazı mübarek eserlerini bana gösterdi. Ben de bunları ziyaret ettim. Oradan çıktığımda Peygamber(S.A.V) bana böyle bir özel lütüf ve inayette bulunmuş diye sevincimden ağlıyordum özellikle o görevli benim ziyaret etmem için hiç bir para filan da istemedi. Hatta ben zorla para vermek istediğimde o benim çok israrıma karşı çok az mıktar bir şeyaldı ve beni, Hz. Peygamber(S.A.V) in tarafından kabul edildiğim için tebrik etti.

Şayette bu olayın tesiri altında bir kaç gece Vehhabilerin dedikleri “Peygamber ölmüş ve onun ölüsü diğer ölüler gibidir” sözü üzerinde derin bir tefekküre daldım ve sonunda bu kötü ve sapık fikirleri beynimden çıkarmaya muvaffak oldum ve bu

sözlerin, temelsiz ve çürük olduguna inandım.

Allah yolunda şehid olan bir kişi, Kur’an’ı Kerim’de açıklandığı üzere ölü sayılmayacaksa ve diri olup Allah’ın yanında rızıklandırılıyorsa, nasıl olurda ilk ve son bütün insanların efendisi Hz. Resulullah(S.A.V) diğer ölüler gibi sayılabilir.?

Bu düşüncem geçmişteki sofulardan öğrendiğim bilgiler sayesinde daha bir aydınh.k kazandı. Çünkü Sofular kendi evliya ve şeyhlerinin alemdeki işlerde tasarruf ve tesir etme salahiyetine sahip olduklarına ve bu makamı Allah’ın onlara verdiğine inanıyorlar. Onlar bu makamların Allah’ın emirlerini yerine getirip ve Hakk’ın indindeki yüce makamlara ulaşmak istemekle hasıl olduğuna inanırlar. Nitekim Al1ahu Teala hadisi kutsi’de buyuruyor ki: “Kulum bana itaat et; benim gibi olursun ki her şeye ol dediğinde olsun”,

Mısır’ daki ikametimin son günlerinde çeşitli mescidleri ziyaret edip onlarda namaz kıldım. Maliki’lerin mescidinden başlayarak Hanefilerin, Şafii ve Hanbemerin mescidlerine gittim. Hz. Zeyneb ve Hz. Hüseyn’in mescidlerini de ziyaret ettim. Ve son olarak da Tiycani’lerin zaviyesine gittim ve orda da bazı hadiselerle karşılaştım ki, konu uzamamasın diye onları nakletmeyeceğim.

                                                GEMİDEKİ GÖRÜŞME

Mısır’dan Beyrut’a giden gemiye önceden belirlenen vakitte ulaşmak için Kahire’den İskenderiye limanına gelmiş bulunuyordum gemideki sandalyeme yerleşir yerleşmez. fikri ve cismi bakımdan kendimde yorgunluk hissettiğim için biraz uyudum. Geminin hareketinden iki üç saat geçtikten sonra uyandığımda yanımda oturan yol arkadaşı m bana dönüp “galiba

iyice yorulmuşsunuz “dedi. “Evet” dedim “Kahire İskenderiye yolculuğu bayağı yordu beni, dün gece gemiye yetişmek için çok az uyudum”. Onun !eheesinden Mısır’lı olmadığını anladım. Her zamanki adetim oldugundan kendimi tutamayarak onunla tanışmak istedim. Kendimi ona tanıttım ve onun da Irak’lı olduğunu öğrendim. İsmi Mun’im ve Bağdat üniversitesinin bir öğretim üyesI idi. O, kendi Doktora tezini Ezher üniversitesine sunmak için Kahire’ye gelmişti.

Onunla İslam ve Arap ülkeleri ve Mısır hakkında konuşup Arapların siyonistlerin karşısında yenildiklerini konuşuyor, derteşiyorduk. Ben bu konuyla ilgili olarak dedim ki: Arapların yenilmelerinin tek sebebi, Arap ve müslümanların arasında ki tefrikalardır ki onları küçük-küçük devletlere, çeşitli mezhep ve fırkalara ayırmıştır. Bu yüzden nüfuslarının fazla olması düşmanları karşısında hiç bir kıymet ve önem taşımıyor. Mısır ve Mısı’rlılar hakkında da çok sohbet ettik; her ikirniz de müslümanların yenilmelerinin sebebi hususunda İttifak etmiştik. Ben sözlerimin bir bölümünde şöyle dedim: “Sömürücülerin bizleri bu şekilde bölmelerine gerçekten karşıyım. Bu bölünmeler bizleri kolayca esirliğe sürüklüyor oysa bizler halen Maliki ile Hanefi mezhebi arasına fark koyuyoruz”. Sonra başımdan geçen bir üzücü olayı ona anlattım: Ben Kahire’de Ebu Hanife camiine gittim, orada onlarla birlikte ikindi namazımı cemaetle kıldım. Namazı bitirdikten sonra yanımda oturan birisi sinirli bir şekilde bana dönüp; ” neden namazda ellerini bağlamadın” dedi? Ben nezaketle cevap verdim: Malikiler namazda ellerini bağlamıyorlar bende Maliki mezhebindenim. Ama adam, “öyleyse kalk Malikilerin camisine git orada namazını kıl” dedi. Ben çok üzgün olarak oradan ayrıldım. Bu şahsın bana böyle davranması gerçekten beni çok şaşırttı.

Bunu anlattıımda Irak’lı Profosör gülümseyerek, “Ben de şiiyim” dedi. Bunu duyunca dehşete kapıldım ve çekinmeden: “Eğer senin şii olduğunu bilseydim seninle konuşmazdım” dedim. Niçin efendim? dedi. Çünkü, sizler müslüman değilsiniz dedim, Ali ibn-i Ebi Talib’e ibadet ediyorsunuz, sizlerin Allah’a inanan iyi ve ılımlı olanlarınınz bile Hz. Muhammed (saa) in peygamberliğini ve risaletini kabul etmeyip Cebrail’e layık olmayan sözleri isnad ediyorlar ve diyorlar ki, “Cebrail Allahın emanetine hiyanet etti, risaleti Hz. Ali’ye getireceğine Hz. Muhammed’e (saa) getirdi”. Sözlerime böylece devam ediyordum. Arkadaşım ise arada bazen gülümsüyor bazen de “Lahevle ve la kuvvete illa billah” diyordu. Sözlerim bittikten sonra tekrar benden sorduki: Siz öğretmen misiniz, çocuklara ders mi veriyorsunuz?” Evet dedim. “Eğer öğretmenler böyle düşünürlerse kültürsüz cahil halkı kınamamalıyız” dedi. Ne demek istiyorsunuz? dedim. “Özür diliyorum, siz bu yalan iddiaları nereden öğrendiniz”? dedi. Halkın içerisinde bulunan kanaatlardan ve tarih kitaplarından diye karşılık verdim ve O, halkı kendi başına bırakalım da sen hangi kitaplardan bu sözleri öğrendiğini söyle” dedi. Ben de Ahmet Eminin, yazmış olduğu Facr’ul İslam, Zuhal İslam, Zehrul İslam gibi bazı kitapların isimlerini saymaya başladım. O, “Ahmet Emin ne zaman şiiler hakkında kaynak oldu? Eğer sen adalet ile hükmetmek istiyorsan bu sözleri şiilerin asıl kaynaklarında bulmalısın” dedi. Ben de karşılığında tüm halkın içinde meşhur olan şeylerin neyini araşlırayım dedim. Ama o şöyle dedi: Ahmet Emin Irak’a ziyarete geldiğinde ben Necer’le onunla görüşen hocalardan biriydim. Ona şiilerin hakkında yazdığı sözler hususunda itiraz euiğimizde O özür diledi ve dedi: Ben maalesef sizlerin hakkında hiç bir şey bilmiyordum ve şimdiye kadar şiilerle hiç karşılaşmadım ve bu benim şiilerle ilk

karşılaşmamdır. Bunun üzerine ona şöyle dedik: Bu mazeretin, suçundan daha kötüdür, çünkü bizlerin hakkında hiç bir şey bilmediğin halde neden ağzına gelen her kötülüğü şiilere isnad edip yazdın? Arkadaşım sözlerine devam ederek dediki “Kardeşim, Kur’an en kuvvetli ve en güçlü kaynak olmasına rağmen eğer bizler şimdi yahudi ve hristiyanların suç ve hatalarını, Kur’an-ı Kerim’den onlara gösterecek olursak, onlar yine bu sözleri kabul etmezler, ama eğer biz onların suç ve hatalarını onların itimat ettikleri kitaplarından çıkarıp onlara gösterirsek bu, “Şehide şehidun min ehlihi babından olur” (yani kendi hatalarını kendilerinin itiraf etmesi gibi olur.)

Arkadaşımın bu sözleri su gibi benim susamış kalbime dökülüyordu.

Bu kısa tartışıma neticesinde elinde bir delili olmayan bir tartışmacı konumuna düştüğünü gördüm. Çünkü sağlam bir mantık ve güçlü delillerle karşı karşıya geldiğimi hissediyordum. Kendi kendime, biraz alçak gönüllükle bunu dinlersem ne olur “dedim. Sonra ona hitaben” O zaman sen Hz. Muhammed’e inananlardansın” dedim. Evet dedi, Irak’da bulunan tüm şiirler de benim gibidirler. Sen de şii kardeşlerin hakkında türlü-türlü zanlara kapılmaman için bunu yakından araştırıp görebilirsin. Çünkü bazı lanlar günahtır. Sonra şunu da
eklediki:

Eğer gerçekten hakikatı öğrenmek istiyorsan ve gerçeği olduğu gibi gözlerinle görüp kalbin ile inanmak istiyorsan ben seni Irak’a davet edliyorum.

Orada şiilerin ulema ve avam tabakasıyla görüşür ve doğru bir kanaata sahip olursun.

Dedimki: “benim de arzum bir gün Irak’a gelerek Abbasi’lerin ve özellikle Harunurreşid döneminden kalan meşhur islami eserleri yakından görmektir. Ama ilk önce maddi

imkanlarım sınırlıdır ve ancak Ömre seferimin masraflarını karşılayacak miktardadır ve sonra elimdeki pasaportla da Irak’a giremem; vize almam gerekir. Ama o dedi ki: “Seni Irak’a davet etmem, senin Beyrut’tan Bağdat’a ve Bağdat’tan Beyrut’a olan tüm masraflarını ve senin Irak’ta kaldığın müddetce masraflarını karşılayacağım demektir ve orada da benim misafirimsin ve bizim evde ikamet edeceksin. Ama pasaportla ilgili mesele ise bu işi Allah’a bırak, eğer Allah Irak’a gelmeni isterse pasaportsuzda gelmen mümkün olur. Biz Beyrut’ta indiğimizde Irak’a girebilmen için vize almaya gayret ederiz”.

Bu teklif beni çok sevindirdi, arkadaşıma, “inşallah yarın kesin bir şey söylerim” dedim ve ondan ayrıldım. Taze hava almak için güveneye çıktım, fikrim yeni meselelerle meşgul idi; bir yandan da denizlerle birleşen ufuklara daırnıştım.

Allah’a kainatı bu kadar güzel yarattığı için hamd ve sena ediyor ve buraya kadar beni getirdiğinden dolayı şükrediyordum ve ondan beni kötü insanlardan ve
kötülüklerden uzaklaştırmasını ve hata ve sapıklıklardan korumasını diliyordum.

Git – gide fikir denizi me dalıyor ve çocukluğumdan o ana kadar başımdan geçen güzel günlerin hepsini bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiriyordu m; geçmişimi düşünmek istikbalimin daha iyi olacağına dair ümidimi daha da artırıyordu.

Öyle hissediyordum ki Allah ve Resülünün(S.A.V} özel bir lutuf ve inayeti beni kuşatmış, çepe – çevre sarmıştı.

Son olarak, Peygamber(S.A.V) in gömleğini öptüğüm o güzel hatıraları gözlerim de canlanan ve bazı sahilleri uzaklardan görünen Mısır’a veda ettim.

Bir kez daha bu şia’nın sözlerini aklımdan geçirdim. Gerçekten de bu teklif, çocukluk dönemimden arzumu gerçekleştirdiği için beni çok sevindirmişti.

Ben Irak’a giderek İslam medeniyetinin ilerlediği dönemde batılı bilginlerin bile ders aldığı Dar’ul Hikme gibi ilim merkezinin kurucusu Mamun’un ve babası Harun’ur Reşid’in diyarının tarihi eserlerini yakından görmek istiyodum.

Üstelik Irak, Kutbi Rebbani, Şeyh-i Semedani, ünü dünyayı sarmış, tarikatı köylere bile ulaşmış, gayreti tüm gayretleri aşmış olan Mevlam Abdulkadir Geylani gibilerin mezarının bulunduğu bir yerdir.

Bu arzularımın da yerine gelmesini yine Allahın diğer inayeti olarak görüyordum. Böylece hayal ve kuruntu denizinde yüzmeye dalmıştım. Akşam yemeği için geminin verdiği mola beni bu dalgınlıktan kendime getirdi, ben de restoranta doğru ilerledim ama herkes biribirinden öne geçmek için birbirlerini itiyorlardı ve böylece izdiham olmuştu. Ses seda çoğalmış idi aniden şii olan şahıs benim hafifce gömleğimden çekerek şöyle dedi: Gel kardeşim kendini üzme, biz bu kalabalığa girmeyelim sonradan rahat yemeğimizi yeriz; seni çoktan beri arıyorum. O bana “Namazını kıldın mı?” diye sordu. “Henüz kılmamışim dedim. O zaman “gel” dedi, gel de “namazımızı kılalım sonra bu izdiham biter rahatça yemeğimizi yeriz”.

Teklifini beğendim, abdest almak için kalabalıktan uzaklaştık. Bu adamın nasıl namaz kıldığını merak ediyordum.

Bu yüzden onu imam olarak öne geçirdim ve sonra kendi namazımı iade ederim dedim. Ama o akşam namazının kıraat ve zikirlerine başladığında benim görüşüm tamamen değişti öyle ki kendimi Peygamber(S.A.V) in değerli sahabelerinin birinin peşinde namaz kılıyor sandım. Namaz bittikten sonra bir çok dualar okudu. Ben o zamana kadar bu duaları kendi ülkernde ve gezdiğim diğer devletlerde duymamıştım. O okuduğu duaların arasında Peygamber ve Ehl-i Beytine salavat gönderdikçe benim içim rahatlıyordu. Namazda ağladığı

gözlerinden belli oluyordu, benim basiret gözümün açılması için de dua ettiğini duydum. Namazdan sonra beraber restoranta gittik, restoranta ben oturmadan kendisi oturmadı. Sonra iki kişilik yemek getirdiler. O benim önümdeki kabın etinin az olduğu için benim kabul etmememe rağmen kendi önündeki kabla değiştirdi. Ben onun misafiriymişim gibi israr ve iltifat ediyordu, çok yumuşak ve samimi konuşuyordu, sohbetlerinin arasında yemek yeme, su içme ve sofranın adabı hakkında benim duymadığım bir kaç rivayet de zikretti

Ahlakından çok hoşlanmıştım. Yatsı namazını da ona uyarak kıldım. Namazı duayla o kadar uzattı ki ben de ağladım. Allah’tan istedim ki, bu şahsın hakkında benim zannımı değiştirsin; ki bazı şüpheler günahtır. Ama nelerle karşılaşacağımı kim ne bilirdi?

Irak ve binbir gecesini hayel ederek uyudum. Sabah namazına beni çağırmasıyla uyandım ve birlikte sabah namazını kıldık, daha sonra Allah’ın müslümanlara verdiği nimetlerden bahsettik. Ben tekrar uyudum. Uyandığımda onu yatağında elindeki tesbih ile Allah’a zikir ettiğini gördüm. Böylece ona güvenim kesinleşti ve Allahtan beni bağışlamasını istedim.

Restoran’da bir şeyler yemeğe meşgul iken hoperlör Lübnan sahiline yaklaştığımızı ve iki saat sonra Beyrut limanına ulaşacağımızı bildiriyordu.

Arkadaşım, “iyice düşünüp sonuca vardın mı?” diye sordu. “Eğer Allah isterse ve Irak’a gitmek için vize alırsak hiç bir engel yok” dedim. Ve ona bu davetinden dolayı çok teşekkür ettim. Beyrut’ta inip o geceyi Beyrut’ta geçirdik ve sonra oradan Şam’a gittik. Şam’a iner inmez hemen Irak konsolosluğuna gittik ve hiç ummadığım sür’atle Irak’a girmek için vize aldık. Oradan çıktığımızda arkadaşım vize alabildiğim için beni tebrik edip Allah’a şükretti.

 IRAKA İLK SEFERİM

Necef uluslararası yolcu taşımacılık firmasına ait havalandırması sistemi ol1an bir otobüsle Şam’dan Bağdat’a hareket ettik. Bağdat’a vardığımızda hava sıcaklığı 40 dereceyi buluyordu.

Oradan hemen arkadaşımınn (İkaI) mahallesi dediği güzel bir semtte yer alan evine gittik. soğutucusu mükemmelolan evinin bir odasında biraz dinlendim, o bana dişdaşe dedikleri uzun bir gömlek getirdi. Sonra sebze ve yemek ikram etti ve aile fertleri teker teker gelip hürmetle bana selam verdiler. Babası beni önceden tanıyormuşcasına bana sarılıp sıcak bir şekilde benimle görüştü.

Ama annesi başında bulunan siyah bir çarşafla kapının önün de durup oradan bana selam verdi ve “hoş geldiniz” dedi.

Arkadaşım annesinin bana el vermediğinden dolayı özür diliyerek dedi: “kadının yabancı erkeğe el vermesi haramdır bu yüzden annem size el vermedi”. Ben daha da şaşırdım ve kendi kendime dedim ki:

        “Biz bunları dinden çıkmakla dolayı suçluyoruz oysa, bunlar dinin hükümlerine bizden daha da bağlıdırlar”.

Ben onunla birlikte olduğum bir kaç gün içerisinde onu çok cömert, şahsiyetli, asaletli ve cesur gördüm. Onda müşahede ettiğim alçak gönüllülük ve takvanın eşine bile rastlamış değildim ve ben kendi evimdeymişim gibi yabancılık ve gariplik hissetmiyordum.

Akşamleyin yatakları evin üzerinde sermişlerdi. Uyumak için yukarıya çıktık ama ben gece uzun bir zamana kadar uyuyamamıştım.

Kendi kendime “bunlar rüyamı yoksa hakikat mı acaba ben gerçekten Bağdat’ta Abdul Kadir Geylani Hazret’lerinin

yanındamıyım? diyordum.

Abdulkadir Geylani’den bahsettiğim de arkadaşım gülümseyerek “Tunus’lular Abdulkadir Geylani hakkında ne söylüyorlar?” dedi. Ben de Tunus’luların Abdul Kadir Geylaninin hakkında naklettikkler; bazı kerametleri, Tunus’ta onun ismiyle yapılan bina ve makamları ve onun velilerin kutbu olduğunu, Hz. Resulullah(S.A.V) ın Peygamberlerin efendisi olduğu gibi Abdul Kadir’inde evliyanın ,efendisi olduğunu ve onun “halk yedi kez Allah’ın evinin etrafını tevaf eder oysa ben Allah’ın eviyim, kendi çadırımın etrafına dönüp dururum” sözünü anlattım.

Ben hatta arkadaşımı Abdul Kadir Geylaninın bazı murid ve dostlarının yanına aşikar olarak gelip onların hastalarına şifa verdiği ve onların zorluklarını giderdiği hususunda ikna etmeğe çalıştım. Ama acaba o anda bütün bunları şirk bilen Vahhabilik inancını unutmuşmuydum, yoksa gözardı mı ediyordum bilemiyorum.

Bunları anlattığımda arkadaşım da umduğum ilgiyi görmeyince kendimi bu söylediklerimin hatalı da olabileceği hususun da ikna etmeğe çalıştım. Bu yüzden arkadaşıma bu hususda onun görüşünün ne olduğunu sordum.

O gülümseyerek şöyle dedi: Yolculuk yorgunluğunuzun çıkması için, siz bu geceyi dinlenmek için ayırın, yarın inşaallah Şeyh Abdul Kadir’in ziyaretine gideriz. Onun bu sözlerine çok sevindim; kalbim sanki sevincinden uçmak istiyordu; bir an evvel sabah olmasını arzuluyordum. Ama yorgun olduğum için çok geçmeden derin bir uyku ya dalmıştım.

  ABDUL KADİR GEYLANİ VE MUSA-I KAZIM (A.S.)

Sabahleyin kahvaltı yaptıktan sonra Şeyhin haremine gittik. Yıllardan beridir ziyaretini arzuladığım makamı görünce

koşarak içeri girdim. sanki kendimi Şeyhin kucağına atacağım.

Burayı görme aşkı öteden beri benim kalbime yerleşmişti. Ben nereye gidiyordumsa arkadaşım da peşimce geliyordu. Ben, Beytullah’ın (Kabenin) ziyaretcileri gibi izdiham yapan ziyaretçilere katıldım. Bazıları ziyaretçilere helva dağıtıyorlardı ve halk da helva alabilmek için birbirlerini itip duruyordu.

Ben de biraz helva alıp birazını teberrük için yedim ve birazını da sakladım. Sonra da becerdiğim kadar orada namaz kılıp dua ettim. Oradan içtiğim suyu Zemzem suyu gibi sanıyordum. Daha sonra da Şeyhin yeşil kubbeli makamını gösteren tebrik kartlarını alıp Tunus’daki arkadaşlarıma göndermek için üzerlerini yazmaya koyuldum ve arkadaşımdan bu iş için beni biraz beklemesini rica ettim. Böylece ben, dost ve akrabalarıma niyetimin doğruluk ve yüceliği sonucu onların ziyaret edemedikleri bu makama ulaştığımı göstermek istiyordum.

Öğle yemeğini başkentin orta kesimlerindeki umumi bir restorantda yedikten sonra arkadaşım beni özel bir taksi ile Kazimeyn’e götürdü. Ben bu ismi ilk olarak arkadaşımın şöförle konuşmasından duydum. Arabadan iner inmez kendimi büyük bir kalabalığın içerisinde buldum.

Kadın ve çocukların da bulunduğu bu kalabalık bizim gittiğimiz semte doğru gidiyorlardı. Bazıları kendileriyle birlikte eşyada götürüyorlardı. Nereye gittiğimi iyice bilmediğim halde bunları görer görmez hac mevsimini hatırladım.

Az sonra parıltısı gözleri kamaştıran altın bir kubbe minareleriyle birlikte görülmeğe başladı. Ben buranın şiilere ait bir cami olduğunu anladım. Çünkü önceden şiilerin haram olmasına rağmen, camilerini altın ve gümüş ile süslediklerini duymuştum.

Caminin içerisine girmek istemiyordum ama arkadaşımın

 

hatırı için onu takip ederek içeri girme zorunda kaldım.

Hele birinci kapıdan içeri girdiğimizde bazı ihtiyar kişilerin ellerini kapılara sürdüklerini ve onları öptüklerine şahit oldum.

Kapının yanında bulunan büyük bir tablo üzerinde “Örtüsüz kadınların içeri girmesi yasaktır” diye yazılmış olması dikkatimi çekti. Tabloda İmam Ali den şöyle bir rivayette ka ydedilmişti;

        “Bir gün gelir kadınlar çıplak olarak evlerinden çıkarlar”….

Yetiştiğimizde arkadaşım giriş izni diye bilinen bir duayı okumayla meşguloldu. Ben de her iki yüzü altın ve güzel nakışlarla dolu ve hep Kur’an ayetlerinin yazılmış olduğu kapıyı seyretmeye daırnıştım.

Arkadaşım içeri girdi ben de onun peşi sıra girdim ama hep zihnimde şiilerin kafir olduklarına dair bazı kitaplarda okumuş olduğum yazılar, gözlerimin önünde canlanıyordu.

Türbenin içinde gördüğüm süs ve nakışlar, hayalime bile sığmayacak derecedeydi. Kendimi şimdiye kadar alışmadığım bir alemde görmem, beni hayrete bürümüştü.

Mezarın etrafına dönen onu öpüp ağlayanları nefret ile seyrediyordum. Bazılarının kabirin etrafında namaz kıldıklarını da görünce Hz. Resul(S.A.V) ün şu hadisi aklıma geldi «Allah yahudi ve hırıstıyanlara lanet etsin ki evliya ve büyüklerinin kabirlerini mescid yaptılar.»

Arkadaşım içeri girdiğinden beri gözlerinden yaş döküyordu. Ben onu bu halinde kendi başına bıraktıın, kabrin çevresine asılan ziyaret duası yazılmış olan bir tabloyu okumak için ona yaklaştım. Bu ziyaret düasında tanımadığıın bir çok isimler zikredilmişdi bu yüzden fazla bir şey anlayamadım, fatiha okudum ve dedim: Allakım eğer bu adam müslümansa

ona rahmet et çünkü sen kendi kulunu iyice tanıyorsun. Arkadaşım bana yaklaşıp yavaşca kulağıma şöyle fısıldadı “Eğer bir dileğin varsa burada Allah’tan iste, bu kabrin sahibine biz (Bab’ul Hevaic) “dilekler kapısı” deriz.

Onun sözlerine önem vermedim (Allah beni bağışlasm). Başlarında beyaz yahut siyah sarık ve alınlarında secde izi bulunan yaşlı kişilerin burada bulunuşu benim dikkatimi çekiyordu. Uzun sakal, güzel koku ve ciddi bakışları, bunların heybetini daha da artırıyordu. Bunlar da dahil olmak üzere içeri giren herkes ağlıyordu. Aniden kendime gelip kendi kendime sordum: “Acaba bütün bu gözyaşları yalan mı? Ve tüm bu yaşlı adamların davranışları hata mı?”

‘Şaşkın bir halde oradan çıktım ama arkadaşım, makama hürmetsizlik olmasın diye arka arkaya çıkıyordu.

Ondan bu türbenin sahibinin kim olduğunu. sordum. “İmam Musa’i Kazim (as)” olduğunu söyledi. “İmam Musa’i Kazım (as) kim oluyor? “dedim. “Subhanellah siz Ehli sünnet kardeşler neden çekirdeğin özünü bırakıp kabuğuna sarılmışsınız?” dedi. Ben onun bu sözüne darıldım ve öfkeli bir halde “bizler nasıl çekirdeği bırakıp kabuğa sarılmışız? dedim.

O beni biraz sakinleştirdikten sonra şöyle dedi: “Kardeşim sen lrak’a geleli hep Abdul kadir Geylani’den bahsediyorsun. Abdul kadir Geylani kimdir ki seni böyle kendisine cezbetmiş? Hemen gururla dedim ki: “O Resulullah(S.A.V) ın evlatlarındandır. Resulullah’tan sonra Peygamber gelseydi muhakkak Geylani Peygamber olurdu”.

“Acaba İslam tarihi hakkında malumatınız varmıdır? diye sordu. Evet dedim. Oysa ki İslam tarihi hakkında doğru bir bilgiye sahip değildim, hocalarımız bizleri incelemekten men eder ve derdiler ki”: bu karanlık tarihin karanlık sayfalarını okumanın bir yararı yoktur”. Örnek olarak: Günlerin birinde

belagat dersinde tesadüfen Hz. Alinin Nehcul Belaga’sının Şıkşıkıyye hutbesini okuyorduk. Bu hütbe, ben ve arkadaşlanmı hayrete salmıştı. Ben cesaret edip hocaya şöyle bir soru yönelttim: “Bu hutbe Hz. Ali’ye mi aittir?” “Evet” dedi. “Şüphesiz Hz. Ali’nin dir, Hz. Ali’den başka kim böyle beliğ konuşabilir? eğer bu sözler Ali’den başkasının olsaydı, Mısırın büyük müftüsü şeyh Muhammed Ebduh gibi şahsiyetler bu hutbelere bu kadar önem verip onlara şerh yazmazlardı”. Bunun üzerine ben şöyle dedim: “Ama burada Hz. Ali, Ebubekr ve Ömer’i hilafet meselesinde onun hakkını gasbetmekle suçluyor”.

Hocam sinirlenerek bana bağırdı ve “eğer bir kez daha böyle sorular sorarsan sınıftan atılırsın” diyerek beni tehdid etti ve sözlerine şunu da ekledi ki “biz belagat dersi okuyoruz, tarih dersi değil. Sahifeleri, müslümanların arasında başgösteren kanlı savaşlar ve fitnelerle dolu tarihi incelemek bize ne yarar, Allah bizim kılıçlarımızı müslüman kanına bulamadığı gibi bizler de onlara dil uzatmayalım”.

Ben bu sözle ikna olmadım ve o hocaya karşı dargın kaldım ve kendi kendime “verdiği dersin anlamını açıklamaktan bile acizdir” dedim.

Defalarca İslam tarihini okumak istedim ama elimde gerekli kaynak ve kitapların olmadığından dolayı buna muvaffak olmadım ve bizim hocalanmız arasında da bu işe önem gösteren birini görmedim.

Sanki bunlar tarihin sahifelerini açıp ve içerisindekiler hakkında düşünmerneğe hep birlikte karar almışlardı.

Arkadaşım tarih hakkında ki bilgimden sorduğunda meseleyi kapatmak için de olsa “evet” dedim, oysa içerirnde diyordum ki “tarihin içi fitne, kin ve çelişkilerle dolu olduğunu ve okumasının bir yaran olmadığını biliyorum”,

Abdul Kadir Geylani’nin ne zaman dünyaya geldiğini

biliyormusun? diye sordu. “Galiba altı yahut yedinci asırda dünyaya gelmiş” dedim. “Onunla Resulullah’m arasında ne kadar fasıla vardır?” dedi.

Ben “en azından altı asır vardır “dedim. Eğer her asırda iki nesil gelirse Abdul Kadir Geylani Peygamberin onikinci torunu olur”, dedi. Ben de evet öyledir dedim. “Ama İmam Musa Kazım sadece dört babayla Resulullah’a ulaşır. İmam Musa kazım Cafer Sadık’ın, O da Muhammed Bakır’ın, O da Zeynelabidin’in, O da Hz. Hüseyn’in O da Hz. Fatıma’nın ve O da Resulullah’ın evladıdır. Bir başka tabirle İmam Musa Kazım hicretin ikinci asrında dünyaya gelmiş; o halde sen hesab et bunların hangisi Peygambere daha yakındır dedi.

Hiç beklemeden muhakkak ki bu daha fazla yakındır ama neden biz şimdiye kadar onu tanımayıp ismini dahi duymadık?” dedim. “İşte asıl dert buradadır, bu yüzden sizden özür dileyerek biraz önce dediğim sözü tekrarlıyorum ki, sizler çekirdeğin özünü bırakıp kabuğuna sanlmışsınız”.

Böylece bazen durup ve bazen de yürüyerek konuşuyorduk. Bir ilmi merkeze yetiştik Orada talebeler ve öğretmenler tartışıp ilmi konularda birbirleriyle bahsediyorlardı. Orada biraz durduk, arkadaşım bunların biri ile randevusu varmışcasına oradakileri gözden geçirdi. Onlardan biri kalkıp bizim yanımıza geldi. Selam verdi, arkadaşım ondan bir şahısı sordu ve ben onun verdiği cevaptan sorulan kişinin profosör olduğunu ve biraz sonra geleceğini anladım. O arada arkadaşım bana dedi: “Seni buraya getirmekten amacım, seni Bağdat üniversitesinin profosörlerinden olan bir tarih uzmanı ile tanıştırmaktır. O doktora risalesi tezini Abdul Kadir Geylani’nin hakkında yazmıştır, Allah izniyle onunla görüşmek senin için yararlı olur. Çünkü ben tarih uzmanı değilim”, Bizler bir soğuk şerbet içinceye dek beklediğimiz adam da geldi. Selamlaştıktan sonra

arkadaşım beni ona tanıttı ve ondan Abdul Kadir Geylani’nin hayatını kısaca bana anlatmasını rica etti ve kendisi başka bir işine yetişebilmesi için musade alıp bizden ayrıldı. Tarih hocası ikimize meşrubat ısmarladıktan sonra benim ismimi, ülkemi ve mesleğimi ve Tunus’da Abdul Kadir Geylani’yi nasıl tanıdıklarını sordu. Ben de her şeyi anlattım ve dedim ki bizim halkımız hatta şöyle inanıyor, Resulüllah(S.A.V) miraca gittiğinde Abdul Kadir Geylani’nin omuzunda gitmiştir ve Cebrailin yanmaktan korkup artık yükseklere çıkamadığında Resulullah(S.A.V) Abdul Kadir’e dönüp dedi “Benim ayaklarım senin omuzunda senin ayakların ise Kıyamet gününe kadar tüm evliyaların omuzundadır.

Tarih hocası benim bu sözümü duyunca çok güldü, ama neye güldüğünü bilmedim. Acaba benim anlattığım sözlere mi güldü yoksa önünde oturan Tunus’lu hocaya mı?

Hoca Allah’ın evliya ve layık kullarının hakkında biraz konuştuktan sonra şöyle dedi: Yedi yıl süren bir çalışma boyunca Pakistan’a, Türkiye’ye, Mısır’a, İngiltere’ye ve Abdul Kadir Geylani’ye ait yazılı eserler olan her yere gittim ve onların hepsini inceleyip fotokopi aldım. Ama bunların hiç birisinde Abdul Kadir Geylani’nin Peygamberin neslinden geldiğini isbat eden bir delile rastlamadım; sadece onun torunlarından birisine ait olan bir şiirde şöyle bir kıt’a yeralmıştır: “Benim ceddim Resulullah (S.A.V) dır.”

Bu sözü ise bazı bilginlerin söylediği gibi Resulullah’tan nakledilen “Ben her takvalının ceddiyim” hadisine işare olabileceği büyük bir ihtimaldır. Sonra sözlerine şöyle devam etti: Doğru ve sahih tarihler Abdul Kadir Geylani’nin fars asıllı olduğunu ve İran’ın Geylan isimli şehrinde dünyaya geldiğini ve o yüzden Geylani lakabını aldığını ve daha sonra Bağdat’a gelip orada tahsil gördüğünü açıklıyor ve Abdul Kadir Geylani,

toplumda ahlaki bir çöküşün yaşandığı bir dönemde ders halkaları oluşturarak görevini ifa etmeye çalıştığını, onun takvalı ve zahid birisi olduğu için halk tarafından beğenildiğini bildiriyor. O öldükten sonra diğer sofuların muridlerinin yaptığı gibi, müritleri Kadiriyye tarikatını onun adına kurmuşlardır”.

Sözlerini şu cümleyle bitirdi: “Gerçekten de Arapların bu bakımdan durumu çok üzücü ve taassuf vericidir”.

O zaman Vahhabilikle ilgili fikirler zihnimde canlandı ve şöyle dedim. “O zaman siz de Vahhabisiniz, çünkü onlar da sizin gibi evliyaların olduğuna inanmıyorlar.

“Hayır” dedi. “Ben asla Vahhabi değilim, müslümanların te’essuf edilecek bir yönleri de hep ifrat veya tefrite düşmeleridir. Ya tüm hurafelere ve boş inançlara-akıl ve şeriattan hiç bir delil olmadan-inanır ve onları tastik ederler yahut da hiç bir şeye inanmayıp temelsiz bazı inançlar uğruna Hz. Muhammed (S.A.V) in bir çok hadislerini ve mucizelerini bile inkar ediyorlar. Böylece birbirleriyle ortak noktaları olmayan biri doğuya diğeri batıya yönelmiş iki zıt kutup haline gelirler. Mesela Abdul Kadir Geylani bir anda hem Bağdat’ta hem Tunus’ta olabilir, bir anda hem Tunus’daki hastaya şifa verip hem de Dicle nehrinde boğulmak ta olan birini kurtarabilir demek aşırı gitmektir. Sofuların bu inançları karşısında, Vahhabiler hatta Hz. Resulullah(S.A.V) a tevessül eden birini dahi müşrik biliyorlar. İşte bu da tefrittir.

Hayır benim kardeşim, biz Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu gibi olmalıyız. Allahü Teala buyuruyor ki: “İşte böylece tüm insanlara şahit( ve örnek) olmanız için vasat(aşırılığı olmayan

adil) bir ümmet kıldık” (1)

Sözlerinden hoşlanıp teşekkür ettim, çok memnun olduğumu bildirdim. O da çantasını açıp Abdul Kadir Geylani hakkında yazmış olduğu kitabı çıkarıp bana hediye etti ve beni evine davet etti. Ama ben mazeretim olduğunu ve davetini kabul edemeyeceğimi bildirerek teşekkür ettim.

Sonra da sohbetimizi Tunus ve Kuzey Afrika hususuna çevirdik. Bu sırada da arkadaşım geldi, ondan ayrılıp beraber eve döndük. O günün hepsini konuşma, tartışma ve ziyaretle geçirdiğim için çok yorgun idim. Hemen uykuya daldım. Sabah erken kalkıp namaz kıldıktan sonra Abdul Kadir Geylani hakkında hocanın verdiği kitabı okumaya başladım. Arkadaşım uyanıncaya kadar yarısını okudum. Kahvaltıya davet ettiğinde bile kitabı bitirmeden yerimden kalkmayacağımı söyledim ve kitabı okumaya devam ettim.

Gerçekten dikkate değer ve çok ilgi çekici bir eserdi.

Bu eserin bende vücuda getirdiği şüphe ve tereddütlerin yerini henüz Irak’tan ayrılmadan yakin ve kesin kanaat almıştı.

——————–
1.Bakara: 143

 

 TEREDDÜT VE SUAL

Arkadaşımın evinde kaldığı m üç gün içerisinde dinlenmenin yanısıra bunlardan duyduğum şeyler hakkında etraflıca düşündüm. Bunlar, hakkında doğru dürüst bir ön bilgiye sahip olmadığım için sanki bunları ay küresinde ben keşfetmiştim. Hiç kimse bize kötüleyici laflardan başka bunlar hakkında bir şey söylemiş değildi.

Neden tanımadan bunlardan hoşlanmıyor ve bunlara karşı

 devamı

kin besliyordum? Belki de bunların sebebi, haklarında işittiğim o söylentilerdi. Mesela bunlar Ali’ye ibadet ediyorlar, imamlarını ilah makamına çıkarıyorlar, bunlar “hulul”‘a  inanıyorlar yahut bunlar taşa tapıyorlar. Yine babamın da hacdan döndüğünde anlattığı gibi – Peygamber’in kabrine necis ve pislik atıyorlar; bu yüzden Suudiler bunları idama mahkum ediyormuş kabilinden bir sürü iftira kısaca her kes her istediği kötülüğü çekinmeden şia’ya nisbet verebiliyordu.

Bunları işiten bir müslüman nasıl şiilere kin duymaz nefret edip onlara düşman kesilmez, hatta onlarla muharebe etmez?

Ama ben nasıl bu iftira ve yalanlara inanabilirim? Çünkü ben görülecekleri gözümle gördüm, işitilecekleri kulağımla işittim ve bir haftadan fazladır bunların içerisinde olmama rağmen akıl ve mantığa dayanan sözler haricinde bunlardan bir şey duymadım ve bir kötülük görmedim hatta bunların yaptıkları ibadet namaz ve dualarına, ve hocalarına gösterdikleri hürmete aşık oldum ve kendirnin de bunlar gibi olmasını arzuladım.

Kendi kendime acaba bunlar gerçekten mi Resulullahtan nefret ediyorlar? diye soruyordum. Bu yüzden defalarca bunları denernek için ResulullahCS.A.V) ın ismini söylüyordum ama, bunlar tüm vücudlarıyla Resulullah (S.A.V) a selavat gönderip “Allahumme selli ela Muhammedin ve ali Muhammed” diyordular.

Yine de kendi kendime, belki de bunlar nifak yapıyorlar; diye düşünüyordum ama çeşitli kitaplarını açıp okuduğumda bunların Peygamber (S.A.V) in takdis ve hürmeti hususunda daha koyu bir inanca sahip olduklarını görünce bu düşünceden kurtuldum. Bunların kitaplarında gördüğümün benzerini kendi kitaplarımızda görmüş değildim. Bunlar Hz. Resuluııah’ın hatta Peygamber’in istisnasız bütün davranışlarında masum olduğu

görüşündeler. Oysa biz Ehl-i sünnet Peygamber(S.A.V) i yalnız Kur’an-ı ulaştırmak hususunda masum biliyoruz; ama diğer davranışlarında hata yapması mümkün olan bir insan olduğuna inanıyoruz ve bu iddiamıza bazı örnekler de vererek sahabeden bazılarının Resulullah’ın hatalarını düzelttiğini ileri sürüyoruz. Oysa şiiler Peygamber’in hata yaptığına diğerlerinin onun hatasını düzelttiğine kesinlikle inanmazlar. O halde nasıl şiiler hakkında Resulullah’ı sevmediğine dair söylenilen bazı sözlere inanabilirim?

Günlerin birinde arkadaşımı yemine vererek sorularıma sarih ve net cevaplar vermesini istedim; Sonra aramızda şöyle bir sohbet geçti:

“Bana göre sizler Hz. Ali’yi Peygamber(s.a.v)in makamına yükseltiyorsunuz. Çünkü Ali’nin ismini andığınızda hep Aleyhisselam diyorsunuz.

“Evet bizler Emir’ulmuminin ve diğer evlatlarının isimleri geldiğinde Aleyhisselam diyoruz. Ama asla bunların Peygamber olduğu anlamına gelmez. Bunlar ancak Peygamberin tertemiz soyudurlar. Allah’u Teala Kur’anı Kerimde bunlara selat ve selam göndermeği emretmiştir, bu yüzden onlara aleyhisselatu vesselam demeninde hiç bir mahzuru yoktur.”

“Hayır kardeşim dedim, bizler Resuluılah ve diğer Peygamberlerden başkasına selavat ve selam göndermeyi kabul etmiyoruz. Ali ve evlatlarının bununla bir alakası yoktur”.

-“Hakikatı anlamanız için daha fazla araştırmanızı ve kitap okumanızı rica ediyorum.

-“Hangi kitapları okuyayım, senin kendin Ahmet Emin’in kitapları şiayı bağlamaz diye söylemedin mi? Şiaların kitaplarına da biz itibar etmiyoruz. Hırıstıyanların itimat ettikleri kitaplarda Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu yazılıdır ama Kur’an-ı Kerim bu hususda gerçeği açıklayarak Hz. İsa’nın

 

diliyle diyor ki: Onlara ancak bana emrettiğini söyledim, Rabbime ve Rabbimize kulluk edin dedim.(Mâide -117)

-Çok güzel, benim senden istediğim bundan başka bir şey değildir. Bizler müslüman olarak mantık gereği yalnız Kur’an ve sahih olan sünnete itibar göstermeliyiz (onun bunun kitabına değil) Elbette eğer bir yahudi ve hıristiyanla tartışma sözkonusu olsaydı o zaman delil olarak gösterilecek şeyler daha değişik, olmalıydı.

-Peki hangi kitaplarda hakikatı bulabilirim? Her yazar, her grup ve her mezhep kendisinin hak olduğunu iddia ediyor.

-Ben şimdi sana bu tartıştığımız hususda çeşitli mezhep ve fırkalara mensub olmalarına rağmen bütün müslümanların kabul ettikleri bir delil göstereceğim ki, siz ondan haberdar değilsiniz. -Allah’ım ilmimi artır!

-Acaba şu ayeti okudunmu ki “Şüphe yok ki Allah ve melekleri Peygamber’e salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.” (1)

Şii ve sünni bütün müfessirler yazmışlar ki bu ayet nazil olunca sahabeler, Peygamber(S.A.V) in huzuruna gelip dediler: Ey Allahın Resulu, sana nasıl selam vereveğimizi öğrendik, ama sana nasıl salat edeceğimizi bilmiyoruz.

Resulullah buyurdu şöyle söyleyin: “Allahümme selli ela Muhammedin ve ali Muhammed kema selleyte ela İbrahim ve ali İbrahim fil’alemin  inneke hemidun mecid” ve diğer bir rivayette Resulullah(S.A.v) bu hususta şöyle buyurdu: “hiç bir zaman bana kesik salavat göndermeyin. Sahabeler, kesik salavat nasıl olur dediler. Resulullah, kesik salavat “Allah ‘u mm e seli i ela Muhammedin” deyip
———

1- Ahzab / 56


durmanızdır. Allah kamildir, kamilden başka bir şeyi kabul etmez
. Böylece sahabeler ve onlardan sonra tabiin, salavatı Resulullah’ın kendisinden öğrenip her zaman tam salavat gönderiyorlardı.

Hatta İmam Şafi’i Ehl-i beytin hakkında söylediği bir şiirde şöyle diyor:

Ey Resulullah’m Ehl-i Beyt-i sizleri sevmek
Bir farzdır ki Allah Kuran’ında buyurmuştur
Sizin büyüklüğünüze şu yeter ki
Size salavat göndermeyenin namazı boştur

Bu sözlerin olumlu yankısını hemen kendimde hissetmeye başladım, onun bu sözleri tamamen kalbimde yerleşiyordu. Önceden de bu konuyu okumuştum, ama nerede okuduğumu hatırlamıyordum. Onu tastik ettim ve bizler de Resulullah(S.A.V) a salavat gönderdiğimizde onun Ehl-i beyt’i ve sahabelerine de salavat gönderiyoruz ama bizler şiiler gibi Hz. Ali’nin ismini söylerken onun için “selam” zikretmiyoruz dedim. Bunun üzerine arkadaşım; Buhari hakkındaki görüşünüz nedir? acaba o da şii midir? diye sordu. “Hayır dedirn”, O Ehl-i sünnet alimlerinin içerisinde büyük makamı olan bir imamdır ve onun yazdığı kitap Kur’an’dan sonra en doğru kitaptır”.

Arkadaşım hemen yerinden kalkıp kitaplığından Sahih’i Buhari’yi getirip aradıktan sonra bir sahifesini buldu ve bana vererek okumamı istedi. Orada şöyle bir yazıya rastladım: “Filan ravi diğerinden ve o da Ali(A.S) den bize rivayet etti”. Hz. Ali’nin ismine muteakıb aleyhisselam işaretinin yazılmış olmasına doğrusu çok şaşırdım, hatta bu kitabın Sahih’i Buhari olduğunda bile tereddüte düştüm. Tekrar dönüp kitabın cilt ve sayfalarına baktım ama kitap Sahih’i Buhari idi

Arkadaşım benim böyle şaşırdığımı görünce kitabı benden alıp bir başka sayfasını açıp bana gösterdi, Orada şöyle yazıyordu: “Ali ibn-i Hüseyin Aleyhisselam bizlere hadis etti ” Artık şaşkın bir halde” Subhanellah” demekten kendimi alamadım, o da benim bu sözümle yetindi ve beni bırakıp dışarı çıktı. Ben bir kez daha bu hususda düşünceye daldım ve tekrar kitabı sayfalayıp onun basıldığı yere baktım; helebi ve oğulları isimli bir Mısır matbaasında basılmıştı.

Allahım neler görüyorum? neden bizler bu kadar inad edip hakkı kabul etmiyoruz. Bu adam bizim en doğru kitabımızdan delil getirdi. Buhari kesinlikle şii değil, Ehl-i sünnet’in imamlarından ve bUyük muhaddislerinden birisidir. Acaba Ali “aleyhisselam’ın” dediklerini kabul edeyimmi? ama hakikatı kabul etmekten korkuyorum; bunu kabullenmem belki itiraf etmek istemediğim diğer şeyleri de kabul etmeme sebep olabilir diye düşünüyordum. Zatenönceden de arkadaşımın önünde yenilmiştim. Mesela Abdul Kadir Geylani’nin mukaddesliği hakkında sonunda Musa-i Kazım’ın ondan üstün olduğunu kabul ettim ama ben daha fazla yenilmek istemiyordum. Çünkü bundan kaç gün önce Mısır’da bulunurken önce kendimi büyük bir alim sanıyor ve bu yüzden iftihar ediyordum ve Ezher üniversitesinin hocaları bana hürmet ediyorlardı ama şimdi kendimi bu güne kadar yollarını yanlış bildiğim şahısların yanında yenilmiş görüyordum. Hatta ben şimdiye kadar şia kelimesini hakaret için kullanmaya alışmıştım.

Gerçekten bu tutumum nefis tutkusu tekebbür ve boş taassubtan başka bir şey değildir diye düşünüyor ve sonra şöyle yalvarıyordum Allah’a: Allah’ım sen bana yolunu göster; bir kez dahi olsa hakikatı kabul etmeme yardımcı ol, Allah’ım Sen benim kalbimi ve gözümü aç ve doğru yolunu bana göster ve beni hakikatları işitip ve ona uyanlardan kıl. Allah’ım hakkı

bize olduğu gibi göster ve ona uymayı bizlere nasib eyle ve batılı ;pis olduğu gibi bize göster ve bizleri ondan uzak duranlardan eyle.

Arkadaşım eve geri döndü, ben de bu duaları tekrarlıyordum. O gülümseyerek bana şöyle dedi: Allah sizi, bizi ve tüm müslümanları doğru yoluna hidayet buyursun, nasıl ki kendisi hak kitabında buyuruyor. “Bizim için cihad edenleri yollarımıza sevkederiz ve şüphe yok ki Allah iyilik edenlerle beraberdir” (El’Ankebut / 69) Bu ayetteki Cihad kelimesinin gerçeği bulmak için ilmi araştırma ve tahkik yapma anlamına geldiği söylenir; yani Allah’u Teala şüphe yok ki hakkı arıyanı hakka ulaştırır.

                                                     NECEF SEFERİM

Arkadaşım bir gece bana “Allah isterse yarın Necefe gideceğiz” dedi. Necef neredir diye sordum. Necef ilmi merkezlerin ve Hz. Ail’nin(A.S) kabrinin bulunduğu yerdir dedi. Şaşırarak “Hz. Ali’nin nasıl belli bir kabri olabilir, bizim hocalarımız Hz. Ali’nin belli bir kabri yoktur diyorlar, dedirn….

O gecenin sabahı bir umumi otobüsle yola çıkıp Kufe’ye yetiştik ve orada otobüsden inip büyük islami eserlerden olan Kufe camiini ziyaret ettik. Arkadaşım tarihi yerleri bana gösterdi ve beni Muslim ibni Akil ve Hani ibni Urve’nin kabirlerinin yanına götürüp onların nasıl şehadete erdiklerini kısaca bana anlattı. Ve beni Hz. Ali’nin şehid olduğu mihraba götürdü, daha sonra Hz. Ali ve iki çocuğu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in yaşadıkları eve götürdü. O evin içerisinde bir su kuyusu vardı. Halk o kuyunun suyundan içip abdest alıyorlardı.

O zaman çok güzel manevi haller geçirdik. Dördüncü halife Hz. Ali’nin takva ve sade yaşamasını görmek, bize dünyayı unutturmuştu.

Kufe halkının hürmet ve alçak gönüllülüğü benim çok dikkatimi çekmişti. Caddelerde dolaşırken uğradığımız her topluluk ayağa kalkıp bize selam veriyordu; galiba arkadaşım onların çoğunu tanıyordu.

Bu arada Kufe Enstitüsü’nün müdürüyle tanıştık; o bizleri evine götürdü ve çocuklarıyla tanıştırdı. O geceyi çok iyi geçirdik sanki kendi arkadaşlarım ve ailemin içerisinde idim.

      Onlar’ Ehl-i sünnetten bahsettiklerinde” bizim Ehl-i sünnet kardeşlerimiz” diyorlardı. Söz ve davranışlarından hep samimiyet yağıyordu. Ben sedakatlarını denernek için çeşitli konularda onlara bir çok soru sordum.

Sabahleyin oradan tahminen on kilometre uzaklıkta bulunan Necef şehrine gittik. Oraya yetiştiğimizde Kazimeyn’i hatırladım. Çünkü burada da uzaktan altın kablı minareler gözüküyordu. Şiilerin adetleri olduğu gibi içeri girmeden izin duasını okuduk. Sonra içeri girdik. Burada ben Kazimeyn’de – kinden daha fazla şaşırdım. Ben kendi usulumüz üzere fatiha okumaya başladım. Ama içimde bu kabrin gerçekten Hz. Ali’nin olduğunda şüphe ediyordum.

Oysa Kufe’de gördüğüm sade evin Hz. Ali’nin evinin olmasına inanmıştım. Kendi kendime diyordum ki, Hz. Ali hiç bir zaman bu altın ve gümüşle süslenmiş yere razı olmaz. Oysa ki dünyanın bir çok yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Buraya geldiğimizde bile yolumuzun üstünde bir kaç fakirin dilendiğini görmüştüm. Benim halim şunu anlatıyordu ki: Ey şiiler hatalısınız: en azından bu bir hatanızı itiraf etmelisiniz. Bizzat Hz. Resuluılah tarafından kabirleri yıkıp yerle bir etmek için görevlendirilmiş olan Hz. Ali’nın altın ve gümüşle süslenmiş kabirle ne alakası olabilir.? Eğer bunlar şirk dahi olmasa en azından İslam’ın bağışlamıyacağı bir hatadır. Arkadaşım bir parça kuru çamuru bana uzatarak namaz kılınıyormusun diye

sordu. Hiddetli bir şekilde “bizler kabirlerin etrafında namaz kılmayız dedim. O halde bir kaç dakika bekle ben iki rekat namaz kılayırn” dedi. Ben onu bekleme esnasında kabrin çerçevesine asılı bir tabloyu okudum ve kabrin üzerinde bulunan sandığın altın parmaklarının arasından içerisini seyrettim.

Dirhemden, riyal’dan tut liraya kadar çeşit-çeşit paralar sandığın içinde büyük bir mıktarda mevcuttu. Bu paraları ziyaretçiler, turbedeki hayır işlerde kullanılması için atıyorlardı. Para o kadar çok idi ki ben kaç aydan beri toplananlardır diye sandım, ama arkadaşım bana dedi ki Haremin hizmetçileri her akşam yatsl namazından sonra buradaki paraları topluyorlar….

Türbeden hayretler içerisinde dışarı çıktım ama keşke bu paralardan bir mıktarını da bana, yahut dünyada bulunan bazı muhtaçlara verseydiler diye düşünüyordum. Her hangi tarafa baktıysam türbeyi çevreleyen büyük bahçenin çeşitli yerlerinde halkın namaz kıldığını gördüm, diğer bazılarının da ağlama seslerini duyuyordum. Bazı grupların da ağlayarak baş ve göğüslerine vurduklarını gördüm. Bunların niçin böyle ağlayıp ve kendilerini vurduklarını arkadaşımdan sormak istedim ama halkın bir cenazeyi getirdiklerini ve bir kaç kişinin de ölüyü orada defnetmek için kabir hazırlamağa çalıştıklarını görünce onların kendi yakınlarından olan bu cenazeye ağladıklarını anladım.

   ALİMLERLE GÖRÜŞME

Arkadaşım beni türbenin yanında bulunan baştan başa halı ile döşeli, mihrabına Kur’an’m bazı ayetlerinin güzel hat örnekleriyle yazıldığı bir mescide götürdü. Bir grup çocuğun başlarında sarık ellerinde kitap mihrabın kenarında bir arada

ders çalışmaları dikkatimi çekti. Bu güzel sahneden çok hoşlandım, çünkü o güne kadar 13-14 yaşları arasındaki sarıkb çocuk görmemiştim. Bu elbise onlara o kadar yakışıyordu ki ay gibi parlıyorlardı. Arkadaşım onlardan “Seyyid Nerededir” diye sordu. Onlar, namaz kıldırıyor dediler. Ben seyyidin kim olduğunu bilernedim ama onun ulamadan biri olduğunu kestirdim ve sonradan anladım ki O şiilerin ilim merkezinin büyüğü Seyyid Hoi’dir. Elbette şiiler Peygamberin soyundan gelen şahısa seyyid lakabını verirler. Seyyidler ister alim, isterse dini ilimler talebesi olsun başlarına hep siyah sarık takıyorlar. Ama Resulullah’m soyundan gelmeyen diğer alimlere ise şeyh diyorlar, ve alim olmayan diğer “şürefa” (seyyidler) ise genelde yeşil sarık başlarına takarlar. Arkadaşım, onlardan seyyid’in yanına gidip gelinceye dek benim onların yanında oturmamı istedi. Onlar bana hoş geldin dedikten sonra bir halka oluşturarak beni aralarına aldılar ve bana çok hürmet ettiler. Günahsız ve temiz kalpli oldukları, yüzlerinden anlaşılıyordu.

Bu arada Resulullah(S.A.V) ın şu hadisi aklıma geldi «Her çocuk İslam fıtratı üzerine dünyaya gelir sonra baba ve annesi, çocuğu yahudi, hıristıyan yahut mecusi yapar! Ben de kendi kendime dedim ki yahutta Şii yapar!

Çocuklar benden nereli olduğumu sordular.

Tunuslu olduğumu söyledim. Tunus’ta da dini ilimleri okutan merkezler var mı diye sordular.

“Bizim okul ve üniversitelerimiz var dedirn”.

Derken her taraftan beni soru yağmuruna tuttular.Sorularının hepsi de esaslı ve cevapları ağır olan sorulardı. Ben bu günahsız çocuklara ne cevap vereceğimi bilemiyordum.

Belki de bunlar sade bir anlayışla İslam dünyasının her tarafında medreselerin bulunduğunu ve bu medreselerde fıkıh, usul ve, tefsir derslerinin verildiğini zannediyorlardı ve ne yazık

ki sözde ilerici ülkeler başta olmak üzere İslam dünyasının genelinde, Kur’an kurslarının bile yerini hırIStIyan eğitmenlerin yönettiği çocuk yurtlarının aldığından haberleri yoktu. Bunlara «sizin gibi düşünenlere artık gerici deniliyor» demek bile akhmdan geçti.

Onlardan birisi Tunus’da hangi mezhebin yaygın olduğunu sordu, ben Maliki mezhebinin yaygın olduğunu söyledim. Onlar birbirine bakıp güldüler ama ben önemsemedim. Sonra biri “Acaba sizler caferi mezhebini tanıyor  musunuz?” diye sordu. “Hayır ola! bu yeni isim nereden çıktı? biz dört mezhepten başka bir mezhep tanımıyoruz ve onların haricindeki mezhebi İslam dininden saymıyoruz” diyerek sert bir şekilde cevap verdim. Gülümseyerek dedi ki: efendim özür dilerim ama İslam’ın hakiki mezhebi ca’feri mezhebidir. Sözlerine devamla şöyle dedi: Acaba sizler Ebu Hanife’nin İmam caferin talebesi olduğunu biliyor musunuz? Hatta Ebu Hanife şöyle demiş: eğer o iki yıl(yani İmam CMer’i Sadık’ın yanında ders okuduğum iki yıl) olmasaydı Nu’man helak olurdu”.

Susup hiç bir cevap vermedim, şimdiye kadar hiç duymadığım yeni bir mezhep imamının ismini duyuyordum. Ama yine Allah’a şükrediyordum ki bunların İmam’ı Sadık’ları İmam Maliki’nin hocası değilmiş, bu yüzden onlara, “bizler Maliki’yiz Hanefi değiliz” dedim.

Ama çocuklardan birisi şöyle dedi: Dört mezhebin hepsi ilimlerini birbirlerinden almışlar: Ahmet ibn-i hanbel Şafii’den, Şafii ise Maliki’den, Maliki ise Hanefi’den ilmini almıştır ve Hanefi ise İmam Sadık’ın talebelerindendir. Sonuçta bunların hepsi İmam Câfer’i Sadık’ın talebeleri olurlar. Resulullah’m camiinde ilk ilim merkezini kuran İmam Cafer’i Sadık’tır. Bu merkezde dört bin kişiden fazla fakih ve muhaddis onun huzurunda ilim tahsil etmişler. Bu zekalı çocuk, bizim Kuran’ı

ezberlediğimiz gibi bu sözleri ezberlemişti. En fazla beni şaşırtan onun tarihi kaynaklara, sayfalarına kadar vakıf olmasıydı. Bir hocanın talebesine ders anlatması gibi bunları bana anlatmaya başladı. Kendimi onun karşısında aciz görüp kendi kendime keşke arkadaşımla gitseydim de bu çocukların yanında kalsaydım diye düşündüm. Sordukları tarihi ve fıkhi soruların hiç birisinin cevabını verip onları susturamamıştım.

  Bana’ kime taklit ediyorsun” diye sordular “İmam Malik’e” dedim. “Sen nasıl ölü bir müctehide taklit ediyorsun, seninle Maliki’nin arasında on üç asır kadar bir zaman geçmiş eğer yeni ortaya çıkan bir meseleyi İmam Malik’den soracak olursan acaba sana cevap verir mi? dediler.

Biraz düşündükten sonra dedim ki “o halde sizin İmam Cafer’iniz de on üç yüz yıldır ölmüş, siz ona nasıl taklit ediyorsunuz?” Çocuklar hep birlikte “biz Seyyid Hoi’ye taklit ediyoruz ve O hayattadır dediler. Ben ise anlayamadım, acaba Seyyid Hoi’i mi daha bilgilidir bunların nazarında yoksa cafer Sadık mı? Çocukların sorularından yakayı kurtarabilmek için konuyu değiştirip başka şeyler ortaya attım. Onlara Necefin nufusunu ve Necef ile Bağdat arasındaki mesafeyi sordum ve Irak’ın haricinde tanıdıkları İslam ülkelerini saymalarını istedim. Bunun gibi bir kaç soru hazırlayarak onlara soru sormak fırsatını vermemeye böylece onları oyalayarak aczimi gizlerneye çalışıyordum.

Mısır’da topladığım bütün o meth-u senaların ve kazandığım mevki ve unvanların burada özellikle bu çocukların yanında yok olup gittiğini görüyordum. O an için şu hikmetli sözü hatırladım ki: “Felsefe ilmini biliyorum diyene, bir şeyler ezberlemişsin ama çoğu şeylerden haberin yoktur de!” Bu Çocukların akıllarının Ezher univeristesinde karşılaştığım bazı alimlerinden ve Tunus’da tanıdığım alimlerden bile üstün

olduğunu düşünmeye başladım.

Bu sırada, Seyyid Hoi bir gurup alimle birlikte görkemli, vekarlı bir şekilde içeriye girdi Çocuklar ayağa kalkıp ben de onlarla birlikte ayağa kalktım.

Onlar ileri gidip Seyyid’in elini öptüler, ben de yerimde donup kalmıştım. Yanındakiler oturmayana kadar Seyyid oturmadı. Herkes oturduktan sonra seyyid herkesin tek-tek hal ve hatırını soruyor ve onlara (messakumullah’u bilhayr)ı diyordu, ve herkes aynı cümleyi tekrarlıyordu. Sıra bana gelince ben de işittiğim gibi cümleyi tekrarladım. Arkadaşım yaklaşıp Seyyid’in kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra bana Seyyid’in sağ tarafında oturmam için işaret etti. Hal hatırdan sonra arkadaşım, Tunus’da şiiler hakkında söylenilenleri Seyyid’e anlatmamı istedi. Ben, “önemli olan benim kendirmin şiilerin fikirlerini öğrenmemdir, ondan bundan duyduklarımız hikayelerin bir önemi yok, benim bir kaç sorum var, onların cevabını öğrenmek istiyorum” dedim. Ama arkadaşım şiilere karşı olan inançlarınızı Seyyid’e anlatmarnı istedi. Ben şöyle dedim: Şiiler bizim yanımızda yahudi ve hırıstıyandan daha kötüdürler, çünkü onlar Hz. Musa ve İsa’ya dair inançlarına rağmen Allah’a tapıyorlar ama şiiler Hz. Ali’ye tapıyorlar”. Sonra seyyid’e şiilerin Ali’ye ibadet ettiğini, onu takdis ettiklerini ve Allah’a ibadet edenlerinin de Ali’yi peygamberiik derecesine kadar yükselttiklerini duyduğumuzu söyledim ve Cebrail’le ilgili kıssayı yani şöyle ki, şiilerin nazarına göre Cebrail, Allah’ın emaneti olan vahyi Hz. Ali’ye getireceği yerde Hz. Muhammed’e getirerek Allah’ın emanetine hiyanet ettiğine

———-

1 -Yani Allah öğleden sonranızı hayırlı kılsm. Bu cümle araplarda vaktine göre “iyi günler” tabiri yerinde kullanılır(mütercim)

dair duyduğum hikayeyi anlattım. Seyyid Hoi, başını aşağı eğip biraz durdu, daha sonra bana bakıp dedi ki: Bizler şehadet veriyoruz ki Allah’tan başka bir ilah yoktur, Muhammed (S.A.V) Onun Resuludur ve bizler şehadet veriyoruz ki Ali (A.S) Onun kullarından bir kuldur. Daha sonra diğer oturanlara dönüp bana işaret ederek dedi ki: “Görüyor musunuz bu biçarelerin beyinlerine ne temelsiz yalanlar doldurmuşlar. Hele ben bunlardan daha ilginç sözler de işitmişim. La hevla ve la kuvvete illa billah’ilaliyyilazim”.

Daha sonra bana dönüp dedi ki: Acaba Kur’an okumuş muşun?

Dedim ki: Kur’an’ın yarısını on yaşımdan önce ezberlemişim”. .

Dedi ki: Acaba bunu biliyormusun, tüm İslam fırkaları mezhebi ayrılıklarına rağmen Kur’an’ı Kerim’de ittifak etmişler ve bizim yanımızdaki Kur’an’da aynı sizin yanınızdaki Kur’an’dır. “Evet”, biliyorum dedim.

“Şu ayeti hiç okumadın mı?” diye sordu ki Allah teala şöyle buyuruyor: «Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce nice peygamberler geldi geçti.» (ı)

Ve diğer bir yerde buyuruyor: «Muhammed Allah’ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar kafirlere karşı çetindirler.» (2)

Ve bir başka yerde buyuruyor:  «Muhammed sizden birisinin babası değildir; fakat Allah’an resulü ve

—————-

1 -Ali İmran /114
2 .Feth / 29

peygamberlerin sonuncusudur .» (1)

Evet, bunları biliyorum dedim. Dedi ki: Ali buralarda nerededir? Eğer Kur’an’ımız Muhammed(S.A. V) in resul olduğunu söylüyorsa bu töhmetler nereden çıkmıştır.

Ben ne söyleyeceğimi bilmedim ve sustum. Sözlerine devamla şöyle dedi ki: “Ama Cebrail’in Allah’ın emanetine hiyanet etmesi meselesi; biz Cebrail’i bu gibi işlerden uzak biliyoruz, bu töhmet öncekinden daha büyüktür. Acaba Cebrail peygambere vahy getirdiğinde Resulullah kırk yaşında değilmiydi? O sırada Ali(A.S) altı, yedi yaşları arasında bir çocuk idi, o halde Cebrail nasıl kırk yaşındaki Muhammed’le altı, yedi yaşındaki Ali’yi birbirinden ayırarnamış! Sonra bir miktar sustu ve ben de onun sözleri üzerinde düşünceye dalrnıştım.

Bu mantıklı sözler benim kalbime oturdu ve gözümün önündeki perdeleri yırttı. Kendi kendime, niçin bizler bu gibi yalanlara itibar ediyoruz? dedim.

Seyyid Hoi sonra sözlerine devam ederek şöyle dedi: “Bunu sana söyleyeyim ki: Tüm İslam fırkalarının içerisinde yalnız şiilerdir ki enbiya ve imamların masumluğuna inanıyorlar. Peygamber ve imamlarımız bizim gibi insan olmalarına rağmen her türlü hatadan masum iseler o halde Allah’ın mukarreb meleklerinden olan ve Hak Teala tarafından Ruh’ul’emin lakabını alan Cebrail nasıl hata yapabilir? “Dedim ki:” peki bu sözler nereden kaynaklanmış? “İslam düşmanları müslümanların arasına tefrika ve bölücülük salıp onları birbirinin canına salmak için bu asılsız sözleri yaymağa çalışıyor” dedi ve sözlerine şunları da ilave etti: Aslında tüm müslümanlar
———

1 -Ahzab 40

kardeştider ister şii ister sünnü hepsi Allah’a inanıp ona şerik koşmuyorlar. Onların Kur’an’ları , peygamberleri, kıbleleri birdir. Şii ve sünnünün ihtilafları daha çok bazı fıkhi meselelerle ilgilidir. Fıkhi meselelerdeki ihtilaflar, ehl-i sünnet’in kendi mezheplerinin arasında da mevcuttur. Mesela bazı meselelerde Malik ile Ebu Hanife, ya Ebu Hanife ile Şafii birbirleriyle ihtilaf etmişler.

Dedim ki: O zaman sizin hakkınızda denilen sözlerin hepsi iftiradır! Seyyid Hoi de dedi ki: “Allah’a hamdolsun ki sen aklı başında ve meseleleri birbirinden ayırt eden birisisin ve gelip şia mıntakalarını yakından gördün ve içlerinde bulundun. Acaba o işitliğin yalanlardan birini duydun veya gördün mü’?

“Hayır” dedim, Allah’a hamdolsun ki “ben iyilikten başka bir şey görmedim ve duymadım.

Mun’im hoca ile tanışdım. Benim lraka gelmeme sebep oldu ve ben burada öğrendiğim şeylerin hiç biri hakkında önceden bir bilgiye sahip değildim. Arkadaşım Mun’ım gülümseyerek dedi ki:

“Mesela Hz. Ali (A.S)nin kabrinin burda bulunduğu gibi”. Ben de çocukları göstererek dedim: Ben bu çocuklardan dahi bir çok şeyler öğrendim. Keşke fırsat olsaydı da ben de bunlar gibi gelip bu ilim merkezinde ders okusaydım. Seyyid Hoi: “Buyurun gelin! Eger burada ders okumak isterseniz ilim merkezinin kapısı size açıktır, bizler sizlerin hizmetinizdeyiz” dedi ve etrafdakiler de bu fikrimi tahsin ettiler. Özellikle arkadaşım Mun’im’in hoşnutluğu yüzünden belliydi.

“Ben” dedim “evliyim iki çocuğum da var. Dediler ki: biz burada senin kalman için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarız. Önemli olan senin ilim okumandır.

Biraz fikir ettikten sonra kendi kendime “beş yıl öğretmenlik yapıp şimdiye kadar çocuk eğittikten sonra gelip

talebe olmak akıl işi değil ve böyle bir kararı kısa sürede almak doğru olmaz” dedim.

Yine Seyyid Hoi’ye bu tekliften dolayı teşekkür edip dedim ki: “inşaalah ömreden döndükten sonra bu konu üzerinde düşüneceğim. Ama benim şimdilik bir miktar kitaba ihtiyacım var”. Seyyid Hoi yanındakilere “buna kitap verin” dedi. Hocalardan bir kaç kişi kalkıp kısa zamanda yetmiş cilde yakın kitap önüme yığdılar. Seyyid Hoi bana, bunlar benden taraf sana hediyedir” dedi. Kitapları çok görünce hepsini götüremeyeceğimi ve özellikle Suudi Arabistan’a gitmek üzere olduğum için bunları kendimle götürmenin sakıncalı olabileceğini düşündüm. Çünkü Arabistan bilindiği üzere hiç bir kitabı içeriye sokmuyor.

Bir yandan da ömrümde görmediğim bu kadar kitaptan da el çekmek istemiyordum. Onun için yanımdakilere ve arkadaşıma dedim ki: Benim ileride uzun bir yolculuğum var, Suriye’den Ürdün’e ve oradan da Arabistana gideceğim. Dönüşte ise yolum bundan da uzun olacak, çünkü Mısır’dan Libyaya ve oradan Tunus’a gideceğim. Dolayısıyla ben bu kadar kitabı nasıl taşırım. Özellikle bu devletlerin çoğusu bu kitapların devletlerine girmesine izin vermiyorlar. Bunun üzerine Seyyid Hoi “o zaman sen kendi adresini bize ver biz, senin kitaplarını o adrese göndeririz” dedi. Bu görüşü beğenip adresimi onlara verdim ve çok teşekkür ettim.

Ben ayrılmak için ayağa kalktığımda Seyyid Hoi de ayağa kalktı ve dedi ki: “Allah’tan senin sağlığını diliyorum, ceddim Resulullah’ın kabrinin ziyaretine gittiğinde benim de selamımı ona ilett

Ben ve oradakiler çok mahzun olduk. Seyyid’e bakttm onun gözleri yaşla dolmuştu. Kendi kendime, “böyle birisini hatalı zannetmek ve haşa yalancı saymak mümkün değildir”

dedim. Bu kadar alçak gönüllü oluşu ve bu heybet ve şahsiyeti gerçekten  de onun peygamber evlatlarından olduğunu gösteriyordu. Bu yüzden kendi elimde olmaksızın, :ırakmaJD8Sına rağmen ellerini öptüm.

Diğer müslümanlar da kalkıp benimle vedalaştılar ve bazıları benim peşimsıra gelip mektuplaşmak için adresimi aldılar.

Seyyid Hoi ile görüştükten sonra arkadaşım mun’im’in Ebu şubber isimli bir dostunun daveti üzerine tekrar Kufe’ye döndük. O geceyi, Seyyid Muhammed Bakır es’Sadr’ın talebelerinin de içlerinde bulunduğu  bir grup kültürlü gençle konuşup sabahladık. Onlar benim Seyyid Muhammed Bakır es’Sadr ile görüşmemi tavsiye ettiler ve yarın Onun ziyareti için vakit alabileceklerini söylediler. Arkadaşım Mun’im bu teklifi beğendi; ama Bağdat’taki önemli bir işinden dolayı bizimle gelemeyeceğini bildirerek özür diledi. Bunun üzerine Mun’im dönünceye kadar üç dört gün Ebu Şubber’in evinde kalmarnı kararlaştırdık.

Daha sonra uyumak için birbirimizden ayrıldık. Ben o gecesi talebelerden çok şeyler faydalandım. Necef’deki medreselerde çeşitli derslerin okutulmasını öğrenmem benim için çok ilginç idi. Orada ders okuyan talebeler, fıkıh ve Şeriat gibi islam ilimIerinin haricinde iktisat, siyaset, tarih, luğat, ve Asıronomi gibi ilimler de okuyorlar.

                  

       SEYYİD MUHAMMED BAKIR SADR İLE GÖRÜŞMEM

Ebu Şubber ile birlikte Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın evine doğru yola düştük. Yol boyunca büyük alimlerin hayatları ve Şia’daki taklit anlayışı ve diğer konular hakkında bana yararlı bilgi verdi. Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın evine

girdiğimizde evin içerisi başı sarıkıt genç talebeler ve diğer alimlerle dolu idi. Seyyid ayağa kalkıp bizi karşıladı ve kendi yanında oturttu…

Tanışmadan sonra Tunus ve Cezair’den ve Hızır Hüseyin ve Tahir bin aşur gibi bazı meşhur alimlerden sormaya başladı. Bana gösterdiği fevkelade hürmet ve ilgisi, heybetli oluşuna rağmen, yıllardan beri arkadaşız gibi onun yanında kendimi rahat hissetmeme sebep oldu.

Ondan çeşitli konular hakkında sorular soruyorlardı ve o da cevap veriyordu. Orada diri müctehitden taklit etmenin değerini öğrendim. Çünkü ancak bu yolla hiç bir zorlukla karşılaşmadan herkes tüm fıkhı soru ve şüphelerinin cevabını alabilir.

Bu görüşmeler neticesinde şia’nın da müslüman olduğuna ve tek bir Allah’a inanıp Muhammed Peygamber’e uyduklarına güvenim arttı. Çünkü o zamana kadar içerirnde yine bazı şüphe ve tereddütler kalmıştı. Bu gördüğüm şeylerin hepsinin belki de bir hile olduğunu veya takiyye olduğunu şeytan bana vesvese ediyordu. Ama kısa zaman da bütün bu şüphe, tereddüt ve şeytanın vesveseleri tamamen eriyip gitti. Çünkü gördüğüm ve işi ttiği m şeylerin hepsinin hile ve göz boyaması olması düşünülemezdi; oysa ki ben yüzlerce fertle görüş üp konuşmuştum.

Bir de ben kim oluyorumda bana hile yapsınıar? Beni aldatmanın onlar için ne önemi olabilirdi? .

Bunlardan geçersek, bunların bir çok kitabını da ben inceledim yüz yıllar önce yazılan kitaplarından son zamanlarda yazılıp basılan kitaplarına kadar; tüm kitapları, Alah’ın vehdaniyetine ve Hz. Muhammed’ (S.A.V) in son peygamber olduğuna dair inancı hiç bir şüpheye yervermeyecek şekilde açıklamışlardır. Ve ben Irak’ta ve diğer ülkelerde meşhur bir

 

merci olan Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın evindeyim. Ne zaman Hz. Muhammed (S.A. V) in ismi geliyorsa herkes tek ağızdan, Allahumme selli ela Muhammedin ve ali Muhammed diyordu.

Öğle vakti geldiğinde evin yakınında bulunan bir camiye gidip orada övle ve ikindi namazını Muhammed Bakır Sadr ile kıldım. Orada kendimi Peygamberin büyük sahabelerinin içerisinde hissediyordum. Çünkü iki namazın arasında namaz kılanların birisi duA okudu; gerçekten hüzünlü ve çekici bir sesi vardı ve duadan sonra hep birlikte, Muhammed ve alıina selavat gönderdiler. Okunan dua da Allah’a hamd, O’nun Resuluna ve alına selevat ile dolu idi.

Namazdan sonra Seyyid Sadr muracaat edenlerin sorularına cevap vermek için bir müddet mihrapta oturdu.

Şahıslar ayrı – ayrı gelip selam veriyor ve özel sorusu olanlar özelolarak seyyid’le konuşuyor ve diğerleri ise normal bir şekilde sorularını soruyorlardı. Seyyid Sadr’da öylece cevabını veriyordu. Soru ve cevabı biten şahıslar Seyyidin elini öptükten sonra kalkıp gidiyorlardı.

Dertlerinde kendileriyle ortak olup ve zorluklarını halleden böyle büyük bir alime şahip oldukları için hakikaten bunları tebrik etmek gerekirdi.

Bana haddinden fazla hürmet edip ilgi gösteren Seyyid ile birlikte eve döndük. Ben kendimi ailem ve dostlarımın içinde sanıyordum. Öyle ki bir ay Seyyid ile birlikte kalırsam muhakkak şii olurum diye düşündüm. O güzel ahlakı, alçak gönüllüğü ve seciyeli hareketiyle tamamen beni kendisine cezbetmişti. Yüzüne her baktığımda tebessüm ediyor ve bir isteğinmi var? diye soruyordu. Dört gün boyunca onlarca alim ve ziyareteiyi kabul etmesine rağmen uyumak saal1nın haricinde beni kendisinden ayırmadı. Ben Hicaz’da şianın bulunduğunu hiç

ummuyordum; ama orada Arabistan’lı, Bahreyn’li, Katar’lı, Suriye’li, İran’lı, Afganistan’lı, Türkiye’li ve Afrika’lı talebe ve alimlerin Seyyid’in yanına geldiklerine şahit oldum. Seyyid onlarla konuşup onların ihtiyaçlarını karşılıyordu; onun yanından her kes sevinçle ayrılıyordu Hiç unu ta mı yorum ki, tartışma ve ddal konusu olan bir olay nasıl kolayca halledildi.

Bu olayın tarihte kalmasını istediğim için burada nakledeceğim: Belki bu yolla müslümanlar Allah’ın hükümlerini terketmekle ne gibi belalara mübtela olduklarını da anlarıar.

Lehcelerinden Irak’lı oldukları anlaşılan dört kişi Seyyid’in yanına geldiler. Onlardan birisi çoktan beri ölen büyük babasından miras olarak kalan evi bir başkasına satmış olan kişiydi; diğer ikisi ise, evin satışından bir yıl geçtikten sonra, satılan evin hakiki varisi olduklarını ileri süren iki kardeşti. Evi satın alan kişi de onlarla birlikteydi. Dört kişinin dördü de Seyyidin yanında oturup ve gerekli belgelerini ellerinde tutmuşlardı. Seyyid belgeleri dikkatle okuduktan sonra bir kaç dakika onlarla konuştu sonra adaletle onların arasında hükmetti; evi alan şahısa, ev’de taşarruf etme (kullanma) hakını verdi ve evi satan şahısa evin parasından o iki kardeşin payını vermesini hükmetti. Dördü de kalkıp Seyyidin elini öpüp birbirleriyle görüşüp gittiler.

Bu hadiseye çok şaşırdım, hatta bir türlü inanamıyordum. Bu yüzden Seyyit Ebu şubber’e dedim artık olay bitti mi? evet dedi her kes hakkını alıp gitti. “Subhanellah” dedim. “Bu kolaylık ve sadelikle ve bu bir kaç dakika içinde böyle çekişmeli bir dava nasıl sona erebilir? eğer böyle bir olay bizim ülkemizde olsaydı çözümü hatta yıllar bile çekebilirdi. Hatta bazen davalar o kadar uzar ki dava sahiplerinden bazıları ölür ve onların evlatları bu davayı takip ederler ve bazen mesela dava konusu olan bir evin değerinden daha fazla miktarda

 

parayı mahkemeye harcamak gerekir. Ve sonunda da dava taraflarının eline yorgunluk ve birbirine karşı kin ve düşmanlıktan başka bir şey de geçmez”.

Seyyid Ebu şubbel’ “bizim de içerimizde aynı durumlar sözkonusudur, belki sizde olandan daha kötüdür”. dedi “Nasıl? dedim. Dedi ki, :Eğer halk şikayetlerini devlet mahkemelerine götürülerse, anlattığın gibi, belki ondan daha kötü durumla karşılaşır ama eğer dava tarafları bir müctehide taklid ediyorlarsa, dava ve şikayetlerini ondan başkasının yanına götürmezler. O’da gördüğünüz gibi davayı bir kaç dakika içerisinde halleder”. Akını kimseler için Allah’ın hükmünden daha iyi bir hüküm var mıdır? Evet Seyyid Sadr onlardan tek bir kuruş bile almadı. Eğer devlet mahkemelerine gitselerdi adam çağızların baş derilerini bile olsa soyadardı. Aynı tabirin bizim içerimizde de söylendiği için gülümsedim, ve dedim “Subhanellah bu gördüklerime bir türlü inanamıyorum; eğer gözlerimle görmeseydim muhakkak yalanlardım”.

Ebu şubbel’ şöyle dedi. “İnanmamana bir gerek yok, bu gibi durumlar burada çok normaldır, bazı kan davaları bile bir taklit merciinin hükmüyle bir kaç saatin içerisinde hallolur gider”.

O halde dedim ki: “sizin Irak’ta iki hükümet vardır, biri devlete ait, biri de alimlerel” “Hayır” dedi “bir hükümetten fazla hükümet sözkonusu değildir. O da resmi düzene aittir ama müçtehide taklit eden şia müslümanlarının İslam düşmanı bir yönetim olan sosyalist Baas hükümetiyle bir ilişkileri olamaz; sadece vatandaş olarak bazı medeni ve mali konularda devlete uymak zorundadırlar. Elbette mü’min birisiyle, dine tam bağlı olmayan birisinin arasında ihtilaf çıkarsa o zaman iş devlet mahkemelerine çekebilir. Çünkü öteki adam ulemanın hükmüne rıza göstermez ama dava taraflarının her ikisi de mü’min

 

insanlarsa artık hiç bir sorun kalmaz. Çünkü müctehidin hükmü her kes için geçerlidir. Böylece müctehidin yanına götürülen her dava aynı günde ballolur gider”.

Bu olay, Allah’u Teala’nın hükümlerine teslimiyet şuurunu benim içerirnde daha bir güçlendirdi ve şu ayetlerin manasını daha iyi anladım. Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: …

“Allah’an indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendisidirler.

…Allah’an indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendisidirler.

…Allah’an indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermeyenler, fasıkların ta kendisidirler.

İslam düşmanları vasıtasıyla aramıza sokulan Batı kökenli düşüncelere uyarak İslam kanunlarına karşı çıkan kişiler, İslam kanunlarının uygulanmasıyla en büyük darbenin kendilerine ineceğinden korkan kişilerdir. Bunlar bir grup hırsız, zinakar, katil, hain kişilerdirler ki ancak İslam kanunlarının uygulanması bizleri bunların elinden kurtarır ve bunların köklerini kurutur.

O kaç gün zarfında Seyyid Muhammed Bakır Sadr ile çeşitli konularda sohbetirniz oldu.

Ben diğer arkadaşlardan şia inançlarıyla ilgili olarak öğrendiğim konuları, mesela şia’nın 12 İmam’a (Hz. Ali ve evlatları) dair inancı hakkında ve sahabeyle ilgili görüşü hususunda sorup cevabını öğrendim.

Seyyid Sadr’dan İmam Ali’nin hakkında ve niçin ezan okuduklarında “Aliyyen Ve liyyu Ila h” dedikleri hususunda sordum, şöyle cevap verdi: Emir-ul’ müminin bir kuldur. Allah Onu ve evlatlarından onbir kişiyi Peygamberden sonra
—————-
1 -Maide süresi -44-45-46

peygamberin risaletini korumanın büyük sorumluluğunu üzerlerinde taşımaları için diğer kullarından üstün kıldı. Bunlar peygamber’in vesi’leri ve halifeleridirler. Her peygamberin halifesi var olduğu gibi, Ali(A.S) da Hz. Resulullah'(S.A.V)ın gerçek halifesidir. Allah ve Peygamber, Onu diğer sahabelere üstün kıldıkları için bizler de onu diğer sahabelerden üstün biliyoruz, ve bu konuda akli ve nakli, Kur’an ve sünnet’e dayanan itiraz edilemeyecek kesin delillerimiz vardır. Bu hususla ilgili hadisler şia yanında sahih ve mütevatir olmasının yanısıra Ehl-i sünnet ve cemaat’in kaynaklarında bile mütevatirdir ve bu konuda bizim alimlerirniz bir çok kitaplar yazmışlardır. Emeviler bu gerçeği gizleyerek Hz. Ali ve evlatlarıyla düşmanlık ve muharebeye kalkışmaları hatta bu doğrultuda minberlerde Ali ve evlatlarına lanet okutmaları ve halkı bu işe zorla sürüklemeleri, Hz. Ali’nin şia’sının ezanda Hz. Ali’nin Allah’ın velisi olduğuna şehadet vererek bir müslümanın Allah’ın velisine lanet okumasının mümkün olamayacağını bildirmek istemelerine sebep olmuştur. Daha doğrusu ezanda(Aliyyen veliyullah) demek, zalim yönetim ve hakimiyete karşı mücadele ederek ve Allah ve Resulunun ve müminlerin izzetini korumak için yapılan mükaddes bir ameldir. Ve birde bu nesiller boyunca Hz. Ali(A.S)nin hak, ve düşmanlarının batıl olduğuna dair bir ilandır. Elbette Müçtehidlerimiz ezan ve ikamede Hz. Ali(A.S)nin veliliğine şehadet vermeği ezan veya ikametin bir parçası olarak müstahap bir amel olarak yapılmasına cevaz vermişlerdirhatta ezan ve ikame okuyan birisi bu şehadcti ezan ve ikamnin bir parçası olarak okursa ezan ve ikamesi batıl olur. İbadet ve muamelat’la ilgi müstahap ameller çoktur. Eğer müslümanlar bunları yerine getirirlerse sevap alırlar ve terkedelerser azap olunmazlar. Mesela ezanda Lailahe illellah ve Muhamedun Resülullah şehadetleri

 

okuduktan sonra insanın “eşhedu enne cennete hekkun vennare hekkon ve ennellahe yeb’esu men fillkubur” demesi müstehap olduğu rivayetlerde zikrolunmuştur.

Sonra ben şöyle dedim: “bizim alimlerimizin bize öğrettiklerine göre halifelerin en üstünü Ebubekr-i sıddık ve ondan sonra Ömeri faruk ve ondan sonra Osman ve daha sonra Ali dir”. Seyyid biraz durduktan sonra dedi ki:

“Onlar ne isterse söyleyebilirler ama bu dediklerini şer’i delillerle isbat etmeleri mümkün değildir, onların bu sözleri kendi yanlarında sahih ve müteber sayılan kaynaklarla bile çelişir. Çünkü kendi sahih kitaplarında şöyle yazılıdır: halkın en üstünü Ebu bekir ve ondan sonra Ömer sonra Osmandır. Ama Hz Ali’den bahsedilmemiştir. Hz. Ali’yi sıradan bir insan saymışlardır, Ama sonradan gelen Hülefayi Raşidinin içinde yeraldığından dolayı üstteki sıralamada Hz. Ali’ye de yer vermişlerdir”. Daha sonra Hz. Huseyin’in türbesi ve namazda secde ettikleri toprak hakkında sordum, şöyle cevap verdi her şeydan önce şunu söyleyeyim ki biz toprağa(ıoprak için) değil toprak üzerine secde ediyoruz.

Bazıları bu ikisini karıştırarak “Şia’nın toprak için secde ettiği fikrini öne sürmeğe çalışıyorlar. Secde yalnız Allah’u Teala’ya mahsustur, Ondan başkasına secde edilmez. Biz ve Ehl-i sünnet,en faziletli secdenin toprak yahut yerden çıkan şeylerin üzerine yapılan secde olduğunda İttifak etmişiz; şu farkla ki, Şianın nazarında bunlardan gayri şeylerin üzerine secde etmek doğru değildir. Hz, Resulullah(S.A. V) toprak üzerine veya hurma yapraklarının üzerine secde ediyorlardı. Resuluılah, sahabesini elbiselerinin köşelerine secde etmekten menetmiştir. Bu hususlar da tarih yönünden hiç bir şüphe yoktur, İmam Zeynulabidin babası Hz, Hüseyin’in kabrinin toprağından alıp namazda onun üzerine secde etmiştir. Bunun

 

hikmeti de İslam uğrunda her bir şeyini feda eden Hz.Hüseyin’in (as) kıyam ve şehadetinin
müslümanlar tarafından unutulmamasını sağlamaktı. Şia da bu güne kadar bu işi devam ettirmektedir. Bununla birlikte biz hiç bir zaman secde yalnız İmam Hüseyin’in toprağına olur demiyoruz. Biz diyoruz ki her temiz toprağa secde olur hatta hurmanın yaprağı ve benzeri şeylerden yapılmış hasıra dahi secde olur.

 Sordum ki, Hz. Hüseyin’nin anısı için neden şii’ler ağlayıp baş ve göğüslerine vuruyorlar hatta bu vurmaların eserinde bazen vücudarından kan bile akıyor. Bu işler İslamda haramdır. Çünkü Resulullah(S.A.V) buyurmuştur ki: “Kendi suratına vuran yahut elbisesini yırtan yahut cahiliyete davet edenler bizden değildir.”

Seyyid şöyle cevap verdi: Bu hadis hiç şüphesiz sahihtir; ama bu hadis İmam Hüseyin’in matemine tatbik olunamaz, Çünkü İmam Hüseynin’in yolunu ta’kib etmek isteyen ve ona ağlayarak onun safında yer aldığını bildiren ve Hz. Hüseynin’in düşmanlarından yani Resulullah’ın dinini değiştirmeye çalışan tağutlardan intikam almak isteyen birisi cahiliyete davet etmiyor. Elbette şu noktayı da gözardı etmemek gerekir ki, şiiler de beşerdir, onların alimi ve cahili vardır, onların da duyguları vardır. Eğer İmam Hüseynin’in şehadet yıldönümunde, Onun kendisine, ailesine ve sahabesine edilen hakaretler ve zulümler için duyguları galayana gelirse bunun muhakkak Allah katında mukafatı vardır, Çünkü onların niyyetleri Allah içindir ve Allah halka niyyetlerine göre mükafat verir. Ehl-i sünnetin kendi şii kardeşlerine İmam Hüseyin’e ağladıklarından dolayı hata ediyorlar demeye hakları yoktur, Çünkü şia İmam Hüseyin’e olunan zulürmlerin çilesini hissetmektedir. Ayrıca Hz. Rsulullah’ın kendisi bile hadislerde nakledilidiğine göre Hz, Hüseyin’e ağlamiş hatta Hazretin ağlaması Cebraili dahi

 

ağlatmıştır. Sordum ki neden şia kendi imam ve evliyalannın kabirlerini altın ve gümüşlerle süslüyorlar? oysa bunlar İslamda haramdır.

Seyyid Sadr şöyle cevap verdi: Evvela bu iş şiilere mahsus değil ve bunun hiç bir haramlığı da yoktur. Ehl-i sünnet kardeşlerin, Irak’ta, Mısır’da Türkiye’de ve diğer devletlerdeki bir çok mescidleri de altın ve gümüşle süslenmiştir. Hatta Medine’deki Resulullah’ın mescidi için bile aynı şey sözkonusudur ve Mekke-i Mukerreme’deki Beytullah’a da her yıl milyonlara mal olan altın ile işlenmiş yeni bir perde çekilir. Demek bu işler şia’ya mahsus değildir.

Dedim ki “Suudi hocaları diyorlar ki kabirlere el sürmek ve salih kulları çağırmak ve onlardan teberrük ummak hepsi Allah’a şirk koşmaktır. Sizin bu konuda görüşünüz nedir?

Seyyit cevapta şöyle dedi:

Türbelere el sürmek ve sahiplerini çağırmak eğer onlar insana yarar ve zarar verirler niyetiyle olursa, şüphesiz bu Allah’a şirk koşmaktır. Ama müslümanlar Allah’a inanıp yarar ve zararın hepsinin Allah’ın emriyle olduğunu bilirler. Evliyaları ve imamlan çağırmalarının sebebi, onları Allah’ın yanında vesile ve şefaatçı kılmaktan başka bir şey değildir ve bu asla şirk değildir. Resulullah’ın zamanından günümüze kadar şiâsıyla sünnüsüyle bütün müslümanlar bunun caiz olduğunda ittifak etmiş durumdalar; yalnız vehhabiliğe uyan Suudi alimleri o asırlarda icat etmiş oldukları mezhepleri gereğince tüm müslümanların ittifak ve icmasına muhalefet etmiş ve bu yüzden müslümanların arasında fitne çıkarmışlardır. Vehhabiler bu inançlarından dolayı diğer müslümanları tekfir ediyor ve kanlarını bile helal biliyorlar. Vahhabiler Beytullah’ın ziyaretine giden yaşlıları bile sırf Esselamu aleyke ya Resulullah” demeleri

yüzünden dövüyorlar ve kimsenin Resulullah’ın mukaddes haremine el sürmesine musade etmiyorlar. Bizim alimlerimizin onlarla bir çok munazere ve tartışmaları olmuştur ama onlar kendi inatlarından el çekmeyip hakka teslim olmamışlardır. Şia ulemasından Seyyid Şerefuddin, Abdulaziz Ali Suud’un döneminde hacca gitmiş ve orada mevcut bir gelenek icabı Kurban bayramında padişahı tebrik etmek için diğer beldelerin İslam ulemasıyla birlikte saraya davet edilmiştir. Sultanla görüşmek sırası Seyyid Şerefuddin’e yetiştiğinde seyyid musafaha yaptıktan sonra deri ciltli bir Kur’an’ı Kerim’i hediye olarak ona sunmuş o da hediyeyi alıp saygı için öpüp anlına koymuş, Seyyid bunun üzerine sultana şöyle demiştir: Ey Sultan niçin keçi derisini öpüp ona saygı gösteriyorsun?” Sultan da “Benim maksadam onun içerisindeki Kur’an’ı Kerim’e hürmet etmektir deriye değil’demiştir. Bunun üzerine Seyyid Şerefuddin; Doğru söylediniz “bizlerde peygamberin evinin kapısını ve mezarın etrafındaki sandığı öptüğümüzde biliyoruz ki, bunlar zarar ve yararı olmayan bir tahta veya demir parçasıdır. Ama bizim maksadımız o tahtanın, demirin ötesinde olanıdır. Biz bunları öpmekle Resulullah’ı kastediyoruz. Senin keçi derisini öpmekle onun içerisindeki Kur’an’a hürmet etmek istemen gibi”.

        Orada bulunanlar bu sözleri beğenip tekbir getirmişler ve doğru söylüyorsun” demişler. Bu olay üzerine o sultan Beytullah ziyaretçilerinin Hz. peygamber’in eserine el sürmelerine ve onları ziyaret etmelerine izin vermek mecburiyetinde kalmış. Ama ondan sonra gelen sultan tekrar eski usullerine dönerek bu izini kaldırmiştır. Vahhabilerin korkusu, halkın müşrik olması değil. Onlar bunu bir siyasi koz olarak görüyor ve kendi hakimiyetlerini koruyup saltanatlarını sürdürmek için bu fikirleri öne sürüp insanları aldataya çalışıyorlar. Tarih, vahhabilerin ümmetin başına neler getirdikleri hususunda en

 

büyük şahittir”.

Sofuluk tarikatları hakkında sordum, kısaca şöyle cevap verdi:

         “Bu tarikatlarda olumlu yönler de mevcuttur, olumsuz yönler de. Nefis terbiyesi için onu sade yaşamaya ve dünya lezzetlerinden uzak tutmaya alıştırmak, ve onu temiz ruhların alemine çıkarmaya çalışmak, sofuların olumlu ve meziyyetli yönlerindendir. Ama toplumsal hayattan ayrılıp, inzivaya çekilmek ve Allah’ın zikrini bir kaç virde mahsus kılmak ve bu türden işler, onların olumsuz yönlerindendir. Bildiğiniz gibi İslam olumlu ve doğru işleri tastik eder ve olumsuz ve batıl işleri de reddeder; kısaca şöyle diyebiliriz ki, İslam’ın tüm öğreti ve emirleri olumludur”.

  ŞÜPHE VE TEREDDÜT

Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın cevapları açık ve ikna ediciydi ama onlar benim gibi birisinin kalbinde nasıl tesir edebilirdi?

Ben ömrümün yirmi beş yılını sehabeleri özellikle Hülefa’yı Raşidin’i takdis etmekle geçirmiştim ve Ebu Bekir’i Sıddık, Ömer’i faruk gibiler başta olmak üzere sehabelerin sünnetine uymayı; Hz. Resulullah’ın emri gereği farz biliyordum. Ama Irak’a geldiğim günden beri bu ikisinin isimlerini asla duymayıp bana tamamen yabancı gelen yeni isimlerle karşılaşmıştım. Mesela 12 İmam isimleriyle. İddiaya göre Peygamber(S.A.V) vefatından önce Hz. Ali’yi kendi halifesi olarak tayin etmiştir; ama ben bütün bunlara nasıl inanabilirim. Acaba bütün insanlardan üstün olan sehabe-i kiram’ın Hz. Ali’nin aleyhine anlaşmaları nasıl mümkün olabilir?

Biz çocukluğumuzdan beri duymuştuk ki Resulullah (S.A.V)

ın sahabeleri Hz. Ali’ye çok hürmet edip ona değer verirlerdi. Biliyordular ki, O, Hz. Fatıma’nın kocası, Hasan ve Hüseyn’in babası ve ilmin kapısıdır. Nitekim Hz. Ali’de EbuBekir’i Sıddık’ın değerini biliyordu. O biliyordu ki Ebubekir islamı ilk kabul eden kişidir ve peygamberin mağara yoldaşıdır ki bu husus Kur’an da bile zikredilmiştir. Yine Resuluılah (S.A.V) hastalığında onu namazda halka imamlık yapmak için göndermiş ve buyurmuştur ki: “Eğer kendime vefalı bir dost seçseydim Ebubekri seçerdim” Bu nedenle müslümanlar Ebubekri halife olarak seçtiler ve aynı şekilde Hz. Ali, Hz. Ömer’in değerini biliyordu, O biliyordu ki Allah Ömer’in sebebiyle İslama güç kazandırmıştır. Hak ve batılı iyice ayırt ettiği için peygamber(S.A.V) ona faruk lakabını vermiştir. Aynı şekilde O Hz. Osman’ında değerini biliyordu. O biliyordu ki Allah’ın melekleri Osman’dan utanmışlar ve Resuluılah ona Zinnureyn lakabını vermiştir. Bizim şia kardeşlerimizin bütün bunlardan nasıl haberleri yoktur? Veya biliyorlar ama bilerek mi inkar ediyorlar ve bu şahsiyetleri sıradan birileri gibi nefsi isteklerine, dünya lezzetlerine uymaları hakka tab’i olmalarını önleyen ve Peygamberin vefatından sonra onun emirlerine karşı gelen kişiler olarak talakki ediyorlar. Oysa bunlar İslam’ın izzet ve nusreti için kabilelerinin, babalarının ve çocuklarının bile üzerine kılıç çeken ve Peygamber’in emirlerini yerine getirmek için birbirleriyle yarışan kişilerdi. Böyle şahıslar nasıl Peygamberden sonra makama ald an ıp onun emirlerini görmemezlikten gelebilirler!

Evet, bu nedenlerle bir çok meselede ikna olmuş ve Şianın görüşünü kabul etmiş olmama rağmen şia’nın tüm sözlerine inanamıyordum. Bu hususlarda şüphe ve tereddüt içindeydim. Şia hocalarının mantıklı sözleri içerirnde şüphe icat etmişti, diğer yandan da sahabelerin bizim gibi normal bir insan

73

seviyesine inmelerine ve risalet nurunun onları temizlememiş olmasına inanmıyordum.

Allab’ım, Peygamberin sehabesinin, şiilerin inandıkları seviyede olması mümkün mü?

Ama önemli olan şu ki, geçmişteki inançlarımda süphe ve tereddüt meydana gelmiş; neticede hakikata varmak için araştırılması gereken perde arkasında gizli kalmış bir çok gerçeğin varolduğuna itiraf ediyordum.

Arkadaşım Mun’im geldi, onunla Kerbela’ya gittik. Orada ben de şiilerin yaşadıkları gibi Hz. Hüseyin’in çilesini yaşadım. Orada anladım ki Hz. Hüseyin ölmemiştir. Halk izdiham edip kabrinin dört etrafına pervane gibi dönüyordular.

Öyle yanık ve içten ağlıyorlardı ki sanki Hz. Hüseyin yeni şehid olmuştu.

Ben şimdiye kadar böyle bir şey görmemiştim. Hatipler acıkb bir sesle Kerbela vakiasını anlatıp halkın duygularını coşturuyorlardı. Bunları dinleyen birisi elinde olmayarak kendini tutamıyordu ve gözlerinden yaş akmaya başlıyordu.
Ben de kendimi tutamadım ve öteden beri içerimde kalan bir buğzu açılmış gibicesine beni ağlamak aldı. Bu ağlamanın neticesinde kendimde derin bir rahatlık hissetmeye başladım; önceden böyle bir şeye şahit olmuş değildim.

Sanki şimdiye kadar ben Hz. Hüseyn’in düşmanlarının safında idim de şimdi birden bire Onun dostlarının ve Onun uğrunda canlarını feda edenlerin safına geçtim. Orda konuşma yapan hatibierin birisi Hürr’ün olayını anlatıyordu. Hürr Hz. Hüseyn’in düşmanlarının ordu komutanlarından birisi idi ve Kerbela’ya Hz. Hüseyin ile savaşmak için gelmişti; ama savaş alanında bu işinden pişman olup bir an kendisine gelerek titrerneye başlamış etrafındakiler Hurr’e niçin böyle titriyorsun. ölümden mi korkuyorsun? demişler. O da “valiahi ölümden

 

korkmuyorum ama kendimi ateş ile cennetin arasında görüyorum ki bu ikisinden birini seçmek mecburiyetindeyim diyerek cevap vermiş ve bunun üzerine birden bire atını hızla Hz. Hüseyn’in ordusunun tarafına sürmüş ve Hz. Hüseyn’in huzuruna gelerek “Ey Resulullah’ın torunu acaba benim tövbem kabulolur mu?” demiştir…

Ben bunları duyduğumda sabrımı kaybedip ağlayarak kendimi yere attım sanki ben de Hz. Hüseyn’in safına geçmek isteyen bir Hürr’idim.

Hz. Hüseyn’e gelerek, “Ey Resulullahın torunu acaba tövbem kabulolurmu? beni affet diye” yalvarıyordum. Hatibin acıkb sözleri işitenlere öyle tesir etmişti ki her tarafdan ağlamak sesi yükseliyordu.

Arkadaşım beni bu halde görünce Ya Hüseyn, Ya Hüseyn deyip beni bağrına bastı. Bir kaç dakika süren bu kısa zaman içerisinde ben hakiki ağlamanın nasılolduğunu anladım. Ve vücudumun tertemiz olduğunu hissetmeye başladım. Orada Resulullahın şu hadisini hatırladım ki şöyle buyurmuştur:

        “Eğer benim bildiklerimi sizler bilseydiniz az gülüp çok ağlardınız.”

O günü hep hüzünle geçirdim. Arkadaşım bana teselli verdi ve bana soğuk şerbet ve tatlı getirdi. Ama benim tamamen iştahım kesilmişti. Ondan Hz. Hüseyn’in nasıl şehadete erdiğini tekrar anlatmasını istedim.

Ben bu olay hakkında az veya çok hiç bir şey duymamıştım. Sadece yaşlılarımız bir bu kadar diyorlardı ki İslam düsmanları ve munafıklar Hz. Ömer, Osman ve Ali’yi öldürdükleri gibi Hz. Hüseyn’ide öldürmüşler ve bundan fazla bir şey bilmiyordum.
Hatta Aşura gününü İslam bayramlarından biri bilip ve o günü kutluyoruz. O günde halk mallarının zekatını verip çeşitli

 

yekler ve tatlılar hazırlıyorlar. Çocuklar büyükleri ziyaret t onlardan bayramlık alır ve….

Elbette ülkemizde bazı köylerdeki usullere göre o günde : yakarlar ve her türlü işten el çekip hatta düğün dahi ımazlar. Ama bizler onların bu işlerine bir anlam niyorduk. Bizim hocalarımız Aşura gününün faziletli bir gün ,ğu ve o günde rahmet ve bereketin indiği hakkında bizlere isler naklediyorlardı. Gerçekten de şaşırılaeak bir iş!

Ondan sonra Hz. Hüsey’nin kardeşi Hz. Abbas’ın ziyaretine ik. Ben onun kim olduğunu bilmiyordum. Arkadaşım onun ıkarlık ve cesurluğunu ve nasıl şehid edildiğini de anlattı. l>ela’da da isimlerini iyice hatırlamadığım bir çok büyük ıle görüştük; Bunların bazıları Bahr’ul’ulum, Hekim “Kaşiful a, Ali yasm, Tebatabaİ, Firuzabadi ve Esed Haydar ıblarıyla tamnıyorlardı.

Gerçektende bu zatlar takvalı ve faziletli alimlerdiler, takva ve heybetleri yüzlerinden belli idi. Şiiler kendi alimlerine hürmet eder kazançlarının beşte birini humus olarak onlara rler. Ulema, bu paralarla medreseler ve ilim merkezleri tırıp matbaalar kuruyor ve çeşitli yerlerden dini ilimler nak için gelen talebelerin ihtiyaçlarını temin ediyorlar.

Şia uleması ne yakından ne de uzaktan devlete bağlı iller, Onlar bizim hocalarımız gibi, konuşmadan, fetva neden önce hükümetin görüşünü öğrenip daha sonra fetva m alimlerden değillerdir. Bizdeki alimler devletten maaş kları için devlete bağlıdırlar ve devlet istediğini iş başına ir ve istediğini işten alır.

Bütün bunlar benim keşfettiğim, yahut Allah’ın bana ini nasib ettiği yepyeni bir dünya idi. Nefretten sonra onu lim. Bu yeni alem bana yeni fikirler öğretti. Araştırma ve :leme hissimi öylesine güçlendirdi ki yıllardan beridir

 

Resulullah’tan nakledilen meşhur bir hadisin tesirinde ulaşmak istediğim hakkı aramaya koyuldum. Zira Resulullah(S.A.V) şöyle buyuruyor: “İsrail oğulları yetmişbir fırkaya, hırıstıyanlar ise yetmiş iki fırkaya bölündüler, benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya bölünürler, onların bir fırkası hariç geriye kalan hepsi ateştedirler.”

Bu hadisde, kendilerini hak bilen diğerlerini batıl bilen çeşitli dinlerden bahsedilmiyor. İslam çerçevesi içinde yeralan fırkalar sözkonusudur.

Bu hadisi okuduğumda hep beni bir şaşkınlık bir hayret, bir ürperti ve dehşet sarıyor; Şaşkınlık ve hayretim hadis için değil bu hadisi devamlı hutbelerde okuyan ve konuşmalarında sözkonusu eden müslümanlar içindir ki hiç bir zaman işaret edilen bu hak fırkayı bulmak için kendilerine araştırma zahmetini vermek istemiyorlar.

Her şeyden daha fazla şaşırılacak şey de şu ki her fırka kendisinin hak olduğunu iddia ediyor. Yukarıdaki hadisin bazı nakillerinde şu cümle de yeralmıştır ki, Resulullah(S.A.V) dan, kurtuluşa eren fırka hangi fırkadır diye sorduklarında şöyle buyurdu: Ben ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolu takib eden kimselerdir.” Acaba Kur’an ve Sünnet’e uymadığını söyleyen bir fırka var mı?

Eğer İmam-ı Malik, Ebu Hanife, Şafii veya Ahmet ibn’i Hanbel’e sorulacak olursa acaba Kur’an ve sünnete uymaktan başka bir şeyi mi iddia ederler?

Bu sünni mezheplerine bir de önceleri bozukluğuna inandığım şia fırkasım da ekleyecek olursak onun da Kur’an’ı Kerim’e ve Ehl-i beyt yoluyla nakledilen Sahih sünnete uyduğunu iddia ettiğini görmekteyiz. Şia, “Bir evin ehli, o evin durumunu daha iyi bilir” diyerek sahih sünneti Ehl-i beyt kanalıyla öğrenmeliyiz demekteler.

Acaba bu fırkaların hepsinin hak olmaları mümkün mü? Hayır mümkün değil. Çünkü hadis bunu reddediyar. Bu hadisi kabul etmemek ise mümkün değildir. Çünkü bu hadis, hem şia ve hem ehli sünnet kaynakları yönünden mütevatır sayılan bir hadisdir. Hadisin anlamında da şüphe etmek ve onun bir şey ifade etmediğini de söylemek mümkün değildir.

Çünkü ResulullaMS.A. V) manasız ve’ mantıksız söz söylemekten uzaktır. O hiç bir zaman heva ve heves üzerine konuşmaz; Konuştuğu her şey hikmet ve ibret içindir.

Öyleyse islam adı altında, bu fırkalardan yalnız birisinin hak ve geriye kalan hepsinin batıl olduğunda şüphe etmemek gerekir. Bu yüzden bu hadis insanda hayret ve şaşkınlığına sebep olduğu gibi, kendi kurtuluşuna ehemmiyet veren bir kişiyi mutlaka araştırma ve tahkike sevketmelidir.

Bütün bunlar yüzünden şia’yla görüşmek, eski mezhebi inaçlarımda şüphe ve tereddüt vücuda getirdi.

Kim bilir belki de bunların sözleri hakdır. Niçin bir araştırıp incelemeyeyim?

Kuran ve Sünnet, araştırıp incelemeğe ve gerçeği bulmayı bana emretmiyor mu?

Allahu Teala buyuruyor ki: “Bizim için cihad edenleri yollarımıza sevkederiz”. (1)

Diğer bir yerde de şöyle buyuruyor:” …öyleyse kullarıma müjde ver.. onlar ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar, onlar, öyle kişilerdir ki Allah onları doğru yoluna
——————–

1 – Ankebut / 69

sevketmiştir ve onlardır aklı başında bulunanların kendileri”. (1)

Yine Resulullah (S.A.V) buyuruyor ki: “Dinini araştır, o kadar ki sana deli olmuş desinler”.

O halde araştırma ve inceleme her şeyden önemlidir ve her insanın kutsal bir vazifesidir.

Bu isabetli kararım ve azmimle Irak’taki şi! dostlarımdan ayrıldım. ~nlarla vedalaşırken araştırıp tahkik edeceğime dair onlara ve kendi nefsime söz verdim.

Bu değerli arkadaşlardan ayrılmak hakikaten benim için üzücü idi. Çünkü bunlar yalnız benim için, benden bir şey ummadan vakitlerini sarfettiler. Onlar ne benden korkuyor ve ne de benden bir şey bekliyorlardı. Onlar yalnız Allah’ın rızasını umuyorlardı.

Bu ilgilerinden belki de maksatları şu hadisde yeralan sevaba ulaşmakdı; ki Resulullah şöyle buyuruyor: “Eğer Allah birisini senin elinle doğru yola hidayet ederse bu senin için güneşin doğduğu her şeyden daha iyidir”.

Yirmi gün imamlar beldesinde şiilerın içerisinde kaldıktan sonra Irak’ı terkettim.

O günler tatlı bir rüya gibi gelip geçti. Öyle bir rüya ki bir türlü bitmesini istemiyordum. Bilahere Ehl-i beyt sevgisi ile dolu olan kalplerden ayrı düşmenin ve kaldığım sürenin azlığının üzüntüsü içerisinde Irak’tan ayrıldım ve oradan Allah’ın evini ve tüm insanların efendisi olan Hz. Resulullah (S.A.V)ın kabrini ziyaret etmek amacıyla Hicaz’a doğru hareket ettim.

——————-
1 – Zümer 17/18

 

HİCAZ SEFERİM

Cidde’ye vardığımda Beşir isimli arkadaşımla görüştüm. Benim geldiğime çok sevindi, evine götürdü ve bana çok hizmet edip ilgi gösterdi. O boş vakitlerinin çoğunu benimle geçiriyodu. Arabası ile beni ziyaret ve gezi yerlerine götürüyodu. Onunla birlikte Omre’ye gidip bir kaç günü ibadet ile geçirdik. Irak’ta geciktiğim için özür diledim ve yeni keşfimi ona anlattım. O, kafası çalışan bilgin birisi idi. Bana dedi ki: “Onlam büyük alimlerinin ve kuvvetli delillerinin olduğunu duymuşum. Ama bir çok kafir ve sapık fırkaları da mevcuttur ki bunlar hacc mevsimin de bizler için çok zorluklar çıkarıyorlar”. “Ne gibi zorluklar’,? diye sordum, “Kabirlerin etrafında namaz kılıyorlar, Baki mezarlığına gidip grup – grup orada ağlayıp matem tutuyorlar ve ceplerine bazı taşlar koyup ona secde ediyorlar, Uhud’a gittiklerinde Hz. Hamza’nın kabrinin yanında toplanıp Hz. Hamza yeni ölmüş gibi ağlıyorlar. Bu yüzden Suudi hükümeti onların türbelerin içerisine girmelerine izin vermiyor”, dedi.

Gülümseyerek dedim ki: “Bu saydıkların için mi onları dinden çıkmış sayıyorsun?” Dedi ki: “hem bunlar hem de bunlardan başka şeyler için. Mesela Resulullah’ın kabrinin ziyaret ederler; ama bunun yanısıra Ömer ve Ebubekr’in kabrini yanında durup onlara lanet okurlar ve onlardan bazıları bunların kabirlerine pislik bile atıyor”.

Arkadaşımın bu sözleri, bana babamın hacdan döndüğünde anlattığı sözlerini hatırlattı.

Babam da hacdan döndüğünde “şiiler Peygamber’in kabrine pislik atıyor” demişti. Şüphesiz babam böyle bir şeye kendisi şahit olmamıştı, o da başkalarından duyduğunu söylüyordu. Çünkü o, Suudi askerleri hacıların bir kısmını vurduklarında,

 

onlara” Niçin Allah’ın evinin ziyaretçilerine hakaret edip vuruyorsunuz diye itirazda bulunduk. Onlar, Bunlar müslüman değiller, bunlar şiidirler, buraya Resulullah’ın kabrine pislik atmak için geliyorlar’ dediler; bunun üzerine bizler de onlara lanet edip tükürdük” diyordu.

Oysaki Arabistanlı dostum bunların Peygamber’in kabrini ziyaret ettiklerini, ama Ebubekr ve Ömer’in kabrine pislik attıklarını söylüyordu. Ben bu sözlerin her ikisinde de şüphe ettim. Çünkü kendim hacca geldiğimde, Hz. Resulullah’ın, Ebu Bekr’in ve Ömer’in mezarlarının kapalı bir yerde bulunduğunu üstelik ellerinde jop bulunan özel görevliler tarafından muhafaza edildiğini yakından görmüştüm. Kimse yakından içeriye bakmaya bile cesaret edemiyordu, nerede kaldı ki içerisine bir şeyler atmaya kalkışsın. Bir de her tarafı kapalı olduğu için esasen içeriye bir şeyatmak mümkün değildir. Suudilerin eli joplu muhafızıarının huşuneti ise herkes tarafından malumdur. Bu yüzden insana öyle geliyor ki; Suudi görevlileri kafir saydıkları şiilere bu iftiralarda bulunarak müslümanları onlara karşı kışkırtmağa çalışıyorlar ve bu yolla en azından takındıkları tavır karşısında diğer müslümanların susmalarını sağlamak istiyorlar. Öte yandan müslümanlar da kendi ülkelerine döndüklerinde bu yalanları yaymaya vesile oluyorlar. Böylece Suüdiler bir taşla iki kuş vurmak istiyolar.

Bu da benim güvendiğim bir kişinin anlattıklarına benziyor. O diyordu ki: “Ben tavaf ile meşgul iken bir genç izdiham sebebiyle rahatsızlanıp elinde olmaksızın kustu. Hacer’ul Esved’in muhafızıarı, bu zavallıyı bu perişan hali ile sürükleyerek dışarı çıkardılar, sonra Kabe’yi necis etmek için kendisi ile pislik getirmiştir diyerek onu suçladılar ve aynı günde o zavallıyı idam ettirdiler. Sonra da Arabistanlı arkadaşımın şia’nın kafir olduğuna dair ortaya attığı delilleri

 

düşünmeye başladım. Ne kadar düşündümse şiilerin ağladıkları, göğüslerine vurdukları, taşa secde ettikleri, kabirlerin etrafında namaz kıldıkları gibi kişinin imanını asla zedelemeyen bir kaç basit ameli farklılıktan başka bir şeyaklıma gelmedi.

Sonra düşündüm ki acaba Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed(S.A.V) in onun Resulu olduğuna imangetiren, namaz kılıp zekat veren, Ramazanlıkta oruç tutan, hacca giden, iyiliklere emredip kötülüklerden men’eden bir insanı, yukarıda değindiğimiz söz1ere dayanarak kiifir saymak mümkün müdür?

Ben dostum ile neticesi olmayan bir tartışmaya girmek istemiyordum, onun için “Allah bizlere ve onlara doğru yolu göstersin ve İslam ve müslümanların aleyhinde komplo hazırlayan İslam düşmanlarına lanet etsin” demekle yetindim.

Ömre amellerini yerine getirirken Kabe’yi tavaf ettiğimde etrafımda çok az adam vardı. Ben namaz kılıp Allah’tan benim basiret gözü mü açıp doğru yolu bana göstermesini istedim. Hz. İbrahim(A.S) in makamında dururken şu ayet-i kerime’yi hatırladım: “Ve Allah için hakkıyla savaşın, o sizi seçmiş ve size dinde bir güçlük yüklememiştir; babanız İbrahim’in dini. O, daha önce ve bul Kur’an’da da sizi müslümanlar olarak isimlendirdi ki Peygamber size tanık olsun, sizde insanlara tanıklık edesiniz; artık namaz kılın, zekat verin ve Allab’a sarılın, O’dur dostunuz, ne de güzel dosttur, ne de güzel yardımcı. Sonra da Hz. İbrahim’le veya Kur’an’ın buyurduğu gibi babamız İbrahim’le dertleşmeğe başladım ve dedim ki: “Ey baba! ey bizleri müslüman adlandıran! bak nasıl senden sonra evlatların bölünmüşler. Bazıları yahudi, bazıları Hıristiyan, bazıları ise müslüman olmuşlar. Yahudiler kendi aralarında
——–

1. Hacc /78

 

yetmiş bir fırkaya, hırısuyanlar yetmişiki fırkaya ve müslümanlar ise yetmiş üç fırkaya bölünmüşler. Bir fırka hariç bunların hepsi hak yoldan sapmış durumdalar. Yalnız bir fırka senin akidende kalmış ey baba! Acaba bunların hepsi (kaderiye fırkasının) dediği gibi bir ilahi takdirden mi ibarettir? Yani Allah mı birinin yahudi ve diğerinin hıristiyan veya müslüman veyahut mülhid ve müşrik olmasını yazmış veya dünya sevgisi ve nefsin peşi sıra gitmek ve Allah’ın emirlerinden mi uzaklaşmak bunlara..sebep olmuştur? Nasıl ki buyuruyor:

        “Onlar, Allah’ı unuttular ve Allah da onlara kendilerini unuturdu.”

Benim aklım kaza ve kader’in insanın hayatını onun istek ve iradesini hiç kılacak şekilde etkilediğini kabul etmiyor. Bana göre Allah bizleri yaratmış, doğru ve yanlış yolun her ikisini de bize göstermiş, peygamberler göndererek hakkı batıldan ayırmanın yolunu bizlere açıklamıştır; ama insan gurur, kibir, inat, zulüm ve tuğyanı yüzünden haktan ayrılıp şeytana meylediyor ve Rahman’dan koparak insanlığına layık olmayan yere yöneliyor. Bu konuda Kur’an-ı Kerim kısaca ne güzel buyuruyor: «Şüphe yok ki Allah, insanlara hiç bir surette zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.»1
Bizler delil ve şahidIerin de olmasıyla birlikte yine hakka düşmanlık eden yahudi ve hıristiyanları kınamamalıyız. Çünkü Hz. Muhammed(S.A.V) vasıtasıyla karanlıklardan kurtarılıp nura çıkartılan ve tarihin en üstün ümmeti kılınan İslam ümmeti de kendi arasında fırka – fırka bölünmüş ve birbirlerini tekfir eder duruma gelmişlerdir.

Resulullah(S.A. V) bir müslümanın üç günden fazla
——————
1. Yunus süresi/44

 

müslüman kardeşinden küsülü kalmasına bile musaade vermemişken neden bu ümmet bu kadar bölünüp birbirleri hakkında layık olmayan sözler söylüyor ve birbirlerinden ömür boyu uzak durmaya çalışıyorlar. Ey babamız İbrahim, neden bu ümmet en iyi ve en üstün ümmet olarak Doğu ve Batı’ya kakimiyet kurduktan ve onlara ilim ve medeniyet öğrettikten sonra bugün en hakir ve en değersiz yığınıklar haline düşmüşler, toprakları düşmanlar tarafından işgal edilmiş ve kendileri orada burada avare olarak yaşıyor ve Mescid-ul Aksa’ları, siyonist diye bilinen bir çetenin işgali altına girmiş, ülkelerine baktığımızda her yanında fakirlik, açlık ve felaket, bulaşıcı hastalıklar, nezaketsizlik, düzensizlik, zulüm ve baskı ve geri kalmışlık göze çarpmaktadır.

“Temizlik imandandır” diye buyuran İslam’ın emrinden haberdar olan biz müslümanların ve İslam ülkelerinin sağlık durumunu Avrupa ülkelerindeki ileri sağlık hizmetleri ve hastalıklardan korunma teşebbüsleriyıe karşılaştırdığımızda, mesela basit bir örnek olarak Avrupa’daki umumi tuvaletieri İslam ülkelerindeklie tuvaletleri mukayese ettiğimizde, müslümanların ne kadar da İslam’ın emirlerinden her. alanda uzak kaldığını görmekteyiz. Niçin müslümanlar kendi ülkelerinde bile kendi akidelerini açıklama hürriyetinden mahrumdurlar. Mesela bir müslüman İslami kıyafete uygun elbise giyinmede serbest değildir. Oysaki fasıklara şarap içme, zina yapma ve çeşitli rezaletleri işleme hürriyeti resmen tanınmış ve güvence altına alınmıştır.

Müslümanların ise değil bunlara karşı koyma, hatta ikaz etme ve emr-i bilmaruf etme hakkı bile yoktur. Hatta Mısır ve Fas gibi bazı ülkelerde babaların kendi kızlarını açlıktan sattığını bile duymuşumdur.

Allah’ım, niçin bu İslam ümmetiden böyle uzaklaştın ve

 

onları karanlıklara terkettin?

Hayır Allah’ım! Affet beni Hakikatta bu ümmet seni unutup Senden uzaklaşmış ve şeytanın yolunu seçmiştir.  Sen ey Hakim ve kudretli Allah, kendi Kitabında buyurmuşsun ki: «Kim, Rahman’ın zikrinden (anmaktan) yüz çevirirse ona bir şeytan musallat ederiz; artık o, arkadaş olur ona.» (1) Ve yine buyurmuşsun ki: Muhammed ancak bir peygamberdir; ondan önce nice peygamberler geldi. Ölürse, yahut öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim dönecekse bilsin ki Allah’a hiç bir surette zarar vermez, Allah şükredenlerin karşılığını yakında verecektir. (2)

Şüphesiz ki İslam ümmetinin bu geri kalmışlık ve zilleti, müslümanların doğru yoldan sapmış olduğuna kesin bir delildir.

Şüphesiz o az fırka, yani yetmişüç fırkanın içerisinden hak olan bir fırka ise tüm İslam ümmetinin kaderini değiştiremez.

Resulullah(S.A. V) buyuruyor ki: Sizler ya iyiliklere emredip kötülüklerden kaçınacaksınız yahutta Allah sizlerin kötülerinizi sizlere musallat eder; artık o zaman iyileriniz dua etseler de duaları kabul olmaz.”

“Rabbirn, biz senin indirdiğine inandık, Resulüne uyduk, bizleri buna tanık olanlardan yaz. Rabbim, bizlerin kalplerimizi doğru yola sevkettin, sonra saptırma ve kendi katından bizlere rahmet bağışla. Şüphe yok ki Sen fazlasıyla bağışlayansın. Rabbirn biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve bize acımazsan ziyankarlardan oluruz.

“Oradan Medine’ye gittim. Arkadaşım Beşir oradaki akrabalarından birine mektup yazarak ondan Medine’de
—————–

1- Zuhruf -.
2- Ali İmran – 144.

 

bulunduğum süre içerisinde beni ağırlamasını istedi. Üstelik telefon da etti. Onlar Medine’de beni karşılayıp evlerine götürdüler. O eve yetişir yetişmez yıkanıp, güzel koku sürüp temiz elbiselerimi giyip Resulullah(S.A.V) in ziyaretine gittim.

Hac mevsimine nazaran ziyaretçiler çok az idi. Onun için Peygamber(S.A.V), Ebubekir ve Ömer’in kabirlerinin önünde durabildim.

Oysa hac mevsiminde izdiham yüzünden buna imkan bulamamıştım. Kapıların birine el sürmek istedim, orada duran bekçi bana kızıp oradan beni uzaklaştırdı.

Gittiğim her kapının önünde bir bekçi bekliyordu. Duâ mak ve arkadaşların selamlarını Resulullah’a iletmek için orada biraz bekleyince bekçiler hemen oradan çekilip gitmemi söylediler. Onların biri ile konuşmak istedim ama faydası olmadı. Harem-i mutahhara gelip biraz Kur’an okumaya başladım. Ayetleri tertil ile okuyup tekrar ediyorum. Resulullah(S.A.V) Kur’an okumamı dinlediğini zannediyordum. Kendi kendime dedim ki: Acaba Resulullah(S.A.V) ın ölümü diğer insanlar gibi midir? Eğer öyleyse niçin namazlarda ona hitab edip diyoruz ki: “Esselamu aleyke eyyuhennebiyyu ve netullahi ve berekatüh”.
(Allah’ın selamı, rahmeti ve bcreketi sana olsun ey Allah’ın Resulü)

Eğer müslümanlar Hızır’ın diriliğine, ve ona selam verenin selamının cevabını verdiğine inanıyorlarsa ve hatta sofu tarikatları şeyh Ahmet Ticani ve Abdulkadir Geylani ve diğer şeyhlerini uyanık halde görebildiklerini iddia ediyorlarsa neden bizler bu kerameti Hz. Resulullah’a reva görmeyelim. Oysaki şüphesiz o Allah’ın kollarının en üstünüdür.

Ama vahhabiler hariç diğer müslümanların Resulullah’ın makamlarının sınırlı olmadığına inandıklarını düşünerek

 

rahatladım. Sadece bu makamları Resulullah’a reva görmeyen tâife vehhabilerdir. Ben, bu yüzden ve bir de onların, kendi akidelerinde olmayan müminlere karşı sert davrandıkları için onlardan nefret etmeye başladım.

Ehl-i beyt’e selam vermek için Baki mezarlığına gittim; orada bir ihtiyarın durup ağladığını gördüm, ağlamasından şii olduğunu anladım. Kıble’ye doğru dönüp namaz kılmaya başladı; ama aniden suüdi askerlerinden birisi sanki önceden bunu izliyormuş gibi gelip adamı secde halinde tekme altına aldı ve öylesine vurdu ki o zavallı sırt üste yere düştü ve birkaç dakika yere serili kaldı.

O asker halen ona vurmaya ve kötü laflar söylemeye devam ediyordu. Artık kendime hakim olamadım ve askere dedim ki: “Neden bu zavallıya na’maz halinde saldırdın, bu iş haramdır.” Bana bağırarak dedi ki: “Sus, sen karışma; yoksa buna yaptığımın aynısını sana da yaparım”. Bu zalimin gözlerinde şerri görünce hemen ondan uzaklaştım. Ama bir müslümana yardım etmekten aciz kaldığım için kendi kendime kızıyordum. Bu olay, Suüdilere karşı olan nefretimi daha da bir arttırmıştı. Neden bunlar her istediklerini hiç bir engelle karşılaşmadan halka yapıyorlar?

Orada bulunan bazı ziyaretçiler de kendi kendilerine bu durumdan rahatsız olduklarını bildiren bazı sözler söylüyorlardı.

Ama bazılarının da “O, bu dayakları hakketmiş, neden kabrin yanında namaz kılıyor” dediğini duydum ve kendimi tuıamayarak dedim ki: “Kim demiş ki kabirlerin yanında namaz kılmayın. “Birisi “Resulullah bunu men’etmiştir”. diye cevap verdi. Bağırarak dedim ki: “Peygamber’e iftira ediyorsunuz”.

Ama hemen kendime gelerek etrafımdakilerin askere haber verip beni tehlikeye sokabileceklerini düşündüm ve yumuşak bir dille onlara dedim ki, eğer Resulullah mnn’etmişse peki neden

 

milyonlarca müslüman ve hacı adayı Mescid-un Nebi’de bulunan Peygamber, Ebubekir ve Ömer’in kabirlerinin yanında namaz kılarak bu haram işe irtikab ediyorlar. Eğer bu işi haram kabul etsek bile acaba böylesine bir sertlikte mi önü alınmalıdır? Müsaade edin “Resulullah’ın huzuruna gelerek Meseidinde idrar eden çöl arabına karşı Resulullah(S.A.Y) ın nasıl davrandığını size anlatayım. Rivayete göre bir çöl ara bı utanmadan Resulullah ve sehabenin huzurunda mescidi necis etmesinin üzerine sahabeden bazıları bu saygısızlığa tahammül etmeyerek kılıcını çekip mudahele etmek istedi; ama Hz. ResululIah, onlara musaade etmeyerek şöyle dedi: “Bırakın eziyet etmeyin, bir kova su getirip idrarın üzerine dökün yeter, sizlerin görevi insanlara kolaylık sağlamaktır; onlara baskı yapmak değil; sizler insanları hakka meyillendirmelisiniz, ondan nefret ettirmemelisiniz.”

Onlar da Resulullah’ın emirlerine uydular.

Sonra Resulullah<s.a.y) o=”” ara=”” bı=”” yanına=”” çağırıp=”” kendi>
</s.a.y)> yanına oturttu ve taltifde bulunarak o adama anlattı ki bu mekan, Allah’ın evidir vel necis edilmemelidir.

Bunun üzerine o arap, müslüman oldu ve ondan sonra en temiz ve en güzel elbiseleriyle Mescid’un Nebi’ye gelmeye başladı.

Allah’u Teala Resulüne buyurmuştur ki: «Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, mutlaka yanından ayrılıp kaçardıdar.»

Dinleyenıerin bazıları bu hadiseden etkilendiler ve onlardan biri beni bir kenara çekip dedi ki: “Kardeşim siz nerelisiniz? “Tunusluyum” dedim.
——————

1- Ali İmran /159.

 

        “Allah’ını seviyorsan bu sözleri bir de ağzına alma, yoksa başın belaya girer…” dedi.

Bu sözleri duymam, kendilerini Haremeyn’in (Mekke ve Medine’nin) savunucusu olarak tanıtıp ve Allah’ın evinin ziyaretçilerine bu kadar baskı yapan vahhabilere karşı nefretimi daha da artırdı.

Çünkü kimse kendi görüşünü anlatamıyordu, hatta onların akidesine ters düşen hadisleri bile söylemek hakkına sahip değildi.

Oradan ismini bilmediğim yeni arkadaşın evine gittim. Akşam yemeğinde karşı karşıya oıurduk. Yemeğe başlamadan önce nereye gittiğimi sordu, ben de karşılaştığım bu hadiseyi baştan sona ona anlattım ve dedim ki: “Kardeşim valIahi ben artık vahhabilerden nefret edip şiilere meylediyorum”. Arkadaşım bu sözü duyunca rengi değişip yemek yemeden kalkıp gitti. Ben de biraz onu bekledikten sonra o şekilde uykuya daimışım.

Mescid-un Nebi’nin ezan sesi ile uykudan uyandım. Yemek aynen yerinde idi. Ev sahibinin oraya gelmediğini anlayıp onun bir Suud! görevlisi olabileceğinden endişe etmeye başladım. Bunun üzerine kimseyi haberdar etmeden süratle o evden ayrıldım, ve ResululIah(S.A.Y) ın mescidine geldim. Akşama kadar Resulullah’ın hareminde namaz kılıp ziyaretle meşgul oldum. Yalnız abdestimi yenilernek için dışarı çıkıyordum.

İkindi namazından sonra hatiplerden birinin namaz kılanların arasında ders verdiğini gördüm, onların yanına gidip Oturdum. Derste oturanlardan sorunca onun Medine’nin kadısı olduğunu öğrendim. O, dersinde Kur’an’ın bazı ayetlerini tefsir ediyordu. Dersten sonra kalkıp gitmek istediğinde durdurup dedim ki: Allah’u Teala’nın “Allah ancak, ey Ehl-i Beyt sizden her çeşit pisliği gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz

 

bir hale getirmek istiyor” diye duyurduğu ayette geçen “Ehl-i Beyt’den maksat kimdir?”

“Peygamber’in kadınlarıdırlar. Nasıl ki ayetin evvelinde buyuruyor ki: “Ey Peygamber’in eşleri, siz öbür kadınlardan birine benzemezsiniz.” dedi

Dedim ki: “Şia alimleri diyorlar ki: Bu ayet, Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyn’in hakkında nazil olmuştur. Ben onlara cevab olarak dedim ki: “Bu ayetin evvelleri Peygamberin hanımlarına hitab ediyor ve diyor: Ey Peygamber’in eşleri….

Onlar cevabımda şöyle dediler: Peygamber’in kadınlarına ait olan yerde fiillerin hepsi arapça dilinde kadınlara ait olan zamirlerle gelmiştir. Mesela “lestünne, in’ittekaytünne, fela’tahza’ne, ve karne fi buyutikunne, velateberrucne ve ekimnes’salate, ve âtinez’zekate, ve eti’nellahe ve resulehu….

Ama Ehl-i beyt’e mahsus olan yerde artık kadınlara ait olan zamirler değişip onun yerine buyurmuş ki: “liyüzhib’e enkum” ve yutehhire’kum”. “Kum” eki arapçada erkeklere mahsus bir ekdir, ama “kunne” kadınlara mahsus olan bir ekdir.

Bu sırada gözlüğünü kaldırıp bana manalı şekilde bakıp “Aman bu zehirli fikirlerden kaçın ve uzak dur! Şiiler kendi istediklerine göre Kur’an’ın ayetlerini değiştirmişler.

Onlar Ali ve evlatları hakkında bazı ayetler çıkarmışlar ki bizler kabul etmiyoruz.

Onların (Mushef’i Fatime) diye bir başka Kur’an’ları vardır. Ben, seni onların hilelerine kapılmaman için ikaz ediyorum” dedi. Dedim ki “efendim ben kendime güveniyorum, sizden bu soruyu sormam konuyu iyice araştırmak istediğimden dolayıdır.

O bana “Nerelisin” diye sordu, “Tunusluyum” dedim. İsmimi sordu, “ticani” dedim. Ahmet Ticani’yi tanıyıp tanımadığımı sordu. “Evet” dedim, “o bir tarikat şeyhidir”. O dedi ki: Evet, o

 

sömürgeci Fransa’nın uşağı idi. Fransa’nın Ceziiir ve Tunus’da yerleşmesi için önemli bir rol oynamıştır. Eğer Fransaya gitsen, Paris’teki milli kütüphaneye gidip orada Fransa Ansiklopesindeki -A- harfine bakabilirsin; Hatta Fransa devlet’inin Ahmet Ticani’nin kendilerine yaptığı hizmetlerden dolayı iftihar madalyası verdiği bile orda yazılı dır. Onun bu sözlerine çok taaccüb ettim ona teşekkür edip ayrıldım.

Medine’de bir hafta kaldı m kırk namaz kılıp bütün ziyaret yerlerini ziyaret ettim. Oradaki ikamet müddetim boyunca her şeyi dikkatle izliyordum. Ama her gün gittikce Vehhabiyet’e karşı nefret ve öfkem daha çok çoğalıyordu.

Medine’den Ürdün’e gittim; ve orada önceki hac seferimde tanıştığım arkadaşlarla görüştüm ve üç gün orada kaldım. Onların şiaya karşı nefret ve düşmanlıklarının Tunuslulardan daha çok olduğunu gördüm.

Aynı söylentiler fazlasıyla bunların arasında da yaygındı. Ama hangisinden delil soruyorduysam “Biz böyle duyduk” diyorlardı.

        Onların arasında şia’dan birisiyle oturup duran yahut onların kitaplarını okumuş olan birine bile rastlamadım.

Hatta çokları ömürlerinde bir şii dahi görmemişlerdi.

Oradan Suriyeye gidip Şam’da emevi camisini ve onun yanında Hz. Hüseyin’in başının bulunduğu makamı ziyaret ettim ve yine orada Hz. Zeyneb ve Selahuddin Eyyubi’yi de ziyaret ettim.

Beyrut’tan direkt olarak Trabios’a hareket eLLim; bu yolculuk deniz yoluyla dört gün çekti.

Yol boyunca ben, hem cismi ve hem de fikri bakımdan iyice istirahat ettim. Bu dört gün zarfında epeyce uzun süren yolculuğumu aynen bir filim şeridi gibi zihnimden geçirmeye ve değerlendirmeye başladm. Netice de vahhabilerden

 

uzaklaştığımı, hatta onlara karşı ruhumda kin ve nefret vücuda geldigini ve buna mukabil şiâ’ya muhabbet ve ilgimin çoğaldığını gördüm, Allah’a bu sefer boyunca hep bana lutufta bulunup inayetinden beni ayırmadığı için şükrettim ve Ondan hak yolu bana göstermesini istedim.

Kendi vatanıma, aile, akraba ve dostlarıma olan özlem ile döndüm ve onların hepsini sağlık ve esenlik içerisinde gördüm ve sevindim.

Eve ulaşır – ulaşmaz benden önce ulaşmış olan çok sayıda kitapla karşılaşmam beni daha bir sevindirdi. Kitapların nereden gönderildiğini biliyordum Böylece vadelerine
muhalefet etmeyip, hediye ettikleri kitapları fazlasıyla gönderenlere muhabbet ve sevgim daha da arttı.

      ARAŞTIRMA YA BAŞLAMAM

Kitapları, kütüphane yaptığım odaya dizdim ve bir kaç gün istirahata çekildim.

Yeni ders yılının başlamasıyla iş programım belli oldu; haftanın üç gününü peşpeşe görev yapacaktım ve kalan dört gününde ise boş idim. Böylece gelen kitapları okumaya başladım.

İlk önce Akaid’ul’İmamiyye (Şianın aslı ve esasları) ve, Esluş şia ve usulu’hal (Şiâ’nın aslı ve esasları) isimli kitapları okudum. Şianın fikir ve inançlarının esasları hakkında gönlüm rahatladı.

Sonra Seyyid Şerefuddin’in yazmış olduğu “El Muracaat” isimli kitabı okumaya başladım. Bu kitapdan ilk bir kaç
——————

1- Esluş’şia ve usulu’ha ve Şia inançları adlı kitabın Türkce lercümeleri Türkiyede yayınlanmıştır(Mütercim)

 

sayfasını okumam, ona tamamen cezbolmam için yetti. Bu kitap beni kendisine öyle bağlamıştı ki mecbur kalmayıncaya dek onu elirnden bırakmıyordum. Hatta bazı zamanlar onu kendimle birlikte okula götürüyordum.

Bu kitapta, bir şia aliminin, el -Ezher’in büyüğü olan bir sünni aliminin sorularını ve itirazlarını nasıl çözdüğünü onun anlayamadığı şeyleri ona anlattığnı görmem beni çok şaşırttı.

Bu kitapta aradığımı bulmuştum; Çünkü diğer kitaplar gibi bu kitapta, yazarı bir soru ve itirazIa karşılaşmadan istediğini yazıp geçtiği bir eser değildi. Bu kitap, iki ayrı mezhepten olan büyük alimin tartışmalarını içine almıştı. Her bir alim diğerinin sözlerini tam bir titizlik ve dikkatle inceliyor ve küçükden büyüğe kadar hesap soruyor karşıdakine. Ve tartışmalarında her iki taraf müslümanların ilk temel kaynağına (Kuran ve sünnülerin Sihahlarının da kabul ettiği sünnet’e) istinat ediyor.

Haddi zatında bu kitabın tartışmaları benim gibi hakikatı arayan ve onu kabul etmeye kararlı olan bir insan için güzel bir kaynak sayılırdı. Onu okurnam bana oldukça faydalı oldu bu kitabın benim üzerimde büyük hakkı vardır.

Sözkonusu kitapta, sahabenin Resulullah’ın emirlerine uymadıkları mevzuunu okudum. Bu konuya orada bir kaç misal zikretmiştir. Bu misalierden biri “Perşembe gününün musibeli” diye bilinen bir vakiadan ibaretti.

Ben Ömer efendimizin, Hz. Resulullah(S.A.V)ın sözlerine itiraz ederek Resulullah’ı saçmalamak ve sayıklamakla suçlayabildiğine inanamıyordum. İlk önce bu rivayetin tek kaynağının şiâ kitapları olduğunu sanıyordum. Ama bu şiâ aliminin bu rivayeti Sahih’i Buhar’ı ve Sahih’i Müslim’den nakletliğini görünce artık çok şaşırdım ve kendi kendime dedim ki: “Eğer bu rivayeti Sahih’i Buhari de bulursam muhakkak bu, benim görüşümde etki yapacaktır; bazı fikirlerimi yeniden

 

gözden geçirmem gerekecek”.

Konuyu araştırabilrnek için başkente gittim oradan, Sahih’i Buhari, Sahih’i Müslim, Müsned’i İmam Ahmed, Sahih’i Tirmizi, İmam Malik’in Müvatta’sını ve bunlardan başka da diğer bir kaç meşhur eseri aldım. Eve ulaşmayı bile beklemeden başkentle Kafse arasında çalışan umumi otobüste Sahih’i Buhari’yi açıp “Perşembe gününün musibeti”denen hadiseyle ilgili hadisleri aramaya başladım. İstemediğim halde Seyyid Şerefuddin’in kitabında söz konusu hadiseyle ilgili naklettiği hadisin aynı şekilde sahih-i Buhari’de yeraldığını gördüm ve şaşırdım ilk önce nakledilen bu hadiseyi kökten inkar etmeğe çalıştım. Gerçekten Hz. Ömer’in böyle bir tutuma sahip olmasına inanamıyordum, ama Ehli sünnet ve cemilatin sihahlarında gelen hadisi inkar etmek benim ne haddimdi? Çünkü biz hep sahih-i Buhari başta olmak üzere. Sihah’a inanıp onun doğruluğuna şehadet ederiz; Eğer onda şüphe edersek yahut onun bir kısmını inkar eder yalanlarsak ilk önce o kaynaktan, sonra da tüm iikiiidimizden el çekmemiz liizım gelir.

Elbette şiâ hocası bu hadisi kendi kitaplarından nakletmiş olsaydı ona inanmazdım. Ama Ehl-i sünnet ve cemaalin temel kitaplarından naklettiği için itirazıma bir yer kalmamıştı.

Bu kaynaklar bizim yanımızda kur’an’dan sonra en doğru kitap sayılırlar.

O halde onun içindekilere inanmalıyım; Yoksa Sihah’ın tümünde şüphe etmek lazım gelirdi Bu ise İslam ahkamına olan iıimadımızın sarsılmasına sebep olurdu. Çünkü İslam ahkarnı kur’an-ı Kerim’de üstü kapalı bir şekilde ve tefsilatına inilmeksizin zikrolunmuştur. Risalet döneminden (Asr-ı Sciidet’ten) uzak olan bizler için dinimizin hükÜmlerini öğrenmenin tek yolu bu sih::ıh’lara başvurmaktır. Bizim için nesiller boyunca dinin ahkamını öğrendiğimiz bu kiıaplardan el

 

çekmek asla mümkün değildir.

Sonunda ben kendi kendime bütün zorluklarına rağmen bu tür konuları köklü bir şekilde incelerneyi kararlaştırdım. Ve ahd ettim ki, bir fırkanın inandığı ve diğer fırkanın kabul etmediği hadisleri bırakıp araştırmada yalnız şia ve sünnilerin doğruluğunda ittifak ettikleri hadislere istinat edeyim. Ben bu metodla bir yandan milli ve mezhebi taassublardan kaçınmayı ve diğer yandan da şüphe ve tereddütten kurtul up Allah’ın en büyük nimeti olan yakin’in zirvesine ulaşmağı hedef almıştım.

 

      DERİN BİR ARAŞTIRMAYA BAŞLAMAM

                                    Şiâ ve Ehl-i Sünnet Nazarında Sahabe:

İhtilaflı konuların mihverini oluşturan ve mezhebi ihtilaflarda hakkı bulmaya yardımcı olan en önemli konu, sahabenin hayat, davranış ve fikirlerini incelemektir. Çünkü onlar bizlerin dini anlayışımızda en önemli yere sahiptirler; Müslümanların çoğu her şeyde onları asıl kaynak bilmek te ve dini öğretisinde onları ölçü kabul etmektedir.

Sahabenin bu önemli mevkileri içindir ki geçmiş İslam alimleri onların hayatını ayrıntılarıyla tarih kitaplarında kaydetmişlerdir. Hatta sırf bu konuyla ilgili olarak (Usdul Ğabe fi temyiz’iz’sehabe), (El’İsabe fi merifet’is’sehabe), (Mizan’ul İtidan ve bunlara benzer bir çok eser yazmışlar ve bu kitaplarda Ehl-i sünnetin görüşü esas alınarak sahabenin hayatını incelemişlerdir.

Ama burada önemli bir eleştiriyle karşı karşıyayız. O da tarih yazarlarının, eserlerini Peygamber(S.A.V)in Ehl-i beyt’ine ve onların şia’sına açıkca düşmanh keden Ernevi ve Abbasi’lerin istek ve görüşlerine uygun düşecek şekilde yazmış oldukları gerçeğidir. Dolayısıyla yalnız bu tariheilerin yazdığı ilc yetinerek Ehl-i beyti’n savunucusu olan diğer İslam alimlerinin sehabe hakkındaki görüş ve fikirlerini incelemernek insafa uygun düşmez.

Bu konularda asıl sorun, sahabenin kendisinden başlamıştır. Çünkü sahabe Rcsulullah(S.A.V) ın yazacağı vasiyet hususunda ihtilafa düşüp kıyamete kadar müslümanların sapıklığa düşmesini önleyecek olan Resulullah(S.A.V) ın vasiyetini yazdırmasına engel olmuşlardır. Onlar bu davranışlarıyla İslam ümmetini ilahi bir nimetten mahrum bıraktıkları gibi bu mahrumiyet sonucu müslümanların bölük – bölük olmalarına ve

 

sonu gelmeyen ihtilaf ve tefrikalara düşmelerine de sebep olmuşlardır. Hilafet meselesinde de ilk ihtilaf sahabeden başlamıştır. Onlar hakim güç ve onlara muhalif olan grup olarak ikiye ayrılmışlardır ve bu da müslümanların, Ali’nin şiası ve Muaviye’nin şiası olarak ikiye bölünmelerine sebep olmuştur. Yine sahabe, Allah’ın kitabı’nın tefsiri ve Resuluııah’ın sünnetinin açıklaması hususunda ihtilaf etmişler ve neticede ceşitli mezhepler ve muhtalif keliimi mektepler meydana gelmiştir ve siyasi hedefler uğruna yani hakimiyeti ele geçirmek için çeşitli felsefeler ortaya çıkmıştır. Kısaca müslümanların böl ün üp ihtilafa düşmelerinin asıl kaynağı sehabenin ihıilafıdır. Yoksa, tek Allah, tek Peygamber ve tek kur’iina inananların ihtilafları başka neye dayanabilir?

İhtilafların asıl menşei, Resulullah(S.A.V) ın vefatının ilk günü, “Sakife’i Beni Saide” de toplanan sahabenin ihtilafı olmuştur. O “ihtilaf, doğduğu günden itibaren günümüze kadar varola gelmiştir, ve artık ne zamana kadar devam edeceğini dc Allah bilir.

        Şia hocalarıyla görüşmelerim sonucunda sahabenin onların nazarında üç taifeye (gruba) ayrıldığını öğrendim:

        Birinci taife: Seçkin sahabilerdirler. Bunlar Resulullah(S.A.V)’ı iyice tanıyıp, sedaketle o hazretle birlikte olan, kanlarının son damlasına kadar ona verdikleri ahda vefadar kalan, ihlas ve doğrulukla ona yardım eden ve o hazretin vefatından sonra da ahitlerine sıkıca bağlı kalıp şaşmayan ve geri dönmeyen kimselerdir. Allah’u Teaiii kuran’ın bir çok ayetinde onları övüp methetmiş ve Resulullah(S.A.V) da defalarca onları övmüştür. Şiâ bu tür sahabeye çok hürmet etmekte onların seçkinliğine inanır ve tam bir saygıyla onları yadeder.

Aynı şekilde Ehl-i sünnet de bu tür sahabeyi seçkin bilir, onları hürmetle anır.

        İkinci taife (gurup): Dünya meta’ından bir şey umduğu için veya korkudan müslüman olup Peygamber (S.A.V)’e tabi olan kimselerdir.

Bunlar müslüman oldukları için Resulullah(S.A.V)’a minnet ediyor bazen o Hazrete eziyet bile ediyor onun emir ve nehiylerine önem vermiyorlardı; Hatta çoğu zaman açık ve sarih hükmün karşısında kendi görüşlerini öne sürüyorlardı. Kur’an’ı Kerim, bunların oyunlarını tehdit ve tevbih(kınama) yoluyla etkisiz bırakıyordu.

Bazı ayetlerde Allah-u Teala onların hatalarını yüzlerine vurarak onların kaypak şahsiyetlerini su yüzüne çıkarmıştır. Resulullah(S.A.V) da bir çok hadislerinde onları uyarmiştır. Şili bu tür sahabeyi birinci kısım gibi hürmet etmez onların seçkinliğine asla inanmazlar. Sadece onların yaptıkları işleri nakletmekle iktifa ederler.

Üçüncü kısım: Münafıklardır. Bunlar kendilerini sahabeler gibi tanıtan yani gönüllerinde küfrü gizleyerek zahiren iman getiren ve bu yolla Resulullah(S.A.V)i aldatmak ve ona karşı hile düzenlemek isteyen kişilerdir.

Allah, bunların hakkında kur’an’da bir süre indirmiş ve kur’an’ın başka sürelerinde de onların tehlikesini hatırlatmıştır ve cehennem in en şiddetli yerinde onları yakacağını va’d etmiştir. Resulullah(S.A.S) da müslümanların onlardan uzak olmalarını buyurmuş hatta onların bazılarının isim ve nişanelerini de bazı sahabesine öğretmiştir. Şiii ve sünni bu tür sahabeye lanet okumak ve onlardan uzak olmak hususunda ittifak etmişlerdir.

Sahabenin bu üç kısmından ayrı bir başka grup da var ki onlar sehabelerden olmalarıyla birlikte Resulullah’ın akrabası olup, Allah’ın onlara verdiği âhlaki faziletleri, tertemiz ruh ve diğer özellikleriyle sahabe arasında seçkin bir mevkiye sahip

 

idiler. İşte bunlar

“Ehl-i beyt’dirler ki Allah onlardan her çeşit pisliği giderip onları tertemiz kılmıştır” (l)

Onlara salavat göndermeyi, Allah-u teala Resul’una salavat göndermek gibi farz kılmıştır ve hums’un! bir kısmını onlara vermeyi emretmiştir.(2)

        Resulullah(S.A.V) ‘m tebliğinin karşılığı olarak her müslümana onlara sevgi ve muhabbet beslerneyi vacip etmiştir.(3)

        Ve bunlar(Ehl-i beyt) Allah’ın uyulmasını emrettiği Ulul’emir(emir sahibi) dirler.(4)

        Ve bunlar kur’an’ın ayetlerinin tavilini onun müteşabih’ini (çeşitli manalara benzerlik gösteren ayetlerini) ve mühkemat’ını (apaçık manası olan ayetlerini) bilen ve ilimlerinde şüphe olmayan kimselerdir.(5)

  Ve zikir ehli bunlardırlar. Resulullah bunları Sakaleyn hadisinde kur’an’la bir arada zikredip onlara sarılmaya emretmiştir (6).

<s.a.v) bunları=”” nuh’un=”” gemisine=”” benzetmiş=”” ki=”” ona=”” binenler=”” kurtuluşa=”” erip=”” ve=”” ondan=”” uzak=”” duranlar=”” boğulup=”” helak=”” olurlar?<br=””></s.a.v)> Sahabeler Ehl-i beyt’in değer ve makamını biliyorlar ve onlara hürmet ve ikram ediyorlardı. Şia Ehl-i beyt’e uymakta ve onları diğer bütün sahabeden üstün bilmektedirler ve bu hususta kur’an ve sahih sünnet’ten sarih delillere istinat ediyorlar.

Ehl-i sünnet ve cemaat da, Ehl-i byet’e hürmet edip onlara>
———————–

1- Ahzab /33. 2- Enfal /4l. 3- Şu’era /23. 4- Nisa /59.

5- Ali imran – 7.

6- Du hadis, Kenz’ul ummal c.1.s.44 ve Müsned’i Ahmed ibni Hanbel c.5.s 182.de zikredilmişlir.

7- Sefine Hadisi- Du hadis, Müstedrek’i Hakim’in c.3.s.151 ve Telhis’uz Zchcbi- ve Es’Scvaik’ul Muhrige 5.184 ve 234 de nakledilmiştir.

 

~

saygı gösteriyor ve onları faziletli biliyor ama sahabeyi şia gibi üç kısıma bölmezler, münafıkları sahabeden saymazlar. Sahabe onların yanında Peygamberden sonra en üstün mahluktur.

Sahabeyi sınıflandırmak isteseler de İslamı kabul edip, o yolda zorluklara tahammül etmede öncelik taşıma bakımından birini birinden üstün sayarlar. İlk derecede Hülefayı Raşidini daha sonra rivayetlerine göre cennetle müjdelenen on kişiden geri kalan altısını sahabenin en faziletlileri olarak sayarlar. Bu nedenle Ehl-i sünnet Resulullah’a ve Ehl-i beytine salavat gönderdiklerinde tüm sahabeyi de istisnasız olarak onlarla birlikte zikrederler.

Bu, Ehl-i sünnet ve cemaat” ülemasının görüşüdür ve sözkonusu taksim ise şia ulemasının görüşleridir. Bu iki görüşü inceleyebilmek için sahabe hakkında derin bir tahkike başladım, ve Allah’a abd ettim ki eğer bana doğru yolu gösterirse her türlü duygusallık ve taassubu bir tarafa bırakarak tereddütsüz ona uyacağım.

        Bu araştırmada iki ilkeye bağlı kaldım:

1- Kur’an’ın tefsirinde ve Resulullah(S.A.V) ın hadislerinde sadece tüm İslam mezheplerinin ittifak ettikleri hadislere uymak.

2- Akıla, Çünkü allah’ın kullarına verdiği nimetlerin en üstünü akıldır. Allah kullarını onun sebebiyle diğer mahlukata üstün kılmıştır.

Nasıl ki, Allah kullarına delil getirdiğinde akıllarını çalıştırmalarmı emredip buyuruyor ki: Acaba  akılları yok mu? Acaba anlamıyorlar mı? Acaba düşünmüyorlar mı? Acaba görmüyorlar mı? ve….

Buna göre araştırma döneminde ben müslümanlığımı yalnız Allah’a, meleklere, O’nun kitaplarına ve Resullearine ve Hz. Muhammed’in Onun kulu ve onun resulu olduğuna ve dinin, Allah katında yalnızca İslam olduğuna iman etmekte hulase

 

ederek bu hususlarda sahabilerden hiç birine her ne kadar üstün makama sahip olsalar da, Peygamber’e yakınlıkları fazla olsa da yaslanmamayı kararlaştırdım.

Ben bir araştırmacı olarak kendimi ne Emevi, ne Abbası, ne Patimi, ne Sünnü, ne de Şiii biliyordum.

Yine doğru bir inceleme yapabilmek için ne Ebubekir, ne Ömer, ne Osman, ne Ali, hatta ne de Hz. Hamza’nın katili Vahşi hakkında dahi önceden bir hüküm vermiyor ve hiç birine karşı bir ön düşmanlık beslemiyorum. Zira Hz. Hamza’nın katili bile sonradan müslüman olmuş ve Hz. Resulullah(S.A.V) da onu affetmiştir. Ve İslama dahil olmak geçmiş günahları temizler.

Önceki görüş ve fikirlerime körükörüne bağlanmaktan kendimi kurtarmaya muvaffak olup sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve hakkı bulmak için bu araştırmayı başlatmak istediğimden bu işte her şeyden çok Allah’u Teala’nın yardımına güveniyor ve tahkikime başlıyorum. Bu araştırmada ilk inceleme konusu olarak sahabenin davranış ve tutumlarını ele alacağım.

                           ı – SAHABE, HUDEYBİYYE ANLAŞMASINDA

Olayın özeti şöyledir: Hicretin altıncı yılında Resulullah(S.A.V) Ömre’yi yerine getirmek için sahabeden bindört yüz kişi ile yola çıktı ve onlara kılıçlarını kınlarına koymalarını emretti Kureyşle, savaş için değil Ömre ziyaretini yapmaya geldiklerini bildirmek için Zulhuleyfe denilen yerde ihram bağlayıp kurbanlıklarının boyunlarına nişan taktırdı. Kureyş Arapların Hz. Muhammed(S.A.V) in Mekke’ye geldiğini duyduklarında Onun Kureyş’in gücünü kırarak zorla Mekke’ye girmiş olduğunu sanacaklarından Korkuyordu. Bu yüzden Suheyl ibn-i Amir ibn’i Ebdeve’tul Amiri’nin başkanlığında bir hey’et göndererek o Hazret’ten istediler ki geldikleri yoldan tekrar



geri dönsünler. Ama buna karşılık gelecek yıl üç gün Mekke’yi onların ziyaretine tahsis etmelerini taahut ettiler; daha başka zor şartlar da koydular. Hz. Resulullah(S.A. V) Allah’ın gönderdiği vahiy gereğince bütün bunları kabul eyledi.

Ama sahabeden bazıları Resulullah(S.A.V) ın bu tavırım beğenmeyip şiddetle ona muhalefet ettiler.

Ömer ibni Hattab Resulullah’m yanına gelip dedi ki: Acaba sen Allah’m gerçek Resulu değil misin? Resululuılah buyurdu ki: Evet resuluyum. Ömer, acaba bizler hak, düşman batıl değil mi? Resuluılah, “evet öyledir”, buyurdu.

Ömer “O halde neden kendimizi zillete düşürüyoruz? dedi. Resuluılah buyurdu ki: Ben Allah’ın resuluyum, Ona asla itaatsızlık etmem, O benim yardımcımdır.

Ömer “Acaba sen bize Mekke’ye gidip orayı tevaf yapacağımızdan haber vermiyor muydun? dedi. Resulullah buyurdu ki: “Evet ama aca ba bu yıl gideceğimizi mi söyledim. Ömer. “Hayır” dedi.

Resuluılah buyurdu ki: O halde gelecek yıl tevafını edersin”.

Ömer sonra Ebubekir’in yanına gelip “Ey Ebubekir, acaba bu kişi Allah’ın gerçek Peygamberi değil mi?” diye sordu Ebubekir “Evet, Allah’in Peygamberidir” dedi. Ömer, Resulullah(S.A. V) dan sorduğu soruların hepsini ondan da sordu; Ebubekir’de o cevapları verdi vc dcdi ki: “Ey kişi! Bu Allah’ın gerçek Resuludur. O Allah’a asla itaatsızlık etmez. AII.ıh onun yardımcısıdır, sen ona boyun ey”.

Kureyş’le yapılan anlaşma bittikten sonra Resuluılah sahabeye hitaben kalkın, kurbanlık larınızı kesin ve saçlarınızı traş edin”. diye buyurdu.

Ama Allah’a andolsun ki onlardan hiç birisi kalkmadı ve Resulullah bu sözünü üç kez tekrarladı; yine de kimse emrine uymadı.

 

Resulullah çadırına girdi ve dışarı çıktıktan sonar hiç kimse ile konuşmadan kendisi kurbanını kesip sonra herbirini çağırıp saçını traş ettirdi. Bunu gördükten sonra sehabe kalkıp kurbanlıklarını kestiler ve birbirlerinin saçlarını traş ettiler. Hatta birbirlerini(ihtilaftan) öldürecek duruma gelmişlerdi ı.

Burada naklettiğimiz Hudeybiye sulh u vakıası şia ve sünni alimlerin ittifak edip birleştiği bir vakıtıdır.

Teberi, İbn’i esir, İbn’i Sa ‘d gibi tarih ve si yer yazarları ve Buhari ve Müslim gibimuhaddisler bu olayı nakletmiştir.

Böyle bir vakıayı okuyup sahabenin Peygamber’e böyle da vranışları için şaşırmadan geçmek mümkün değildir; bu yüzden kıssa üzerinde ciddi bir şekilde durup düşünmeliyiz. Akıllı birisi sahabenin Resulullah’m emirlerini tamamen mütİ olduklarını nasıl kabul edebilir? Çünkü bu vakiâ, onların böyle olmadıklarını ortaya koymakta ve söz konusu görüşün hatalı olduğunu ispat etmektedir.

(Gerçi Bey’et’i Rizvan’la ilgili olarak nazıı olan ayet’i kerime getereğince Allah’u teala seha beden mümin olanları Bey’eti tehteş şecere neticesinde bağışlamıştır, ama bu vakia iyice gösteriyor ki, sehabe devamlı olarak itaat içinde değillermiş; İtaatları olduğu gibi isyanlanda olmuştur. Müterco,)

Acaba hiç bir akıılı kabul edcrmi ki Peygambere karşı böyle bir davranışı basit bir olayalarak talakki edelim, veya bu işleri hususunda sehabeyi maıur gösterelim? Oysa Allah’u tdla buyuruyar ki: «Böyle değil, andolsun Rabbine onlar, aralarında çıkan ihtilafta seni hakem etmedikçe ve sonra da
——————–

1- Bu olayı Sire ve tarih yazarları nakletmişler. Bu vakia’yı Buhari, Sahihinin şurut kitabının Eş’şurut fil cihad babında (c.2.s.122) Ve Muslim Sahih’inin Hudeybiye anlaşması bahında nakletmiştir.

 

senin verdiğin hüküm hususunda gönüllerinde bir sıkıntı duymadıkça sana iman etmiş olmazlar» (l).

Acaba Ömer ibn’i Hattab bu vakitıda Resulullah’m emirlerine boyun eğip içten hiç bir sıkıntı duymadan onun emirlerini kabul etti ıni? Yoksa onun Resulullah’a karşı tutumundan şüphe ve tereddüt kokusu mu geliyordu. O Resulullah’a: Allah’ın gerçek Peygamberi değilmisin? Acaba sen bize şöyle sözü vermedin mi? diyor

Ve Resulullah’ın verdiği yeterli cevapla ra bile teslim olmuyordu liza Ebubekr’in yanına gidip aynı soruları ondan soruyordu.

Acada Ebubekr cevap verdikten sonra ve ona, Peygambere itaat et dedikten sonra teslim oldu mu?

Bilmiyorum: Ebubekrin sözleriyle teslim olduğu da şüphelidir. Yoksa neden “ben Hudeybiye vakiasında bazı işler yaptım ve teşebbüslerde bulundum ki… “diye yakınıyordu.

Allah ve Resulü biliyor ki ne işler yapmış o vakia’da, bilmiyorum oradakilerin hepsi Hüdeybiye anlaşmasına müteakip neden Peygamberin emirlerini dinlemediler. Onlara “kalkın, kurbanlıklarınızı kesip başlarınızı traş edin” dediğinde kimse kalkmadı ve Resuluılah sözünü üç kez tekrar etti ama yine de bir faydası olmadı.

Subhanellah! Ben hak ık aten bu inanamıyorum. Nasıl sahabe Resulullah’ın davranabilir?

Bu olayeğer yalnızca şia kaynaklarında olsaydı, bunu sahabeye bir töhmet ve iftira kabul ederdim. Ama bu olay o kadar meşhurdur ki Ehli sünnet’in muhaddislerinin hepsi onu
——————
1- Nisa /65.

 

nakletmiştir.

Ben kendi kendime her iki grubun birleştikleri her şeyi kabul edeceğime dair söz vermiş olduğum için artık bu olayın karşısında hayretle teslim olmaktan başka bir çarem kalmamıştı. Öyleyse ne diyebilirim; ve nasıl bir özür getirebilirim? ResuluIlah’ın Bi’setinden Hudeybiye anlaşmasına kadar yirmi yıla yakın bir müddet geçiyordu. Bu müddet içerisinde ResuluIlha’la aynı beldede yaşayan sahabenin çoğusu, Onun bir çok mücizesini ve Nubuvvet nurunu kendi gözleriyle görmüşlerdi.

Öte yandan kur’an’ı kerim durmadan onlara Resulul1ah’a karşı edepli davranmalarını emretmiş o Hazret’le nasıl konuşacaklarını bile açıklamıştı.

Hatta Resulullah’la konuşurken seslerini sesinden daha yükseğe çıkartmaları halinde tamamen batıl olabileceğini buyurmuştu.

Akla gelen ihtimal şu ki, diğer sahabelerin içinede şüphe ve tereddüdü Ömer yaydı, ve neticede onlar da Resulul1ah’ın sözlerini dinlemediler. Kendi itirafına göre o bu vakiada demek istemediği bazı teşebbüslerde bulunmuştur. Yine Ömer ibni Hattap’tan nakledilmiştir ki, o şöyle demiştir: “Durmadan oruç tutup sadaka verdim, namaz kıldım, kul azad ettim, O vakia’da söylediğim sözlerin korkusundanı .(1)

Bu ve onun bu vakiayla ilgili olan diğer sözleri üstte ileri sürdüğümüz ihtimalı teyit etmektedir ve göstermektedir ki o hadisede tutumunun nekadar doğru yoldan uzak olduğunu kendisi bile farketmiştir.

Bu olay, gerçektende şaşırtıcı bir olaydır ama inkar edilmez bir gerçektir.

—————-
ı. Sire’yi Helebi – Hudeybiyye anlaşması c.2 – s.706

 

   2- SAHABE VE “PERŞEMBE FACİASI”:

        Olayın Özeti: Peygamber efendimizin ölümünden üç gün önce sahabe Resulullah’ın evinde toplanmışlardı. Peygamber kendisinden sonra onların sapıklığa düşmesini önleyecek bir vasiyet yazdırmak için onlardan kağıt ve. mürekkeb istedi. Ama sahabe onları getirmekte ihtilaf ettiler; Bazıları getirmemekle kalmayıp hatta Peygambere, “sayıklıyor” diyerek iftira ettiler. Peygamber onlara gazab eyleyip bir şey yazdırmadan onları evinden çıkardı.

Olayın Tafsilatı: İbni Abbas diyor ki, “Perşembe günü ne gündü o gün?! Peygamber (S.A.V) in ağrısı şiddetlenmiş idi”. (Sehabesine) buyurdu ki:

Gelin sizlere öyle bir kitap (vasiyyetname) yazdırayım ki artık ondan sonra hiç delaletesapıklığa) düşmeyesiniz. Ömer, ResuluIlah’a, “Hastalığı galebe etmiş, elimizde Allah’ın kitabı vardır ve Aııah’ın kitabı da bizlere yeterlidir” dedi.

Evde oturan sehabenin arasında ihtilaf çıktı; Bazıları dediler ki, Resulul1ah’ın istediklerini hazır eyleyin; sizlere bir yazı yazdırsın ki O Hazret’ten sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz.

Bazıları ise Ömer’in sözünü tekrarladılar.

Ses ve gürültü Resulul1ah’ln huzurunda çoğalınca Resulullah, “kalkın, benim yanımdan gidin” buyurdu. İbn’i Abbas devamlı “Ah ne büyük müsibettir o günün musibeti ki, Resulullah(S.A.V) ile yazmak istediği vasiyetnamesi arasına hail

 

oldu…’, (1)diyordu.

Bu hadis şüphesiz sahih bir hadisdir.

Çünkü hem şia alim ve muhaddisleri hem de ehli sünnet alim ve tarihçileri kitaplarında nakletmişlerdi. Bu vakiayı da yine kendimle yaptığım ahda uyarak kabul etme zorundayım. Bu yüzden Ömer ibn’i hattab’ın Resulullah’ın emirleri karşısındaki tutumu beni hayrete düşürüyor. Resulullah’m yazdırmakistediği ve bütün ümmeti delalete düşmekten kurtaracak olan husus ve emirler ne idi acaba?

Şüphesiz yazacağı şey, müslümanlar için yeni bir şey olacaktı ve onlari her türlü şüphe ve tereddütten kurtaracak bir şey idi. Şimdilik şia’nin “Hz. ResulullahCS.A.V) Ali’nin kendisinden sonra müslümanların halifesi olmasını yazdıracaktı ve Ömer durumu farkettiği için Resulullah’ın vasiyetini yazdırmasına engeloldu demesini bir kenara bırakalım ve bu sözlerle bir işimiz olmasın. Çünkü ilk mcrhalede bu iddialarıyla bizi ikna etmeyebilirler. Ama acaba İbn-i Abbas’ın hatırladığında gözyaşları kumları bile ıslatacak derecede ağladığı ve en büyük müsibet olarak andığı ve ResuluHah’ln huzurundaki sahabeyi yanından çıkartacak derecede sinirlendiği bir olaya ma’kul bir açıklamamız var mı? Acaba bu acılı hadiseye mantıklı bir yorum bulabilirmiyiz?

Ehli sünnetten bazıları, Ömer Resullah’ın hastalığının ağir olduğunu bildiği için Resulullah’a acıdı ve Resulullahı’. rahatlatmak istedi” diyorlar. Ehli sünnet’in bu tahlilini basit

——————–
1- Bu hadis, Sahih Buhari, c.3. .Hastanın kalkın benim yanımdan gidin.” babında – Sahih’i Müslim c.5 s. 35 Vasiyyet kitabının sonunda. Müsned’i Ahmed c. 1.s.355. ve c.s.s. 116).
Taberi tarihi, c.3.s. 193-İbn’i Esir tarihi .c.2.s.302.

kafalı kimseler bile kabul etmez, nerde kaldıki alim bir kimse! Ben de bir kaç kez Ömer adına bazı mazeretler uydurmağa çalıştım ama çabam boşuna idi. Çünkü olayın gerçeğine ters düşmekteydi. Hatta eğer Ömer’in dediği(yehcuru) (Resulullah sayıkIıyor) cümlesinin yerine “ağrısı ona galip gelmiş” sözünün söylendiğini kabul etsek bile yine Ömer’in “Kuran vardır, Kur’an bize yeterlidir” sözü hiç bir şekilde tevil edilemez.

Acaba kur’an Resulullah’a inmişken Ömer, Kur’an’ı Resulullah’tan daha iyi mi biliyordu?

Yoksa haşa Resulullah ne konuştuğunu mu bilmiyordu; yoksa Ömer bu sözleriyle tefrika salmak mı istiyordu?

Allahım bizleri affet!

Eğer Ehl-i sünnet’in bu tahlilleri doğru olsaydı Resulullah’ın Ömer’in bu temiz ve güzel niyyetinden haberi olması lazım idi. Ve ona sinirlenip kalk buradan git diyeceğine teşekkür ederdi. Neden Peygamber onları kovduğunda onun sözüne bakıp kalkıp evden çıkıp gittilerde niçin o zaman Peygamber sayıklıyor demediler? Acaba ıcalkıp gitmeleri ResuluHah’ın vasiyetnamesinin yazılmasına engelolup planlarını gerçekleştirdikleri için değilmiydi?

Onların Peygamberin huzurunda çıkardikları kargaşa ve ihtilafın menşei, sahabenin iki guruba bölünerek; bir kısmının “bırakın Peygamber yazısını yazsın ki ondan sonra sapmayalım” demesi bir grubun da buna karşı gelip Ömer’in sözünü tekrarlaması ve başa “Resuluılah sayıklıyor” demesiydi.

Bundan anlaşılıyor ki bu hadise Ömer’e mahsus basit bir olay değildi yoksa, hevesine uyarak konuşmadığmı, halkı hidayete sevketmede hastalığının onu etkilemeyeceğini buyurarak Resulullah onu susturabilirdi, Ama Ömer’in itirazına müteakıp durumun karışması ve bir gurubun onun sözünü destekleniesi iyice gösteriyor ki bunlar Resulullah’ın

 

vasiyetnamesinin yazılmasını önlemek hususunda anlaşmışlardı.

Böylece sahabe Resulullah’ı incitecek söz ve davranıştan kaçınmak hususundaki Allah’ın apaçık emrini unutmuş veya görmemezlikten gelmişlerdi.

Allah,u Teala buyuruyor ki, “Ey insanlar, seslerinizi Peygamber’in sesinden daha üstün tarz da yükseltmeyin ve Onunla birbirinizle konustuğunuş gibi yüksek sesle konuşmayın. Sonra yaptığınız ameller malıvolur gider ve siz anlamazsınız bile”.ı Bu hadisede Resulullah’ın huzurunda yüksek sesle konuşmadan öte, “bu kişi sayıklıyor” diyerek derecede ona karşı küstahlık gösterilmiştir. Sonra da Resulullah’ın huzurunda munakaşaya girilmiş ve söz çatışmaları meydana gelmistir.

Ben öyle inanıyorum ki, orada bulunanların ekseriyeti Ömerin sözünü desteklemişlerdir. Bu yüzden ResulullahCS.A.V) artık yazıyı yazdırmasının bir faydasının olmadığını görmüştür. Çünkü bunların kendisine hürmet etmediklerini onun hakkındaki Allah’ın emirlerine boyun eğmediklerini açıkça görüyordu. Allah’u Teiila Resulullah’a nasıl davranılacağını, O hazret’le nasıl konuşulacağını açıkça buyurmuşken, onlar bu ilahi hükmeitina göstermemişlerdi. Allah’ın emirlerine karşı böyle davranan kimselerin, Resulullah’ın yazdıracağı şeyi hiçe alacakları ortada idi.

Bu olaylara muteakıp Hz. Resuluılah bildiği bir ilahi hikmet gereği artık vasiyetnamesini yazdırmadı. Resulullah(S.AV) ın hayatında saldırıya maruz kalan bir vasiyetname ile onun vefatından sonra nasıl amel olunurdu?

Hatta itiraz eden kişiler, Resulullah’ın vefatından sonra,
—————

ı- Hucurat /2

 

bunu Resulullah yazdırdığında(neüzubillah) aklı başında değildi diyerek Resulullah’m hastalık döneminde açıkladığı bütün hükümler hususunda şüphe yayabilerlerdi. Veya Reulsullah’ın yazdırdığı vasiyetnamenin ve tayın ettiği halifenin önların manfaat ve makam elde etmelerinin önünü tamamen aldığını görünce dini kökten redetmeğe kalkışabilirlerdi; bu ise yeni doğmuş olan İslam dininin tamamen yok olmasına sebep olabilirdi. Öte yandan Resulullah’ın getirdiği dinin son din olarak kıyamete kadar bakı kalması Allah-u Teala tarafından mukaddar olduğu için ResuluIlah, vasiyetnamasini yazdırmadı; böylere ResuluIlah ilahi emir gereği, dine karşı yeni bir cebhe açıılmasını önlemiş oldu. Bir yandan da vasiyet yazdırmak istediğini açıklamakla onlara hüccet tamamlanmış oldu, yani o muhalefet edenlerin Allah’ın huzurundas hiç bir mazeretIeri kalmadı – müt)

Allah’ım senin Resulünün huzurunda böyle davranılmasından sana sığınıyorum Allah’un bizleri affeyle!

Ömer ibn-i Hattab’ı bu davranışları hususunda nasıl mazur gösterebiliriz veya Onun kötü bir niyete sahip olmadığını iddia edebiliriz, Oysakı o hadiseye şahit olan sahabilerden bazıları O olayı hatırladıklarında gözyaşları yerin kumlarını islatacak derecede ağlamış ve o günü müslümanların en acılı ve en musibetli günü diye yad etmişler.

Ben bu hadise ile ilgili olarak Ehl-i sünnet kitaplarında yazılı olan yorumlamaları ve uydurulan mazeretieri reddediyorum. Ben bu olayın acısından kurtulmak iı;in onu kökünden reddetmek istedim. Ama ne yapayım, sahih kitaplarımız bu sözleri yazmışlar ve bunun doğruluğunu tesbit etmişler.

Ama Şia’nın bu olayla ilgili görüşünün daha tutarlı ve mantığa uygun bir tahlil olduğunu gördüm.

Çünkü bu tahlili takviye eden hatta isbatlayan bir çok delil mevcuttur. Seyit Muhammed Bakır Sadr’a, “O kadar sehabenin içinde Ömer Resulullah’ın kendisinden sonra Ali’nin halifeliğini vasiyetinde yazdıracağını nasıl anladı? diye sorduğumda bana o şöyle cevap verdiğini henüz unutmamıştım: “Bunu yalnız Ömer değilorada bulunanların çoğuda anladılar. Çünkü Resulullah önceden de bu sözünün benzerini açıklamıştı; örneğin defalarca “Ben sizin içerinizde iki ağır ve değerli şey bırakıyorum, eğer bu ikisinden ayrılmasallIz benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz. Onlardan biri Allah’ın kıtabı ve diğeri Ehl-i beyt’imdir” buyurmuştu Hastalığında da; “Gelin size bir şey yazdır ayı m ki benden sonra asla delalete(sapıklığa) düşmeyesiniz”. diye buyurunca orada bulunanlar (Ömer’de dahil) Hazreti Resulullahın (S.A.Y) Gadir’i Hum’da ve diğer yerlerde buyurduğu üstteki sözünü yani Kur’an ve başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i beyt’e uymanın farz olduğunu yazdırarak takviye etmek istediğini biliyordu.

Resulullah açıkça “benden sonra Kur’an ve Ali’yi size bırakıyorum”. diye yazdırmak istiyordu. Bunun benzerini diğer mu.nasebetlerde de defalarca buyurmuştu; muhaddisler Resulullah’ın bu sözlerini kaydetmişlerdir.

Kureyş’in çoğusu Hz. Ali’ye boyun eğmek istemiyordu çünkü Hz. Ali(A.S)nin yaşı küçük olduğu gibi İslam uğruna Kureyş’in burnunu da yere sürmüş, pehlivanlarını öldürmüş biriydi. Elbette Kureyş buna rağmen Hudeybiye anlaşmasına ve Abdullah ibn-i Ubey’e Resulullahın namaz kıldırmasına karşı yapılan itirazlardaki gibi tekrar Peygamber’e karşı çıkmaya cesaret edemiyorlardi.

Ömerin Resulullah’ın yazı yazdırmasına muhalefet etmesi, onları cesaretlendirerek Peygambere karşı gelmeye teşvik etti.

Ömerin dediği “Allah’ın kitabı içimizdedir, bize kur’an

yeterlidir” sözü Hz. Resulullah(S.A.V) ın buyurmuş olduğu “Kur’an ve itretimden olan Ehl-i beytimden ayrılmayın” sözünün tam zıddıdır. Çünkü Ömerin söylediği sözün manası şudur ki, Allah’ın kitabı bize yeterlidir, bizim ehl-i beyt’e ihtiyacımız yoktur.

Bu vakia’nın bundan başka mantıklı bir yorumu yoktur. Elbette bir kimse yalnız Allah’a itaat edilmesinin gerektiğini ve Resulullah’a itaat etmenin gerekmediğini söylerse ona göre başka yorumlarda, bir anlam taşıyabilir ama Resulullah’ın itaatını Allah’ın itaatından ayırmanın (dinin temelinin yıkılması anlamına geldiğinden) batıllığı aşkardır”.

Eğer ben kör taassubumu bir tarafa bırakıp hislere kapılmak yerine akl-ı selim ve tür düşünceyle karar verecek olursam seyit M.Bakır Sadr’a ait olan bu tahlile boyun eğmeliyim….
Tarih, bazı hükümdarların Resufullah’ın sünnetinde çelişki olduğunu söyleyerek onu reddettiklerini kaydediyorsa, elbette bunların bu tutumlarının tarihi kökenleri mevcutur. Ömer ve onun sözünü destekleyenler, Resulullah’m vasiyetnamesini kurtaracak olan sünnetten, mahrum bırakmışlardır. Ben bu hadiseyi okuyup sanki hiç bir şeyolmamış gibi geçenlere çok şaşırıyorum oysa bu hadise, İbni Abbas’ın dediği gibi, islam’a ait en büyük musibetlerden biridir. Daha fazla o kimselere şaşırıyorum ki, Peygamberin kerametini düşürmek bahasına ve İslamın aleyhine olsa dahi, sehabeyi savunmak ve onların kerametini korumak istiyorlar.

Neden bizler hakikattan kaçıyoruz ve onu hevesimizle mutabık olmadığı için görmemezlikten geliyoruz? Neden sehabenin de bizim gibi insan olduklarına ve onların da bizler gibi beşeri arzu ve isteklerin, heva ve heveslerin etkisinde kaldıklarına itiraf etmiyoruz?

 

Bu işin şaşılacak bir yönü de yoktur. Bunu insan Allah’ın kitabını okuduğunda anlar; Kur’an’ı Kerim geçmiş Peygamberlerin hayatlarını anlattığında, o Peygamberlere ait kavimlerin o kadar mucizeleri gözleriyle görmelerine rağmen yine’de onlara karşı geldiklerini beyan ediyor…..

Rabbimiz; bizi hidayete sevkettikten sonra kalplerimizi saptırma, kendi katından bizlere rahmet bağışla, Sen çok – çok bağışla yansın.

Bu konuyu incelemenin neticesinde şiilerin ikinci halifeyle ilgili görüşlerinin ve onu Resulullah’tan sonra müslümanların hayatında doğan bir çok musibet ve müşküllerin sorumlusu olarak görmelerinin sebebini. Şimdi daha iyi anlıyorum. Zira bütün bu musibetler, Resulullah’ın, müslümanları delalet ve sapıklıktan kurtaracak ve onlara hidayet bahşedecek vasiyyetinin yazdırılması önlenen günden itibaren başlamıştır. Yani Ömer ve onu destekleyen sehabilerin Resulullah’ın vasiyetini yazdırmaya engeloldukları Perşembe gününden.

                                     3- SAHABE VE USAME’NİN ORDUSU

        Olayın Özeti: Resulullah, vefatından iki gün önce Rumlarla savaşmak için bir ordu tertipledi ve Usame – ibni Zeyd’i ordu komutanı yaptı. Ebubekr, Ömer, Ebu Ubeyde gibi Ensar ve Muhacirlerin büyüklerini de bu orduya kattı.

Sehabiden bazıları Usamenin komutanlığına itiraz edip “Henüz suratında tüy çıkmayan bir genç nasıl bize komutanlık eder” dediler.

Bunlar önceden Usame’nin babası Zeyd’in komutanlığına da itiraz edip onu İle alayetmişlerdi. itirazları o dereceye vardı ki, Resuluılah sinirlenip hastalığının ağır ve ateşinin fazla olmasına rağmen mubarek başını bağlayıp ayaklarını zorla

 

yerde sürüyerek iki kişinin yardımıyla evden çıkıp mescide geldi ve minbere çıktı.

Allaha hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar; Usame’nin komutanlığı hakkında bazılarınızdan duyduğum bu sözler nedir? Babasını komutan yapmama da itiraz ettiğiniz gibi şimdi de bunun komutanlığına itiraz ediyorsunuz. Allah’a andolsun ki babasının o zaman komutanlığa layık olduğu gibi oğlu da şimdi komutanlığa layıktır”ISonra
hakkı bu işte sur’atlı davranmaya teşvik ederek: Usame’nin ordusunu hareket ettirin”. buyurdu: Resuluılah aralıksız bu cümleleri tekrarlıyordu ama bu sözlere kulak veren az idi. Sonunda sahabe ikrahla, “Corf’ denilen bir yerde çadır kurdular.

Bu gibi olaylar beni hep şu soruyla karşı karşıya geıiriyor: Allah ve Resul’una ve emirlerine karşı hakiketen böyle saygısızlıklar olmuş mu? Peygambere bu şekil karşı gelmeler gerçek midir acaba?

Oysa Resul – i Ekrem kur’an’ın buyurduğu üzere onların hayrına düşkün ve müminlere şefkaıli ve mcrhameıli idi.

Ben hiç kimsenin bu tür isyanıarı ma’kul gösterecek ma’kul bir mazeret uydurabileceğine inanamıyorum.

Her zamanki gibi ben sahabenin şeref ve kerameıini ilgilendiren böyle bir hadiseyle karşılaştığımda ilk Önce onu inkar etmeye kalkışıyor veya en azından onu görmemalikten gelmek istiyorum. Ama bu boş bir ıeşebbüsten ibarettir. Çünkü tüm şia ve ehl – i sünnet tarihçi ve muhaddislerinin ittifak

———————

1- Tebegat ibni Sa’d i  c .1 , s .190.
2.  Tarih – i İhni Esir, c.2 . s.317 .
3 – Sire’tul  helebi  c.3 . s.207.
4 – Tarih -i Teberi  c.3 . s.226

 

ettikleri bir olayı nasıl yalanlayabilirim ve görmemezlikten gelebilirim? Oysa ki ben, Allah’a karşı hiç bir mezheb lehine ,taassub etmiyeceğime ve haktan başka hiç bir şeye değer ve ağırlık vermeyeceğime dair söz vermişim. Ne var ki hak bu konuda çok acıdır. Resulullah buyuruyor ki: “Hakkı söyle; senin aleyhine dahi olsa, hakkı söyle; her ne kadar bile acı olsa”. Bu hadisedeki hak şudur:

Usamenin komutanlığında şüphe eden sahabe haddı zatında Allah’ın emrine itaat etmemişler, ve te’vil ve şüphe kabul etmeyen sarih nassa muhalefet etmişlerdir. Her ne kadar bazıları sehabilerin şahsiyetini korumak için bazı mazeretler uydurmaya kalkışmışlarsada bu mazeretieri gözleri taassub perdeleriyle kapanan ve neye itaat edilmesi ve neden uzak durulması gerektiğini ayırt edebilmeyen cahil kimselerden başka kimse kabul etmez.

Ben bu tür davranışlara ma’kul bir mazeret bulmak için çok düşündüm ama her ne kadar fikrettimse bir şey bulamadım. Sonra ehl-i sünnet ulemasının zikrettiği mazeretieri mutalaa ettim. Usame’nin komutanlığına karşı gelen sahabiler, Kureyş’in büyükleri idiler ve İslamı kabul etmede öncelikleri var idi Usa me ise İslamın Bedir, Uhut ve Huneyn gibi önemli savaşlarına katılmamış bir genç idi ve önemlı bir savaş tecrübesi yok idi. Peygamber onu komutan yaptığında yaşı küçük idi. Büyük yaşta olanlar ister istemez kendilerinden küçüklerine itaat etmekten ve onun komutanlığı altına girmekten kaçınırlar bu nedenle onun komutanlığına itiraz edip Hz. Resulullah’tan istediler ki sehabilerin büyüklerden birini Usame’nin yerine komutan olarak seçsin.

Bu behane, ne aklİ ve ne de şer’i bir delilc dayanır. kur’an okuyan birinin bu gibi bahaneleri reddcl1nekten başka hiç bir çaresi yoktur. Çünkü kur’an buyuruyor ki: “Peygamber size

 

emrettiği şeyleri tutun ve neden vazgeçmenizi emrederse ondan vazgeçin” (ı) Ve başka yerde de “Allah ve Resul’u bir işe emrettimi erkek olsun, kadın olsun hiç bir inananın o işi istediği bir şekilde yapmakta muhayyet olmasına imkan yoktur ve kim Allah ve Peygamberine isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapkınlığa düşüp sapıtıp gitmiştir”.2 diye buyuruyor.

Bu apaçık nasıardan sonra akıılı bir kimsenin kabul edebileceği her mazeret kalır mı! ve ben ResuluHah’1 gazarlandıran bir gurup hakkında ne diyebilirim? Oysa ki onlar Peygamber’i gazaplandırma’nın Allah’ı gazaplandırmakla aynı manaya geldiğini iyice biliyorlardı.

Bütün bunlar o Hazret’e “sayıklıyor” diyerek iftira etmelerine, hasta olduğu halde o hazretin yanında ihtilaf çıkararak rahatsız etmelerine muteakıp işlenmiştir.

Yani sahabe, diye övdüğümüz bu zatlar tevbe edip yaptıkları işlerden dolayı kur’an’ın öğrettiği gibi Peygamberden af dileyeceklerine, bir adım daha ileriye giderek kendilerine en çok şefkatli ve merhamelli olan Resulullah’a karşı yeniden isyan ve saygısızlığa kalkıştılar, onun hakkını korumadılar ve ihtiramını gözetmediler. Onu sayıklamakla suçladıktan iki gün geçmeden Usame’yi komutan yapmasına itiraz ettiler. Sonra itiraz ve isyahlarını tarihçilerin kaydetti ği üzere Resulullah(S.A.V) ı üzücü bir halde yani hastalık yüzünden iki kişinin yardımıyla hareket ederek evinden çıkmaya ve halka hitap ederek Usa me ‘nin komutanlığa layık olduğuna yemin etmeye mecbur bırakacak derecede şiddetlendirdiler. Bizzat Resulullah<s.a.v) bu=”” itiraz=”” eden=”” kişilerin=”” usame’nin=”” babası<br=””></s.a.v)>
(saa) bu itiraz eden kişilerin Usame’nin babası>
—————-
1- Haşr / 7-
2- Ahzab / 36-

 

Zeyd ibn-i Haris’in komutanlığına itiraz ettiklerini beyan buyurmuştur. Bu da bu şahısların öncedende Peygamber’e karşı geldiklerini ve bunların Allah ve Resul’u bir işe hüküm verdiğinde gönüllerinde bir rahatsızlık olmadan teslim olan kişilerdenden olmadıklarını, hatta bunların Allah ve Resul’unun hükümleri karşısında kendilerine, karşı gelme hakkını dahi veren şahıslardan olduklarını ortaya koymaktadır.

Bu sahabelerin açıkça Resulullah’a karşı geldiklerine delil udur; Peygma ber’in sinirlenmesini ve kendi eliyle bayrağı Jsame’ye vermesini ve Usa me ‘nin ordusuna katılmaya :mretmesini gördükleri ve duydukları halde yine de gevşeklik :österdiler ve Resulullah(S.A.V) vefat edinceye dek o orduya katılmadılar.

Resulullah(S.A.V)  bunların bu kadar itaatsizlik ve vefasızlığına şahit olup kalbi dertle dolu olduğu bir halde dünyadan irtihal etti.

Vefat halinde ümmetinin bu halini gören Resulullah(S.A.V) in belki de en büyük derdi onların çoğunluğunun vefatından sonra dine sırt çevireceklerini ve azaba yöneleceklerini ve az bir gruptan başka kimsenin ilahi azaptan kurtulmayacağını bilmesi idi….

Bu olayı dikkatle incelediğimizde, ikinci halifenin bu ılayda en önemli unsurlardan olduğunu ve bu muhalefetde nerkez noktada yeraldığını görürüz.

Çünkü Hz. Resulullah’ın vefatından hemen sonra Ömer, Halife Ebubekr’e giderek ondan Usame’yi komutanlıktan azledip onun yerine bir başkasını geçirmesini istedi. Ama Ebubekir dedi :i: Ey Hattab’ın oğlu, annen yasına otursun, acaba Resulullah’ın

 

tayin ettiğini benim kaldırmarnı mı istıyorsun? (1) Ömer Ebubekr’in anladığı bu gerçeği anlamaktan aciz miydi? Veya burada tarihçilelin gözlerinden kaçan veyahut Ömer’in şahsiyetine gölge düşürmernek için bilerek gizlemek istedikleri gizli bir yön mü vardır?

Nitekim Ömer’in söylemiş olduğu “sayıklıyor” anlamına gelen -yehcuru- kelimesin’i kaldırıp yerine “ağrısı ona galip gelmiş” kelimesini koyarak sözkonusu hedefe hizmet etmek istemişlerdir. Ben, “Müsibetli Perşembe gününde” Hazreti Resulullah’ı sinirlendiren, ona “sayıklıyor” “Allah’ın kitabı bize yeter diyen sahabilere şaşırıyorum. doğursu sahi bunlar nasıl Kur’an’a sahip çıkabiliyorlar? Oysa ki, kur’an açıkça “De ki sizler eğer Allah’ı seviyorsanızsa bana uyun da Allah’ta sizleri sevsin” (2) diye buyurmaktadır.

Yoksa onlar Allah’ın kitabını ve onun hükümlerini, Allah’ın kitabının kendisine indiği şahısıan daha iyi mi  biliyorlardı!

O dertli olaydan (Perşembe gününün müsibetinden) sonra yani Hazret’in ölümünden iki gün önce Usarne’ye verdiği komutanlığa itiraz edip emirlerine karşı gelmelerinin üzerine bu defa Resulullah(S.A.V) yatakıa kalmayıp başı bağlı olduğu ve hastalığının siddctinden, ayaklarını yerden sürüklediği bir halde iki kişinin yardımıyla evden çıkıp onlara kamil bir hutbc okudu. Allah’ın birliğine şehadet verdi ve Ona hamd ve sena etti; ta ki onlara sayıklamadığını bildirsin. Sonra onların itirazlarından haberdar olduğunu bildirdi. Daha sonra onlara dön yıl önce de onun sözlerine itiraz eııiklerini hatırlattı. Acaba
—–

1- Tebegât’ul kubra, İbn-i Sad c.2 . s.190,. Tarih-i Taberi c.3,  s.226
2- Ali İmran süresi / 31-

 

yinede mi onların nazarında Resuluılah sayıklıyordu; ağrısının çokluğundan hezyan konuşuyordu?!

Allah’ım hamd ve sena ile seni tenzih ederim. Bunlar nasıl Senin Peygamberine karşı bu kadar cür’etkar davrandılar ve onun geçerli kıldığı hükümlere rıza göstermeyip hatta defalarca ona karşı geldiler.

Resuluılah Hazretleri, Abdullah ibn-i Übeyye’nin cenaze namazını kıldığında Allah seni bu munafıka namaz kılmaktan nehyetmiş” diyerek o hazret’in gömleğinden tutup çekmeye kadar ileri gittiler?

Sanki Resulullah’a nazil olan ayetleri ona öğretmeye kalkışıyorlardı! Halbuki Sen ey Allah’ım Kur’anında buyurmuşsun ki: Kur’an’ı sana indirdik ki halka indirdiklerimizi onlara açıklayasın” (1)

Ve bir başka yerde de “Biz sana kitabı insanlar arasında Allah’ın sana gösterdigi gibi hükmedesin diye bir gerçek olarak indirdik; hainleri savunma” (2) buyurmuşsun.
Yine bir başka ayette de hak olarak buyurmuşsun ki: “Nasıl ki içinizden size bir Peygamber gönderdik, size ayetlerimizi okuyor (ahlakınızı) temizliyor, size kitap ve hikmet ögretiyor ve bilmediginiz şeyleri size ügretiyor. (3)

Gerçekten Resulullah’ın emrine itaat etmeyerek ona sayıklıyor diyen sahabelere şaşmak gerekir ki onun huzurunda gürültü çıkarıp saygısızlık ediyorlardı Veya Zeyd i: bn-i Haris’in ve oğlu Usame’nin komutanlığına itiraz ederek Resulullah’ı incitiyorlardı.
————–

1- Nahl / 44
2- Nisa / 105
3- Bakara /151

 

Bütün bunları inceledikden sonra bir araştırmacı, şia mezhebinin se ha beden bazılarının tutumlarını sorgulaması ve tenkit etmesi konusunda haklı olduklarında nasıl şüphe edebilir?

Şia, Peygamber ve Ehl-i beyt’e olan muhabbet ve saygısından dolayı haklı olarak bazı sehabilerden (bu tutumlarından dolayı) uzak duruyorlar.

Ben konunun uzamaması için sahabenin Resulullah’a(S.A.V) muhalefet etmelerine ve ona karşı gelmelerine dört-beş örnek vermekle yetindim. Ama şia alimleri bu türden yüzlerce örnek. toplayıp sehabilerin sarih ve kat’i şer’i hükümlere muhalefet etmelerinin örneklerini kaynaklarıyla birlikte kitaplarında yazmışlardır ve bu hususları ehl-i sünnet’in sahih ve müsnet kitaplarında yeralan hadislere istinad ederek isbatlamışlardır.

Ben sahabeden bazılarının Peygambere karşı takındıkları tavırları incelerken o sahabeden ziyade sahabenin tümünün devamlı hak üzere olduklarını iddia ederek kimsenin onları tenkit etmesinin caiz olmadığını ileri süren ehl-i sünnet alimlerine şaşırıyorum. Bunlar araştırıcının hakikata ulaşmasına engeloluyorlar ve onu sonu gelmeyen bazı fikri çeliskilere düşürüyorlar.

Bu yazdıklarıma bir kaç numune yine ekliyorum ki sahabeyi olduğu gibi tanıyalım ve bu konuda şiâ’nın da görüşünü daha iyi anlayabilelim.

Buhar’i kendi Sahih’inde (c. 4 .s .47) “Es’sabru eleleza” babında ve “Edeb” kitabında (innema yuveffe’s’ sabirune ecrehum ) ayetinin tersirinde E’meş’in şakik’ten şöyle
duyduğunu söylediğini naklediyor: Resulullah, her zamanki gibi bir şeyi taksim yapmış idi. (Beytulmala ait bir malı müslümanlar arasında bôlmüş idi.) Bunun üzerine Ensar dan biri Şöyle dedi: “Allaha andolsun ki bu taksimde Allahın rızası gôzetilmemiştir.” Ben ona “bu sözü Peygambere diyeceğim”

 

dedim ve geldim Resulullah’in yanına vardım. Resulullah ashabının içerisinde oturmuş idi. Aynı sözü hazret’e dedim. Bu söz hazret’e çok ağır geldi; rengi değişti ve öfkelendi: Öyleki, ben bu haberi verdiğime pişman oldum. Sonra Hazreti Resuluılah buyurdu ki: Hz. Musa, bundan daha çok eziyetlere ma’ruz kaldı, ama hepsine sabretti….

Ve Buhari yine “Edeb” kitabının” men’lem yuvacih un nase bit’itab” babında yaziyor ki Ayşe şöyle dedi:Hazret bir iş işledi sonra halkın o işi terketmelerini ruhsat verdi, (yapıp yapmamalarını onların kendi isteğine bıraklı.)

Ama halk bu ruhsatı kabul etmekten kaçındılar.

Bu haber Resulullah’a ulaştı. Resulullah bir hutbe okuyarak, Allafia hamd ve sena dedikten sonra buyurdu ki Sizden bir grup neden benim yaptığım şeyden kaçınıyorsunuz, Allafia andolsun ki ben AlIafiın hakkını en iyi bilen ve AlIafitan en çok korkanım Andolsun ki Peygamberin he va ve hevesIne kapılarak doğru yoldan saptığına ve neticede Hazretin yaptığı taksimde Allafiın rızasını nazara almadığma inanan ve Peygamberin yaptığı şeylerden kaçınan ve kendilerini Resulullafitan daha takvalı bilen şahıslar, hiç bir zaman müslUmanların hürmetine layık değiller; Hcle bu gibi şahısları meleklerin seviyesine çıkarıp sahabenin Rcsulullafıtan sonra mahlukatın en üstünü olduklarına, Peygamberin sah9besi oldukları için tüm müslümanların onları örnek alması lazım geldiğine inanmanın ne kadar tcmclsiz vc dclilsiz bir inanış olduğu aşikardır.

Böylece görülüyor ki, Elh-i sünnetin Hz. Muhammed ve Aline salavat gönderdiklerinde sahabenin umumunu da “ecmein” kaydıyla onlara eklemeleri, savunulması mümkün olmayan bir ameldir. Ehl-i bey te Resulullah ile  birlikte selavat göndermek, önceden de işaret ettiğimiz gibi ilahi emir gereğidir. Eğer

 

Allah-u Teala bu vesileyle bizlere Ehl-i beytin yüce ilahi makamını tanıtmak istiyorsa, biz ne hakla kendi yanımızdan sahabeyi o da ecmein (top yekün) kaydıyla onlara ekliyoruz ve bu vesileyle sahabeyi Allah’ın faziletlendirdiği ve makamlarını her makamdan üstün kıldığı kimselerle aynı sırada zikretmeye kalkışıyoruz?!

Selavat gönderirken sahabeyi de salavata dahil etmenin tarihi kökenini araştırmak istersek Abbasi ve Emevi dönemlerine dönmeliyiz.

Resulullah (s.a.v.) ın Ehl-i beytine olan şiddetli düşmanlıkları yüzünden onlara her türlü zülmü reva gören, Ehl-i beyti ve şiileri katledip sürgüne gönderen, avare eden Emevi ve Abbasiler, Allah’ın Ehl-i beyte ihsan eylediği bu yüce makamdan haberdar olup bunu kendilerine büyük bir tehlike olarak gördükleri için sahabelere de selavat göndererek Ehl-i bey te ekleyerek halkı aldatmağa çalışmışlardır.

Namazda, Resulullahla birlikte Ehl-i beyte selavaı göndermeyen şahsın namazının şer’an batıl oluşu Ehl-i beytin yüce ilahi makamlarının herkes tarafından bilinmesine sebep oluyordu. Emevi ve Abbasi halifeleri, Ehl-i beyte düşmanlıklarının iğrençliğini azaltmak için sahabeyi de selavatta Ehl-i beyt’e eklemeye kalkışmışlardır. Belki halk, sahabenin de Ehl-i beyt ile aynı seviyede olduklarını veya makamlarının Ehl-i beyt’e yakın olduklarına aldansın ve özellikle Emevlerin ve Abbasilerin bazı büyüklerinin de sahabeden olduklarını nazara alarak Ehl-i beyte karşı yapılan zulüm ve edaları görmemezlikten gelsinler.

Bu uğurda sahabe’den ve tabiinden hadis nakletmekle meşhur olan nice kişileri de para ve makam karşılığında sahabenin fazileti hakkında özellikle hilafet sebebiyle yükselmiş olan ve Emevilerin başa geçmelerine sebep olmuş kişilerin

 

fazilet ve üstünlükleriyle ilgili olarak hadis uydurmağa teşvik etmişlerdir.

Emevilerin hakimiyeti ele geçirmelerinin sebebinin halifeler olduğunu, tarih en guzel şekilde gôsteermektedir. Mesela Ömer ibn-i Hattab, valilerini iyice kontrol etmek, onlardan hesab sormak ve onları ufak bir hatadan dolayı bile görevden almakla meşhur olmuş bir şahıstır. Ama aynı zat, Muaviye ibni Ebi sufyanı hiç bir zaman sorguya çekmemiş, Muaviye’yi, Ebubekir vali olarak tayin etmişti Ömer’de hilafeti boyunca bu tayini onayladı, Hatta Muaviye hakkinda yapılan çok şikayetlere rağmen; Ömer bir gün dahi Muaviye’yi yaptığı hatalardan dolayı kınamadı. hatta Resulullanın giysi olarak kullanılmasını erkeklere haram kılmasına rağmen, -muaviye’nin ipek elbise giyip altın yüzük taktığını Ömer’e bildirdiklerinde, Ömer, “onu bırakın, o arapların kayseridir” demekle yetindi ve Muaviye yirmi yıldan fazla hiç bir itidiz veya azı ile karşılaşmadan valilik makamında kaldı.

Osman’ın hilafet döneminde Muaviye’nin hakimiyet alanı daha da genişledi ve onun islam ümmetinin servetlerini daha fazla ele geçirmesi ve sefil insanların yardımıyla ordusunu guçlendirmesi sağlandı. O da bu gucunu ummetin imamına karşı gelmek ve guç zoruyla hilafeti gasbetmck, ve muslumanlardan içki içen fasik oğlu yezide biat toplamak yolunda kullandı. ı

Bunun hikayesi uzundur Ben şimdilik tefsilatına geçmek istemiyorum. Önemli olan şudur ki; hilafet kürsüsünde oturan bu sahabenin, Kureyşin, Nübuvvet ve hilafeıin Beni Haşim’de toplanmaması gerektiğini ifade eden ggörüşleri doğrultusunda
——————

1 – Bu konuda detaylı  bilgi için Ebulala Mahmudi’nin “Hilafet vel Mulk” ve Ahmet Emini’nin “Yevm!ul İslam” kitaplarına bakılabilir.

 

 

~

hareket etmişler; ve böyle bir fikri yapıya sahip oldukları için Emevi devletinin kurulmasında direkt rölleri olmuştar.

Emeviler de her kesten daha çok bu zatlara teşekkür borçlu olduklarının farkındaydı, lar ki, raviler kiralayıp kendi buyuklerinin faziletleri hakkında rivayetler uydurdular ve onları, halkın nazarında Ehl-i beytin derecesinden daha yuksek dereceye çıkartmaya kalkıştılar.

Bu faziletleri şer’i ve mantıki delillerin ışığında incelersek, onlardan zikre değer bir şey kalmayacağı malumdur; meğer ki çelişkili şeyleri kabullenecek derecede basit duşunceli bir kişi olalım.

Mesela örnek olarak, bizler, Ömerin dillerde destan olan adaleti hakkında çok şey duymuşuz. Ama doğru tarihçilerin yazdığına göre Ömer hicretin yirminci yılında, beytülmalın taksiminde Resuıunanın sunnetine ria’yet etmemiş ve ona bağlı kalmamıştır. Resulullah (s.a.v.) beytülmalı muslumanlar arasında eşit şekilde bölerdi. Kimseyi kimseden ustun tutmazdı. Ebubekir de kendi hilafet döneminde bu sunnete bağlı kaldı. Ama Ömer bin Hattab beytiilmaldan yaptığı ihsanlarda musluman olanları sonradan mAsıLIman olanlara ve Kureyşin muhacirlerini diğer muhacirlere ve Muhacirleri Ensara tercih etmiş; hatta arapları acemlerden, ağaları kölelerden, Mazr kabilesini Rebia’dan ustun tutmuş ve birine diğerinden daha fazla pay vermiştir. ı

Mesela Mazr kabilesine üçyüz, Rebi’a kabilesine ikiyüz vermiştir.
————–

1. İbn-i  ebi’l hadid, c. 8 . s. 111.

 

Keza A vs kabilesini Hazrec kabilesinden üstün tutmuşturı.

Acaba bu tür davranışların adaletle nc alakası vardır?

Yine Ömer ibn-i Hattab’ın ilmi hakkında hadsiz hesapsız övgüler işitmişiz. Sahabenin en bilgini olduğu, bir çok defa Resulullah’la Ömer arasında çıkan görüş farklılıklarında, Kur’an ayetlerinin Ömer’in görüşlerine mutabık olarak indiği ve Ömer’in görüşünü tasdik eyleyerek geçerli kıldığı bile söylenir. Oysa doğru tarih, Kur’an ayetleri indikten sonra bile Ömer’in ayetlere muhalif görüş ortaya attığını açıklamaktadır. Ömer’in hilafeti döneminde sahabeden birisi ondan, cünub olup ve gusül etmek için su bulamaz isem ne yapmalıyım diye sordu. Ömer “O zaman namaz kılmazsın” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ammar’ı Yasir, öyle bir şahsın teyemmüm etmesinin gcrckli olduğunu hatırlatmak mecburiyetinde kaldıysa da Ömer yinc de kabul etmek istemeyerek Ammar’a “Bu sözlerinin sorumluluğu kendine aittir” dedi 2.

Nasıl Ömer Allah’ın indirdiği teyemmüm ayetinden habersiz idi? ve Resulullah’ın sünnetinden haberi yoktu? Oysa ki Resulullah(S.A.V) onlara abdesti öğrettiği gibi teyemmümü de öğretmişti.

Ömer bir çok yerde kendisinin bilgisizliğine itiraf etmiştir; hatta kadınların bile kendisinden bilgili olduğunu söylemiştir. Yine defalarca “eğer Ali olmasaydı, Ömer hclak olurdu” dcdiği nakledilmiştir. Ömer ölünceye dek “Kclalc’nin” hükmünü bilmedi. “Kelale” hakkında birbiriyle çelişen bir takım hükümler Ömer’den nakledilmiştir. Bunlar, tarihin tesbit ettiği şeylerdir.

Yine Ömer’in şecaati hakkında da çok şeyler duymuşuz.
——————-

1- Tarih’i Yakubi ,c.2, s.106
2- Sahih’i Buhari,  c.1. s.2

 

Mesela Ömerin müslüman oluşuyla müslümanların güç kazandığı, Kureyş’in korku ya kapıldığı ve Hz. Peygamber(s.a.v)in Ömer’in müslüman oluşuna muteakip davetini aşikar ettiği söylenmektedir.

Ama doğru tarihlerde, Ömer’in kahramanlık ve şecaatini tasdik etmemize yarayacak bir nişane mevcut değildir. Örneğin Ömer’in Bedir, Uhud, Handek ve diğer- muharebelerde bir tek meşhur kahramanı ve hatta normal birisini bile öldürdüğü nakledilmemiştir.

Oysa ki, tarihçiler onun Uhud savaşında firar edcnlerle birlikte firar ettiğini ve keza Huneyn savaşında da savaşıan kaçtığını yazmışlardır. Hayber şehrinin fethi için Peygamber(s.a.v) tarafından gönderildiğinde, yenilgiye uğrayarak geri döndüğü tarihlerde yazılıdır.

En son seriyye olan Usame ordusunda bir gencin komutanlığı altındaki bir asker idi. Bundan başka scriyyclerin hiç birinde Ömer komutan değildir.

Bu tarihi gerçekleri görmemezlikten gelerek nasıl Ömer’in şecaatlı ve kahraman olduğunu iddia cdcbiliriz?

Yine Ömer’in takvası hakkında söylenenler de çoktur. Hatta diyorlar ki eğer Irak’ta bir katırın ayağı kaysaydı, Ömer, onun yolunu düzeltmediğinden dolayı Allah’tan korkardı.

Ama doğru tarihler, Ömer’in, çok haşin olduğunu ve haramdan kendisini muhafaza etmekte titizlik göstermediğini kaydetmektedir. Mesela Kur’an ayeti hakkında soru soranı suçsuz yere kanına bulayıncaya dek dövdüğü nakledilmiştir. Eger Ömer’in takvasıyla ilgili sözler doğru olsaydı nden  Hz. Peygamber vefat ettiğindc kılıcını çekerek Hz. Muhammed(s.a.v) in öldüğünü söyleyecek olan herkesi ölümle tehdit ediyor. Hz. Resulullah’ın vefat etmediğine dair Allah’a yemin ediyordu, O’nun da Hz. Musa gibi Allah’la munacat
etmeye gittiğini

 

söylüyordu.(l) Ömer neden Hz. Fatime’nin evini yakmaya teşebbüs ettiğinde Allah’tan korkmuyordu? (2) Hatta Ömer’e, “nasıl bu evi yakarsın, Hz. Fatime bu evdedir” dediklerinde “Fatime bile olsa”… cevabını verdi.

Keza Ömer’in takvası hakkında söylenenler, onun kendi hilafet döneminde Kur’an’ın ve Resulullah’ın sünnetine muhalif olan hükümler vermesiyle (3) nasıl bağdaşabilir?

Ben bu büyük ve meşhur sahabeyi örnek olsun diye burada zikrederek onun hakkındaki gerçeklerden bir kısmına değindim ve teferruata inmek istemediğimden sadece kısa işarelerle yetindim. Yoksa bu hususlarda uzun kitaplar yazmak mümkündür.

Bu zikrettiklerim az da olsa yine de sahabenin hakiki durumuna ışık tutarak ehl-i sünnet alimlerinin gerçeklerle çelişen görüşlerinin tutarsız olduğunu göstermekte yeterlidir. Ehl-i sünnet alimleri bir yandan halkı sahabenin hakkında her türlü şüphe ve tereddüt etmekten men’ediyor ve öte yandan onlar hakkında şüphe ve ta’na sebep olan rivayetleri kendi kitaplarında naklediyorlar. Keşke ehl-i sÜnet alimleri sahabenin kerameti ne gölge düşürecek ve onların adaletini soru altına alacak bu rivayetleri kitaplarında yazmasaydılar da bizler bu tereddütlerden kurtulsaydık.

Hatırlıyorum ki, Necef alimierinden “İmam’ı Sâdık ve dört mezheb” adlı önemli bir eserin yazarı Esed Haydar’la
————————

1- Tarih’i Teberi ve Tarih’i ibn’i Esir.
2- el’imamet ves’siyaset,  İbn-i Kuteybe, s.19-20.
3- Bu konuda Seyyid Şerefuddin’in yazmış olduğu “En’nes ve’l İçtihad” isimli kitabına bakın. Tüm kaynaklarını, İslam fırkalarının kabul ettiği eserler arasından seçmiştir.

 

görüştüğümde O babasına ait şöyle bir kıssayı bana anlatmıştı; O diyordu ki: Babam elli yıl önce haca gittiğinde Tunus’un Zeytuniye şehrinden olan bir alimle Hz. Ali(a.s) nin imameti hakkında tartışmışlar ve babam ona, Hz. Ali’nin imameti hakkında dört veya beş delil söylemiş. Tunus’lu alim “başka delilin var mı? diye sormuş ve babam hayır demiş. Bunun üzerine Tunus’lu alim, babama, tesbihini çıkar ve Hz. Ali’nin Resulullah’m halifesi olduğuna dair benim delillerimi say! demiş. Sonra bu husustaki delilerini zikretmeye başlamış ve babamın bilmediği yüze yakın delil saymış! Esed Haydar sözlerine şunu da ekleyerek diyordu ki: Eğer Ehl-i sünnet, kendi kitaplarında yazılmış olanları bile gerçekten mutalaa edecek olsalardı, onlar da bizim sözlerin aynısını söylerlerdi ve uzun zamanlardan beri aramızdakı ihtilaflar sona ermış olurdu.”

Andolsun ki bu zikrettiklerim haktır. Eğer insan, kör taassublardan kurtularak tekebbürünü bir kenara bırakacak olursa apaçık delillerin önünde teslim olmaktan başka bir çaresi kalmaz.

                1- KUR’AN’I KERİM’İN SAHABE HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ

Her şeyden önce söyleyelim ki, Allah’u C.c kitabının çeşitli yerlerinde Resulullah(s.a.v) a dünya mal ve makamına ulaşmak için değil, Allah’m ve Resulunun rızasını umarak uyup itaat edensahabeyi övmüştür. Allah’ın onlardan, onların da Allah’tan razı olduğunu beyan buyurmuştur.

Müslümanlar bu tür sahabeyi Resulullah’a karşı itaatkar davranışlarından ve diğer çeşitli tutumlarından tanımtş bulunmakta ve onlara saygı göstermekte onları andıklarında hürmet ve büyüklükle anmaktalar.

 

Bahsim, Şia ve Ehl-i sünnet’in birlikte hürmet ettiği bu tür sahabe hakkında değildir. Aynı şekilde Şia ve Ehl-i sünnetin birlikte nefret ve lanet ettikleri munafıklarla da ilgili değildir.

Burada sözkonusu ettiğim sahabe, müslümanların haklarında ihtilaf ettikleri ve Kur’an’ı Kerim’in ve Resullahın kendilerini bazı işlerinden dolayı kınamış olduğu ve diğerlerini onlardan sakındırdığı kimselerdir.

Şia ve Ehl-i sünnet’in arasıdaki ihtilaf bu tür sahabc hakkındadır; Çünkü bu tür sahabenin adaleti hakkında şiii şüphe etmekte ve onların söz ve davranışların tenkit etmekteler; Ama Ehl-i sünnet bu tür sahabenin yaptıkları işleri kendi kitaplarında yazmış olmalarına bakmayarak onların hepsini adil bilmekteler Bu incelemeden maksadım bu hususta hakkı ortaya koymaktır. Bu hususlara değinmekten maksadım şudur ki, bazıları benim sahabeyi öven ayetleri bırakıp yalnız onları tenkit eden ayetleri tuttuğumu sanmasın. Hatta ben araştırmamın sonucunda bazı övme ayetlerinin yermeyi, ve yerme ayetlerinin de övgüyü içine aldığını gördüm.

Burada ben üç yıllık araştırmam bayunca elde ettiğim bilgi ve ulaştığım sonuçların hepsini naklctmek iştemiyorum. Sadece bazı ayetleri numune olarak zikretmeklc yetinceeğim.

Daha geniş bilgi edinmek isteyen şahıs ise kendisi araştırma ve incelemenin zorluklarına katlanmalıdır. Bu yolla insan kendi zahmetinin sonucunda hidayete kavuşmuş olur. Allah’u Teala’nın da her insandan istediği de zaten budur. Bir kişi kendi fikri araştırma ve çabası sonucunda hakikatı bulursa, kendi vicdanının feryadına müsbet cevap verdiği için hakkı tereddütsüz kabul eder ve hidayete kavuşması çok kolayolur. Ama dış etkenlerin neticesinde kişinin hakla karşılaşması, çoğu zaman onun hidayete varmasına sebep olmaz. Bir de insan, eğer doğru yolu içten doğan bir kanaat ile ele geçirsc, bu inanç, his

 

ve duygular sebebiyle ele gelen inançtan kat-kat üstün ve kalıcı olur.

Allah’u Teala Peygamber’ini överek buyuruyor ki: “Seni, hakikatı aradığında buldu da yol gösterdi sana.” ı Ve diğer bir başka yerde buyuruyor ki: “Bizim için cihad edenleri biz yollarımıza sevkederiz ve şüphe yok ki Allah elbette İyilik edenlerle beraberdirz”.

                               1 – İSLAM’DAN DÖNME İLE İLGİLİ AYET

Allah’u Teala, Aziz kitab’ında buyuruyor ki:

Muhammed ancak bir Peygamberdir; Ondan Önce nice Peygamberler geldi geçti; Ölürse yahut ijldürülürse geriye mi döneceksiniz? Kim dönerse bilsin ki Allah’a hiç bir surette zarar vermez; Allah şükredenlerin mük:’if’atını yakında verecektir. (3)

Bu ayet, Resulullah(s.a.v) ın hayatında müslümanlara hitab ederek apaçık bir şekilde bildiriyor ki, sahabc Peygamberin vefatından sonra hemen dinden dönme ilc karşı karşıya geleceklerdir ve sadece onlardan çok az bir kısmı inandıklarında sabit kalacaklardır. Bu grup, yani dinde sabit kalanları Allah bu ayette şükredenler olarak vasıflandırmışıır. Ve şükredenler de çok azdır; Çünkü Allah’u Tcii!J diğer bir ayette “Ve kullarımdan pek azı şükrcdcrlcr4O1 diye buyurmaktadır.

Resulullah (s.a.v) dan naklolunan hadisi şerifler, bu ayette
———————————-

1- Duhâ / 7
2. Ankebut / 13
3. Al-i İmran/144.
4- Sebe /13.

 

zikredilen dinden geriye dönme meselesini açıklamıştır. Sonraki bölümde bu hadislerden bir kaç tanesini nakledeceğiz.

Eğer bu ayet’i kerime’de Allah’u Teala islamdan geriye dönüp mürted olanların cezalarını zikretmemiş ve yalnız Allah şükredenlerin iyi mükiifatlara layık olduklarını zikretmişse islam’dan geriye dönenlerin asla Allah’ın mükiifat ve bağışına ulaşamayacakları herkes tarafından bilindiği içindir. Resulullah(s.a.v) bu hususu bir kaç hadislerinde açıklamışlardır. Biz de eğer Allah işterse bu kitabımızda onlardan bazılarını nakledeceğiz.

Sehabenin kerametini korumak için, mezkur ayet’i kerime’den yalnız Talihe, Seccah ve Esved’il anesi’nin kastedildiğini söylemek doğru değildir; Çünkü bunlar Hz. Resuru Ekrem’in kendi hayatında dinden dönüp Peygamberlik iddiası ettiler; Hatta Resuluılah onlarla savaştı ve onları mağlup etti. Yine bu ayet Malik ibn-i Nuveyre ve taraftarlarına da yorumlanmaz; Çünkü onlar makul bazı deliller yüzünden zekatlarını Ebubekir’e vermediler. Evvela halife seçimi mevzusunu inccleyip meselenin aslını öğrenmek istiyorlardı. Çünkü onlar Hacce’tul veda’da Resulullah(s.a.v) la birlikte hacca gitmişlerdi ve qadir’i Hum denilen yerde Hz. Resulullah’ın Ali(a.s) yi kendisinden sonra halife tayin etmesine bizzat şahit olmuş ve orada diğer müslümanlar gibi Hz. Ali’ye bi’at etmişlerdi. Hatta Ebubekr’in bile orada Hz. Ali’ye biat ettiğine şahit olmuşlardı.

Bu yüzden bunlar yeni halifenin gönderdiği elçilerin, Resulullah’ın ölüm haberini getirip Ebubekir’in adına zekat talep etmeleriyle karşılaşınca şaşırdılar.

Tarih, bu olayın hakikatına inmek istememiş onu üstü kapalı tutmaya çalışmıştır. Çünkü bu olay iyice incelenirse bazı sahabenin makamına gölge düşebilir. Burada şu noktaya işaret

 

etmek gerekir ki, Malik ibn-i Nuveyre ve onun taraftarları, Ömer ve Ebubekir’in de itiraf ettikleri gibi müslüman idiler; Çünkü Ebubekir ve Ömer de dahil olmak üzere sahabeden bir çoğu Malik ibn-i Nuveyre’nin Halid ibn’i Velid tarafından öldürülmesine itiraz ettiler ve Ebubekir Beytulmaldan Malik’in kan parasını (diyetini) onun kardeşine vermiş ve özür dilemiştir.

Demek ki Malik ve taraftarları dinden çıkmış değillerdi. Çünkü islamdan çıkıp mürted olan kişinin katli farz olur ve artık onun için beytülmaldan diyet vermek sözkonusu olamaz. Ve onun öldürülmesinden dolayı onun vasilerinden özür dilenmez. O halde “İslam’dan dönmekle ilgili ayet” Resulullah’la Medine’de birlikte olan ve onun vefatından sonra İslam’dan geri dönen sahabilere aittir. Bu konu Resulullah’tan nakledilen hadislerde de iyice açıkladığına göre artık bu hususta şüphe ve tereddüde yer kalmıyor. İnşaallah yakında o hadisleri de zikredeceğiz. Bunların haricinde tarih’in kendisi de Peygamber’den sonra İslam’dan dönmeler hususunda en iyi şahittir. Resulullah(s.a.v) ‘ın vefatından sonra sahabenin arasında vukü bulan hadiseleri inceleyen görür ki, ashartan çok azı hariç hak yolda sebat gösteren kalmadı.

 

                 2 – CİHAD AYETİ

Allah’u Teala buyuruyor ki; “Ey iman edenler, sizlere ne oldu da Allah yolunda savaşa çıkın dendiği zaman olduğunuz yerde de ağırlaşıp kaldanız; Ahireti bırakıp da dünya yaşamına mı razı oldunuz! Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek azdır. Hep birden savaşa çıkmazsanız sizi acıkıl bir azapla azaplandırar ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir; Ve siz ona hiç bir zarar veremeısiniz ve

Allah’ın her şeye güeü yeter.” (1)

Bu ayet. apaçık olarak sahabenin savaştan kaçıp ona yanaşmadıklarını ve dünya hayatına bağlandıklarını bildiriyor. Allah’u teala onları bu işlerinden dolayı kınamakta, ve başka bir toplumu kendilerini yerlerine geçirmekle tehdid etmektedir. Bu tehdit çeşitli ayetlerde zikrolmuştur. ve bu, onların defalarca savaştan kaçtıklarının apaçık delilidir.

Örneğin bir ayette: “Eğer dinden yüz çevirirseniz, yerinize bir başka topluluğu getirir; Sonra görürsünüz ki onlar size benzememektedirler” (2) diye buyurmaktadır.

Ve bir başka yerde de: “Ey iman edenler; içinizden kim dininden dönerse, Allah da (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği müminlere karşı alçak gönüllü kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu Allah yolunda cihad eden ve kınayıeının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir Bu Allah’ın bir lutfu ve ihsanadır onu dilediğine verir”  (3)

Eğer bu hususu te’kit eden ve açıkça şianın sahabeyi üç kısıma ayırmasındaki haklılığını isbat eden ayeılerin hepsini burada zikrederek açıklamak istesem, bu kendi başına bir kitab olur.

Kur’an’ı kerim bu hususu en kısa ibaret ve en kamil tabirle şöyle açıklamıştır: “içinizde öyle kişiler bulunmalı ki onlar sizleri hayıra çağırsın, size iyiliği emretsin, kötülükten alıkoymağa çalışsın ve onlardır kurtuluşa ve muradına erenler. Kendilerine apaçık deliller getirdikten sonra da yine bölük bölük olanlara, yine ayrıllğa düşenlere benzemeyin ki
—————-
1. Tevbe 38-39
2- Muhammed 38
3- Mâide / 54

 

 

onlaradır büyük azap. “O gün bir gündür ki bazı yüzler ağarır ve bazı yüzler kararır; Yüzleri kararanlara denir: İnandıktan sonra kafir mi oldunuz? Kafir olmanaza karşılık tadın azabı. Yüzleri ağaranlara gelince; onlar Allah’ın rahmetindedir. Onlar o rahmette ebedi olarak kalırları.

Hiç bir araştırmacıya gizli kalmayacağı gibi bu ayetlerin muhatabı sahabedir.

Bu ayetler, onları, apaçık delilleri gördükten sonra tefrikadan sakındırmakta ve azap vadeleriyle tehdid etmektedir; ve saha bey i iki gruba ayırmaktadır; bir grubu kıyamet günü beyaz yüzlü olarak mahşere gelecek; Bunlar Allah’a şükreden ve onun rahmetine layık olanlardır. Öteki grup ise. siyah yüzlü olarak haşredilecekler; Bunlar ise müslüman olduktan sonra İslam’dan dönenlerdir; Ve Allah’u teala onlara azap va’dctmiştir.

Herkese malumdur ki sahabc Peygamberden sonra ihtilafa düşmüş ve fitnelcre kapılmıştır. Hatta iş, o yere varmışlir ki. birbirleriyle kanlı savaşlara girişmişlerdir.

Yukarıda zikrcttiğimiz ayetleri, te’vil yoluyla zahiri manalardan çıkarmak doğru değildir.

3 – HUŞU’ İLE İLGİLİ AYET:

Allah’u teala buyuruyor ki:

        “Müminlerin, Allah ve Kur’an’dan inen ayetler anıldığı
vakit, korkup itaat etmelerinin vakti gelmedi mi’? ki önceden kendilerine kitap verilenlere benzemesinler. Onların peygamberiyle araları uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı  ve

——————————

1- Ali imran / 104-6

 

onların çoğu emirden çıkanlardırlar” (l) Suyüti, Durr’ul’Mensur adlı tefsirinde şöyle nakletmişti!”‘. Ashap Mekke’de çektikleri zorluklara rağmen Medine’de refaha kavuştular. Bu refah, onları biraz soğuttu; bu nedenle bazı şeylerde gevşediler. Bu yüzden şu ayet’i kerime indi ki; “Müminierin Allah ve kuran’dan inen ayetler amldığı vakıt…. “Bir başka hadise göre Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:

        “Allah muhacirlerin kalplerinin kur’an’ın inişinden on yedi yıl sonra gevşediğini görünce bu ayeti indirdi”.

Sahabe, Ehl-i sünnet’in dediği gibi insanların en iyisi olsalardı, onların kalpleri on yedi yıllık bir zaman sonunda katılaşmaya başlarnal. ve Allah onları bu durumlarından ötürü kınamazdı.

Bu bir kaç ayet, sahabeden bir kısmının adil olmadıklarına delalet ediyor.

Eğer peygamber’in hadislerini de inceleyecek olursak daha bir çok delil bulabiliriz. Ben konuyu uzatmak isLeınediğimden dolayı o hadislerden sadece bazılarına değinceeğim.

Konuyu etraflıca inceleyen kimse bu hususda bir çok hadisin kaynaklarda nakledildiğini görecektir.

               2- RESULULLAH(S.A. V) IN SAHABE HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ

        1- Havuz Hadisi:

Resulullah (s.a.s) buyurmuştur ki: Kıyamette (havuzun) başında durduğum an bir grupla karşılaşacağım ve onları tanıyacağım o anda onlarla benim aramdan bir kişi kalkıp

—————-

ı – Hadid / 16

 

onlara gelin diyecek. Ben nereye doğru gelsinler diyeceğim. “Allah’a andolsun ki cehenneme doğru diyecektir? “Bunlar ne yapmışlar?” diye soracağım bunlar senden sonra dinden çıkıp cahiliyete döndüler diyecektir. Bunların içerisinden – sürüden ayrılıp kendi başına yayılan develer gibi – az bir grup dışında kurtulan olmayacaktır.” (1)

Ve yine Resulullah (S.A. V): “Ben sizlerden önce havuza varacağım. Bana gelen herkes o havuzun suyundan içer ve artık susamaz. Bazı gruplar da bana gelirler ki ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. O arada benimle onların arasına ayrılık düşer; “Bunlar benim ashabımdır, diye seslenirim. “Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra ne yaptılar?” denilir Bunun üzerine bende: “Benden sonra dinimi değiştirenler uzak olsun, uzak olsun derim”  (2) buyurmuştur.

Eğer Ehl-i sünnet alimlerinin, sihah ve müsnedlerinde yazmış oldukları bu hadislere iyice dikkat eden olursa anık ashaptan çoğunun Resulul1ah’tan sonra dinden döndüklerinde ve dinin hükümlerini değiştirdiklerinde bir şüphesi kalmaz. Gerçekte, Resulullah’tan sonra az bir grup dışında herkes hakka sırt çevirdi.

Bu hadisi sadece üçüncü kısım sahabeye tatbik ettiremeyiz; Çünkü Resulullah (S.A.V) açıkça sözkonusu hadisde, bunlar benim ashabımdır diye buyurmuştur. Bu hadisler, geçmişte naklettiğimiz ashabın dinden döneceğini haber veren ve onları azapla tehdid eden ayetlerin mana ve tefsiri durumundadırlar.
———

1- Sahihi Buhari c.3. s.94.-99  ve s.156. ve c. 3. s. 32. ve Sahih-i Müslim c. 7. s. 66, Hadis’i Han.
2- Sahih’i Buhari c.3, s.94-99. ve s. 156 ve .c .3 ,s .32 .ve Sahih-i Müslim c.7. s.66- Hadis-i Havz

 

                         2- DÜNYA İÇİN YARIŞMAK HUSUSUNDAKİ HADİS:

Resulullah(s.a.v) buyurmuştur ki: «Ben sizden önce kıyamette havuzun başına varacağım: ve amellerinize şahidim. Allah’a andolsun ki ben şimdi havuzumuzu görüyorum. Yerdeki hazinelerin (veya yerin) kilitlerinin) bana verildiğini görüyorum. Allah’a andolsun ki benden sonra müşrik olmanızdan korkuyorum, benden sonra dünya için yarışmanızdan korkmuyorum” (l).

Resulullah’m buyurduğu haktır. Ashap, dünya için o kadar birbirleriyle yarıştılar ki, hatta dünya için kılıç çekip savaşıp birbirlerini tekfir ettiler.

Sahabeden bazılarının altın ve gümüş biriktirdikleri meşhurdur. Hatta Mes’üdi “Muruc’uz zeheb” adlı eserinde ve Tabari ve başkaları yazıyorlar ki: sadece Zübeyr’in serveti elli bin dinar bin tane at bin tane köleye ulaşmıştı diğer malları da Basra, Küfe, Mısır ve başka şehirlerde mevcut idi. (2)

Ve yine Talha’nın Irak’tan günlük geliri bin dinar olduğu nakledilmiştir. Bazıları, bu gelirin daha fazla olduğunu bile söylemişlerdir.

Abdurrabman bin Avf’ın yüz atı, bin devesi, on bin koyunu olduğu yazılmıştır. Hatta öldükten sonra kadınlarına verilmek için ayrılan
——————-
1- Sahih’i Buhari c. 3. s. 100, 101
2- Mucuc’uz zeheb c. 2. s. 341

 

mallarının sekizde biri 84 binmiş. (l) Osman ibn’i Affan kendinden sonraya sayısız miktarda koyun, deve ve emlakının yanısıra yüz elli bin dinar da bırakmıştı. Zeyd ibn’i sabit öldükten sonra yüz bin dinar değerindeki emlakının haricinde o kadar altın ve gümüş bırakmıştı ki onları taksim için baltalarla kırıyorlardı. öyle ki bir kaç kişinin eli balta sallamaktan yaralandl (2)
.
Bunlar bazı basit örneklerden ibarettir. Bu gibilerinden tarihte çok kaydedilmiştir. Ben bu konuyn fazla uzatmak istemediğimden bu kadarıyla yetiniyorum. Bütün bunlar gösteriyor ki, dünya, ashabı kendine çekmiş ve onların gözlerini kamaştırmıştı.

                3 – SAHABE’NİN, KENDİLERİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

        1- Resulullah’ın sünnet’ini değiştirdiklerine dair sahabenin itirafı:

Ebu Said’i Hudri’den naklolunmuştur ki, şöyle demiştir: Resulullah, Ramazan ve kurban bayramında musellaya giderdi; Ve oradaki ilk işi, bayram namazını kılmaktı. Sonra saflarda oturan halka nasihat eder; onlara bazı şeyleri yapmayı yahut onları terketmeği emrederdi… Ve sonra kalkıp giderdi. Ebu Said diyor ki; halk da aynı şeye alışmışlardı ta ki bir gün Medine’nin valisi Mervan’la birlikte kurban veya Ramazan bayramında musallaya geldik. Kesir ibn’i Selt’in yaptığı minberin yakınına gittik. Mervan bayram namazını kılmadan minbere çıkmak istedi; Ben çıkmasın diye elbisesinden tutup
———————

1- Muruc’uz Zeheb. c. 2. s. 341
2- Muruc’uz Zeheb. c. 2. s. 341

 

aşağı çektim, o da minbere çıkmak için beni çekti ve sonunda minbere çıkıp namaz kılmadan hutbe okudu. Ben ona: “Allah’a andolsun ki (Resulullah’ın sünnetini) değiştirdiniz” dedim. O, “artık senin bildiklerinin zamanı geçti” dedi. Ve ben Allah’a andolsun ki, benim bildiklerim bilmediklerimden daha hayırlıdır” dedim. O, “Halk namazdan sonra beklemiyorlar; Ben de onun için hutbeyi namazdan önce okuyorum” dedi (ı)”

Ben, sahabenin, Peygamber’in sünnetini neden değiştirdikIeri hakkında çok araştırdım ve bu sonuca vardım ki; Çoğusu Peygamber’in ashabından olan cmeviler ve bunların başlarında vahy katibi dedikleri kişi yani Muaviye b. Ebi Süfyan, bu hareketin başında yeralmışlardır tarih’in yazdığına göre o halkı zorla Hz. Ali(a.s) ye sövmeye ve mescid ve minberlerde ona lanet okumaya zorluyordu. Müslim kendi sahih’in de Hz. Ali(a.s) nin faziletleri babında bu konuyu yazmıştır; Hatta orada bunu da kaydctmiştir ki, Muaviye tüm şehirlerde kendi adamlarına, minberierde Hz. Ali’ye sövmeyi ve lanet etmeği her hutbe ve vaazda tekrarlanan bir sunnct haline getirmeleri için cmir çıkarmıştı.

Bu duruma karşı çıkan sehabcler, Muaviye tarafından öldürülüyor ve yakılıyordu. Muaviyc, sahabenin meşhurlarından olan Hucr ibn’i Adiy’yi cl’kindi’yi ve dostlarını Hz. Ali’ye liinct okumadıkları için katletti ve bazılarının da bu suçtan dolayı diri – diri gömülmcsinc emir verdi.

Ebul e’la mevdudi Hilafet ve Saltanat isimli kitabında Hasan’ı Basri’nin şöyle dediğini naklediyor: “Muaviye’de dört özellik vardı ki onların biri onda olsaydı onun helak olmasına
——————-

1- Sahih’i Buhari c.1 s.122- Kitab’ul iydeyn huruc ilelmusella bi-ğeyri minberin babında.

 

yeterlidi.

1- Faziletli sahabenin büyükleri’nin hayatta olmasına rağmen meşveret etmeksizin hilafeti eline geçirdi.

2- Şarap içen, kumar oynayan, ipek elbise giyen ve tanbur çalan oğlu Yezid’ı kendisinden sonra halife yaptı.

3- Ziyad’ın kendi kardeşi olduğunu iddia etti, Oysa Resulullah buyurmuştu ki: “Çocuk kadının kocasınındır; zina eden kişiye taş verilir.»

4- Hücr ibn’i Adiyy’i öldürdü. Ona Hücr’u öldürdüğünden dolayı eyvahlar olsun. Ona Hüçr’u ve yaranını öldürdüğünden dolayı eyvahlar olsun (ı).

Beni Ümeyye döneminde müminlerden bazıları namazdan hemen sonra okunan hutbeleri dinlememek ve hutbe okunduğunda mescitte bulunmamak için mesciuen ayrılıyorlardı Çünkü hutbeler, Ali ve evlatlarına lanet okumakla bitiriliyordu. Ama Beni Ümeyye halkı hutbeleri dinlemeye mecbur kılmak için Resulullah’ın sünnetini değiştirip hutbeyi namazdan öneeye aldılar.

Aferin (!) böyle sahabeye ki (2) Resulullah’ın sünnetini ve Allah’ın hükümlerini kendi kötü hedeflerine hizmet için ve cahiliyet döneminden kalan pis kinlerini doyurmak için değiştirmekten çekinmediler; ve Allah’ın her türlü pislikten uzak ettiği tertemiz kıldığı ve Resuluna selat ve selamı vacip kıldığı gibi ona da selat ve selam demeyi vacip ettiği birisine lanet okumaya teşebbüs ettiler. Hz. Ali(a.s) öyle bir zat idi ki, Resulullah onun hakkında: “Ali’yi sevmek İmandan, O’na düşmanlık nifaktandır” diye buyurmuştu.

Ama bu sahabiler dinde olanı hiç çekinmeden değiştirdiler ve amelleriyle “duyduk ama karşı geldik” dediler. Öyle ki,
———————

1- EI-‘hilafe vel’muluk, s.106
2- Sahih’i Muslim c.1, s.61

 

altmış yıl Ehl-i beyt’e selavat yerine Hinet okuttular minberlerde.

Hz. Musa’nın ashabı onu vasisi olan Hz. Harun’u öldürmek için tertip ve hile hazırladıkları gibi Hz. Muhammed’CS.A.Y) in ashabından bazıları da Onun vasisi olan ve islam ümmetinde Hz. Harun’un menziletinde olan Hz. Ali’yi öldürmek için hem hile hazırladılar ve hem de hilelerini tatbik ettirip Hz. Ali yi şehit ettiler. Bununla da kalmayıp onun evlatlarını yeryüzünden yok etmeye bile teşebüs ettiler. Bu planın tatbıkı için Ehl-i beyt; soyundan gelen herkesi nerde bulunduysa katlediyorlardı Bu soydan olanların isimleri beytulmal defterlerinden silindi ve hatta Ehl-i beytin isimlerini bile çocuklara verilmesi yasaklandı.

Vallahi ben kendi sahih hadis kaynaklarımızda (sihahımızda) Resullah’ın kardeşi ve amcası oğlu olan Hz. Ali’ye olan muhabbetini açıklayan hadisleri okuduğumda şaşırıyorum. Bu hadisler apaçık gösteriyor ki, Resuluılah Hz. Ali’yi bütün ashabından üstün tutardı.

Örneğin bir hadisinde Resuluılah buyuruyor ki: “Ey Ali, senin bana nazaran makamın, Hz. Harunun Hz. Musa’ya nazaran makamı gibidir ancak benden sonra Nebi gelmeyecektir” (1)

Yine buyuruyor ki: “Ya Ali, sen benden ben de sendenim” (2). Yine buyuruyor ki: “Ali’yi sevmek imandan onunla düşmanlık nifaktandir.” (3)

——————–

1- Sahih’i Buhari c. 2. s. 305 – Sahih’i Muslim c. 2. s. 360. Müstedrek’i Ilakim c. 3. s. 109.
2- Sahih’i Buhari c.2.s.76. Sahih’i Tirmizi c.5.s.3oo. Süneni ibn’i Mace c. 1. s.44
3- Sahih’i Müslim c. ı. s. 61. Sünen’i Nisai c. 6. s. 117. Sünen’i Tirmizi c. 8. s. 306.

 

Yine buyuruyor ki: “Ben ilmin şehri Ali onun kapısıdır” (1).

Ve yine buyuruyor ki: “Ali benden sonra tüm müminlerin nıevlasıdır”

Ve yine buyuruyor ki: “Ben kimin mevlasıyımsa, Ali de onun mevlasıdır. (3)Allah’lm onu seveni sev, ona düşman ol.” (4)

Bizim alimlerimizin sahih olduğuna itiraf ettikleri Hz. Ali’nin faziletiyle ilgili PeygamberCs.a.v) den nakledilen bu tür hadislerin hepsi toplanırsa geniş bir kitap meydana gelir.

Peki sahabe bu hadisleri nasıl görmemezlikten geldiler; açıkça Hz. Ali’ye minberlerde Hinet okuttular; onunla savaşa kalkıştılar ve sonunda O Hazret’i şehit ettiler.

İtiraf etmem gerekir ki bu tür sahabeyi savunmak için mazeret uydurmaya ve bahane aramaya boşuna çırpınıyordum. Gerçekte onları bu tür işlere sevkeden saık dünya sevgisi’nden ve dinden dönmekten başka bir şey değildi.

Bazen bu işlerin mesuliyetini zahiren islam’a girip kalben kafir olan münarık sahabeye yüklemek istiyorum ama malesef bu imkansızdır; Çünkü Hz. Ali’nin aleyhine yapılan teşebbüslerin başında, sahabenin meşhur simalarından bir grup yeralmaktadır. Hz. Ali(a.s) nin evini içinde bulunanlarla birlikte yakmakla tehdid eden ilk şahıs, Ömer ibn’i Hattab idi. Yine onunla ilk savaşı açan, Talha ve Zübeyr ve Umm’ul müminin

44.)

1- Sahih’i Tirmizi. c. 5. s. 201. Müstedrek’i Hakim c. 3. s. 126.
2- Sahih’i Tirmizi c. 5. s. 201. Müstedrek’i Hakim c. 3. s. 126.
3- Müsned’i İmam’ı Ahmed c. 5. s. 25. ve Mustedrek’i hakim c. 3. s. 134. Sahih’i Tirmizi c. 5. s. 296.
4- Sahih’i Muslim c. 2. s. 362. Müstedrek’i Hakim, c. 3. s. 109. Müsncd’i Ahmed, c. 4. s. 281.

 

Ayşe idi. Yine Hz. Ali ile düşmanlığı son haddine vardıranlar, Muaviye ve Amr ibn’i As gibi kimseler idi.

Ben bu konuları düşündüğümde sonu gelmeyen hayret ve şaşkınlığa düşüyorum, Hür düşünce sahibi insan da mutlaka bana hak verir. Zira Ehl-i sünnet alimlerinin sahabenin durumunu açıklayan bu kesin tarihi hakikatlere rağmen sehabenin hepsinin istisnasız adılolduklarını iddia etmeleri asla savnulacak bir görüş değildir, Ehl-i sünnet ve cemaat, Resulullah’ın sünnetine gerçekten tab’i olsalar, Kuran ve sünnetin, küfrüne ve dinden döndüğüne veya fasık olduğuna hükmettiği kişilerin adaletine nasıl hüküm verebilirler?

Resulullah(s.a.v) buyuruyor: “Ali’ye düşman olan bana düşman olmuştur; Bana düşman olan, Allah’ın düşmanı olmuştur. Allah’a düşman olan birini, Allah yüzü üste cehennerne atar” (ı)

Bu, Ali’ye düşmanlık edenin cezasıdır; Nerede kaldı ki onunla savaşıp ve ona lanet eden kişinin aza bl. Bizim alimlerimiz bu hakikatların karşısında ne diyorlar? Onlar bu hakikatı idrak etmekten aciz midirler?

                           2- ASHAB’IN NAMAZI BİLE DEĞİŞTİRMESİ

Enes ibn-i Malik diyor ki: “Ben Peygamber’in zamanında namazdan daha fazla önem verilen bir şeyin olduğunu bilmiyorum; Acaba bunu dahi zayi etmediniz mi? “demiştir.

Zuhri diyor ki:“Şam’da Enes ibn’i Malik’in yanına gittim;

——————-
1- Müstedrek’i Hakim c. 3. s. 121. Hasais’un Nesai  s. 24. Musned’i İmam Ahmed c, 6. s. 33, Menagib’i Harezmi s, 81.- Riyaz’un’nezre, Teberi’nin c. 2. s, 219,- Tarih’i Süyuti s, 73,

 

Onu ağlar halde gördüm. Niçin ağladığını sorduğumda: “Ben namazdan başka bir şeyin hakiki şekliyle kaldığını bilmiyorum; bunu da zayi ettiler. dedi.” (1)

Bazıları sanmasınlar ki savaş ve fitnelerden sonra gelen “tabiin” bu değişiklikleri yapmışlardır. Çünkü Peygamber’in namazdaki sünnetini değiştiren ilk kişi halife Osman ibn’i Affan ve umm’ul müminin Aişe idi.

Sahih’i Buhari ve Muslim’de naklediimiştir ki: Resulullah Mina’da iki rek’at namaz kıldı ve ondan sonra Ebubekir ve ondan sonra Ömer’de aynı şekilde amel ettiler. Osman’ın kendisi de hilafetinin ilk dönemlerinde aynı şekilde amel etti ama sonraları dört rek’at kıldı. (2)Yine Muslim kendi Sahih’inde Zuhrinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Urve’ye dedim ki, niçin Aişe yolculukta namazını tam kılıyor”? Dedi ki: O da Osman gibi tevil ediyor.” (3). Keza ikinci halife Ömer ibn’i Hattap da Peygamber’in apaçık hükmüne karşı ictihad ve te’vile başvuruyordu; Hatta Kur’an’ı Kerim’e kendi görüşü ile amel ediyordu.

Örneğin Ömer şöyle demiştir: “İki mut’a Peygamberin zamanında varidı; ben onları kaldırıyorum; Her kim onları yaparsa onu cezalandırırım.”

Ve Ömer ibn’i Hattap, cünüp olup da su bulmayan şahısla ilgili olarak, Allah’ın Maide suresinde buyuyrduğu “su bulmazsınızsa toprağa teyemmüm edin” emrine rağmen “namazı terket” demiştir,

Buhari kendi kitabında “Cünüp, kendisine bir zarar

————————

1- Sahih’i Buhari  c. 1. s. 74.
2- Sahih’i Buhari c. 2, s.154. Sahih’i Müslim c. 1. s. 260.
3- Sahih’i Müslim c. 2. s. 143. Selat’ul misafir kitabında.

 

gelmesinden korkarsa” babında yazıyor ki: Şekik ibn’i selerne şöyle dedi: Abdullah ve Ebu Musa’nın yanında id im. Ebi Musa ona dedi ki “Ey Ebu Abdurrehman Eğer bir kişi cünüp olur su bulamazsa ne yapmalıdır?” Abdullah “Su bulmaymcaya dek namaz kılmaz.” diye cevap verdi. Ebu Musa dedi ki: Peki Resuluııah’m Ammar’a buyurduğu “toprak sana on yıl yeter sözünü ne yaptın? Abdullah cevap verdi ki: “Ömer’in bu sözle ikna olmadığını bilmiyormusun? Ebu Musa dedi ki, Ammar’ın sözünden geçelim, peki şu ayete ne diyorsun? Artık Abdullah ne cevap vereceğini bilmedi ve dedi ki “eğer onlara teyemmüm iznini verirsek artık onlar su az soğuk olduğunda bile suyu kenara bırakıp teyemmüm ederler”. (Ravi diyor ki) Şekik’e dedim ki; O halde Abdullah bu nedenle mi teyemmümü yasakladı’? Evet dedi!.

Bu rivayete göre Abdullah Allah’ın kitabının gerektirdiği hükmü üzere değil kendi arzusuna göre fetva veriyor ve Ebu Musa’nın teyemmüm ayetini delil getirmesine rağmen Abdullah yine diyordu ki: “Eğer biz izin verecek olursak ”

Acaba o, bu konuda ayete ve Resulullah’ın sünnetine uyacağına öncekilerin sünnetini muhafaza etmek ve ısrarla ikinci halifenin verdiği fetvaya göre fetva verek istememiş midir?

Acaba bunlara rağmen nasıl ashabın hepsinin yıldız misalı olduklarını ve onların hangisine uyarsak doğru yolu bulacağımıza hüküm verebiliriz?!

———————-
2- Sahih’i Buhari, c.1, s.54

                                            3- ASHAB’IN İTİRAFLARI

Enes ibn’i Malik, Resulullah’tan naklediyor ki, Resulullah(S.A.V) Ensar’a şöyle buyurdu Sizler benden sonra yoksulluk göreceksiniz; Allah ve Resululuyla havuzun yanında buluştincaya dek sabredin. “Enes dedi ki” ama bizler sabretmedik”.(1)

Ata ibn’i Musayyib babasından naklediyor ki, o şöyle dedi: “Burra ibn’i Azib(rh}’ i gördüm ve ona dedim ki: Ne mutlu sana; Resulullah’la beraber oldun ve ona ağacın altında biiit ettin Ama o “Ey kardeşimin oğlu, sen bilmiyorsun ki biz ondan sonra ne bid’iitlar çıkardık (ondan sonra neler yaptık) dedi. (2)

Bunlar, Peygamber’in ilk sahabelerinden ve ilk müslüman olanlardan ve “bi at-ı rizvan” da Resulullah’la biiit eden sahabilerdendirler ve onlar açıkça Peygambeden sonra dinde yeni şeyler çıkardıklarına dair itiraf ta bulunmuşlardır. Bu da Peygamberin, önceden, ashabının dinden döneceğine ve dinde bidiitlar çıkaracağına diiir verdiği haberi tastik etmektedir.

O halde akıılı biri için acaba Ehl-i sünnet’in dediği gibi ashabın hepsinin adaletini tastik etmek mümkün müdür’? Unutmamak gerekir ki akıı ve nakil ile muhalif olan bir görüşü savunmakta israr eden bir araştırmacı hakka ulaşmak i~’iıı gerekli olan bütün fikri olçülerini yıkmıştır.
———————————–

1. Sahih’i Buhari c.2. s.135.
1- Sahih’i Buhari c.3. s. 32 Hudeybiye anlaşması babı.

 

4- EBUBEKİR VE ÖMER’İN KENDİ İTİRAFLARI

Buhari, Ömer ibn’i Hattab’ın Menakib babında şöyle yazıyor: “,Ömer vurulduğunda çok rahatsızdı; İbni Abbas teselli olarak şöyle dedi: “Ey müminlerin emiri! Her ne olur sa olsun yine sen Resulullah’la beraber oldun bu ve beraberliği iyi yaptın; ondan ayrıldığın vakit o senden razı idi. Sonra Ebubekir ile beraber oldun ve onunla da iyi beraberlik te bulundun, Ondan ayrıldığın zaman o senden razı idi ve ondan sonra onların sahabeleriyle birlikte oldun ve onlara iyi yoldaşlık ettin, Eğer şimdi onlardan ayrılıyorsan şüphesiz senden razıdırlar”, Ömer dedi ki: Peygamberle beraberliğim ve onun benden razı olması, Aııah’ın bana bir lutfu idi; Ama Ebubekir ile birlikte olup onun benden razı olması o da yine Allah’ın bana bir ihsanı idi, ama benim üzüntüm ve derdim, sen ve senin sahaben içindir. ValIahi eğer dünya dolusu altınım olsaydı Allah’ın azabını görmeden ondan kurtulmak için hepsini verirdim”, (1)

Tarih yine ömer’ın şöyle dediğini de kaydetmiştir: “Keşke bir koyun olup iyice besleneydim, iyice semizledikten sonra sahibim ziyaretine gelen sevdiği bir dostu için beni kesseydi onlar etimden bir kısmını kebap edip yeseydiler Ye, azere olarak çıkarsaydılar; Ama insan olmasaydım” (2)

Bu sözün benzerini tarih Ebubekir’den de nakletmiştir. Nakle göre Ebubekir ağacın başında duran bir kuşa bakarak şöyle demiştir: Ey kuş, ne mutlu sana sebzelerden yiyor ve  uçup ağacın üstüne konuyorsun; Ne hesab (derdin) var ne de azaplan
—————–

1- Sahih’i Buhari c. 2, s, 201.
2- İbn’i Teymiye’nin Minhac’us sünnet kitabı c.3. s.131. vc İbn-i Neim’in
Hilyetul Evliyası, c.1, s.52

 

(korkun) keşke bende yol üstünde bir ot olsaydım; Oradan geçen deve beni yeseydi ve ben onun dışkısı ile çıksaydım da insan olmasaydım”. (1)

Ve yine başka bir nakle göre de: “Keşke annem beni doğurmasaydı; keşke harcın içindeki bir saman olsaydım.” demiştir.(2)

Bu naklettiklerim onların bu tür sözlerinin sadece bir kısmını oluşturur, numüne olarak bu kadarını zikrettim.

Ama Kur’an’ı Kerim müminleri şöyle müjdeliyor: “Bilin, haberdar olun ki şüphesiz Allah’ın dostlarına ne korku vardır ve ne de onlar mahzun olurlar; Onlar öyle kişilerdir ki inanmışlardır ve onlar takvalıdırlar; Onlar için dünya yaşayışında ve de ahirette müjde var. Allah’ın sözlerinin değişmesine imkan yok, budur en büyük saadet ve kurtuluş”. (3)

Ve yine Hak Teala buyuruyor ki: “Gerçektende Rabbimiz dedikten sonra dosdoğru hareket edenlere melekler indiririz de sakın korkmayın ve mahzun olmayın ve müjdelenin deriz; Sevinin size vadedilen cennetle; Biz dünya yaşantınızda da size dostuz ahirette de; Ve orada canınız ne isterse var. Bağışlayan ve Rahim olandan bir ihsandır bu.” (4)

Müminler böyle müjdelenmişken Ebubekir ve Ömer neden insan olarak yaratılmış olmamayı arzu ediyordular; Halbuki Allah insanı tüm yaratıklarından üstün kılmıştır.

———————-
1- Tarih’i teberi, s, 41 – Er’riyaz’un nezire c, 1. s. 134. Kenz’ul ummal s. 361. İbn’i teymiye’nin Minhac’us sünnet’i, c.3, s.120.
2- Tarih’i teberi s.41. (Erriyaz’un nezire c.1. s.134, Kenz’ul ummal s.361. Minhac’us sünnet, c. 3, s.120,
3- Yunus 62 – 63 . 64
4- Füssilet  / 30-32.

 

Hayatında hak uğrunda istikamet gösteren bir normal müminin makamı, melekler ona inerek cennetle müjdeleyecek derecede yükseliyorsa; artık Allah’ın azabından tedirginlikleri ve dünyada bıraktığı için üzüntüleri kalmıyorsa; O halde neden Resulullah’tan sonra bize öğretilenlere göre halkın en üstünü olan sahabe, azere, saman ve tüy olmayı arzu ediyorlardı. Eğer melekler onları cennetle müjdelemiş olsaydı, asla bu gibi şeyler arzu etmeleri düşünülemezdi. Ve dünya dolusu altınları olsa Allah’ın azabından kurtulmak için onu vermek arzusunu taşımazlardı.

Allah’u Teala buyuruyor ki: ‘Zulmeden kişi yeryüzünde ne varsa hepsine sahip olsaydı, kurtulmak için hepsini de bağışlardı; Azabı görünce pişman olurlar ve aralarında adaletle hükmedilir; zulüm görmez onlar” (1)

Ve yine buyuruyor ki: “Eğer yeryüzünde ne varsa hepsi ve onlarla beraber de dahil misli zülmedenlerin olsa, kıyamet gönü aza bın ın kötülüğünü giderip kurtulmak için elbette bağışlardı ve o gün onların hiç hesaplamadıkları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverecek.” (2)

Bu ayetlerin, Ebubekir ve Ömer gibi büyük sahabeye şamil olmamasını temenni etmekten başka bir şeyelirnden gelmez. Ama bu konu öyle basit değildir; Zira onların Peygamber’le olan ilişkilerini incelemek insanı çok düşündürmekmedir. Bu arada, Resulullah’ın emirlerine itaat etmemeleri ve onun mubarek ömrünün son zamanlarında gazaplanmasına sebep olacak derecede buyruğuna itinasız davranmaları gözden çıkarılmamalıdır.
———-

1- Yunus / 54
2- Zümer / 47 . 48

 

Yine Resulullah’ın ölümüne muteakıp öne gelen hadiseler deki rolleri incelenirse görülecektir ki, Resulullah(s.a. v) ın kalbinin bir parçası saydığı kızı Fatime’ye olmadık eziyet ve işkenceyi yapmışlardır. Oysa ki Resuluılah Hz. Fatime’nin hakkında buyurmuştur ki: “Fatıma, benim bir parçamdır; Her kim onu gazaplardırırsa, beni gazaplandırmıştır”.(1)

Tarihler açıkça kaydetmiştir ki, Hz. Fatime, Ebubekr ve Ömer’e dedi ki: “Sizi Allaha and içtiriyorum: Acaba Peygamber (s.a.v) den duymadınız mı ki şöyle buyurdu: “Fatime’nin rızası,(hoşnut olması) benim rızamdır ve onun gazabı benim gazabımdır. Kızım Fatime’yi kim severse, beni sevmiştir; Kim onu sevindirirse beni sevindirmiştir; Kim onu gazaplandırırsa beni gazaplandırmıştır”. Onlar “evet” dediler, Resulullah’tan duyduk. O zaman Hz. Fatime(a.s) bu)’urdu ki: O halde ben Allah ve melekleri şahit tutuyorum ki sizler beni gazaplandırdlOlz ve beni razı etmediniz. Eğer Peygamberle mülakat edersem, kesin bilin ki sizleri (Incı şikayet edeceğim.” (2)

Bağrımızı kanla dolduran bu hadisi şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü bu hadisi yazan ve çeşitli ilimierde ehl-i sünnetin meşhur alimierinden olan, tefsir, hadis, lugat, nahiv ve tarih gibi bir çok alanda eserleri olan İbn-i kutcybc hakkında belki de ömrünün sonlarında şii! olmuş ve bu hadisi kitabında yazmıştır diyerek kendimizi avutabiliriz. Nasıl ki bir defasında ben İbn’i kuteybe’nin “Tarih’ul Hulda” adlı eserini birisine gösterdiğimde, () inadına kapılıp bu adaın Ömrünün sonlarında şii olmuş ve bu sözleri yazmıştır dedi. Bazıları çaresiz
————

1- Sahih’i Buhari c.2. s.206
2- El-İmame ves’siyaset, c.1. s.20. – Fedek fittarih, s.92

 

kaldıklarında bu gibi sözlerle kendilerini avutuyorlar. Eğer ibn’i kuteybe’nin bu sözleri yazdığından dolayı şii olduğu anlaşılıyorsa, o zaman Taberi’nin’de şii olduğunu ve Nesai’nin’de Hz. Ali(a.s)nin faziletleri hakkında kitap yazdığından dolayı şii olduklarını söylemek gerekir. Halla muasır yazarlardan Taha Hüseyin’in de Ğadir’i Hum ve benzeri bir çok hakikatı “El fitnet’ul kubra” isimli kitabından nakleııiği için şii olduğunu söylemek gerekir.

Aslında bunların hiç birinin şii olmadıkları ortadadır; Çünkü bunların şia aleyhindeki sözleri ortadadır. Birde bunlar mümkün olan her vesileyle sahabenin tümünün adaletini savunuyarlar; böyle birisinin şii olması nasıl mümkün olabilir? Ama bütün bunlarla birlikte Hz. Ali(a.s) nin faziletleri hakkında yahut büyük sahabeden birinin hatası hakkında bir şey yazdılar mı hemen şiilikle suçlanıyorlar; Halla Peygamber’in isminden sonra sallallahu aleyhi ve ali hi diyen, yahuı Hz. Ali’nin isminden sonra aleyhisselam diyen birisi şiilikle suçlanmakıadır.

Bir gün kendi alimlcrimizin biriyle konuşuyorduk. Ondan, Buhari hakkındaki görüşünü sordum; Dedi ki: O, hadis imamlarından biridir; onun yazdığı kitap bizim yanımızda Kur’an’dan sonra en sahih kitaptır ve bu konuda lüm alimler icma etmişlerdir. Ona: Buhari şiimidir? dedirn. Benimk alay ~derek gülümsedi ve: “Haşa ki Buharı şiadan olsun~ dedi. Dedinı ki: “Sen demedin mi her kim Ali dedikten sonra CAleylıisselam) lcrse o şiidir. “Evet” dedi.

Hemen Sahilı’i Buhari’yi açıp ona ve yanındakilere ~österdim. Bulıari’ çeşitli yerlerinde Hz. Ali’nin ismindcn sonra Alcylıisselam) diye yazmışıı; Halla Hz. Fatime, Hz.Hasan ve

 

Hüseyin’in isimlerinden sonra bile (Aleyhisselam) yazmıştı.! Onlar bunu gördüklerinde afallayıp kaldılar ve ne diyeceklerini bilmediler….

Tekrar ibn’i kuteybe’nin yazdığı “Fatime’nin Ömer ve Ebubekr’e gazap etmesi” hadisine dönelim. Eğer bunda tereddüt etsek de, Sahih’i Buhari’deki hadislerde tereddüt edecek değiliz; Çünkü Kur’an’dan sonra en üstün ve en doğru kitap olduğuna inanılıyor. Dolayısıyla bu kitaptan gösterilen deliHere boyun eğmeliyiz. Buhari, “Resulunah’ın yakınlarının menakibi” babında Resulul1ah(s.a.v) ın: “Fatime benim bir parçamdır; Onu gazapıandıran beni gazaplandırmıştır”. diye buyurduğunu naklediyor. Ve “Hayber Gazvesi” babında Aişe’den naklediyor ki: Peygamberin kızı Fatime(a.s), Ebubekr’in yanına birini göndererek babası Resulullah’tan ona yetişen mirası istedi, ama Ebubekr o mirastan hiç bir şey fatime’ye vermedi. Bunun üzerine Hz. Fatime Ebubekir’e gazab etti; ona danldı ve artık. vefat edinceye kadar onunla konuşmadı” (2)

Buhari’nin kısaca ve İbni kuteybe’nin genişce naklettiği bu hadislerden şu nokta iyice anlaşıldı ki: Resulullah (S.A.V) Hz. Fatime’nin öfkelenmesinden öfkelenir ve hoşnutluğundan hoşnut olur; Ve yine anlaşıldı ki Hz. Fatime Ebubekr’e ve Ömer’e öfkeli ôlduğu halde dünyadan gitti. Buharrnin naklinde yeralan: “Fatime, Ebubekir’e gazab etti ve ona danldı ve ölünceye dek onunla konuşmadı” sözü açıkça bu hususu ifade etmektedir. Öte yandan Buhari, Sahih’inin isıizan kitabının “Men na ‘ca beyne yedey’innas” babında naklettiği: “Fatime alemlerin(dünya ve ahiretin) tüm kadınlarından

1- Sahih’i Buhari, c. 1 s. 127, 130,  c. 2. s. 126, 205
2- Sahih’i Buhari, c. 3. s. 39

 

üstündür”. hadisi ve keza İslam ümmetinin kadınları arasında yalnız Hz. Fatime yanılgısız olan ilahi irade gereği her türlü pisliklerden uzaklaştırılıp tertemiz kılınmış oluşu gösteriyor ki Hz. Fatime, yalnız hakkın çiğnenmesi için gazap eyler; öfkelenir hiç bir zaman haksız yere gazaplanmaz bu yüzden onun gazabı olduğu yerde mutlaka Allah Resulunun (s.a.v) da gazabı mevcuttur. Çünkü Allah hakkın çiğnenmesine rıza göstermez belki gazap eyler. Buharl’den naklettiğimiz hadis, bu konuyu açıkça beyan ediyordu. Hz. Fatime’nin Ebubekr’e gazabı da bundan hariç değildir. Hiç şüphesiz Ebubekr’de bunların farkında olduğu içindir ki, Hz. Fatime’ye hitaben “Allah’m ve senin gazabmdan Allah’a sığınıyorum” demiştir ve ağlayıp sızlamaya başlamış. Ama yine Hz. Fatime(hakkının verilmediği için) Ebubekr’e hitaben buyurmuştur ki “Andolsun Allah’a ki her kıldığı m namazın arkasından sonra beddua edeceğim “Nakle göre Ebubekir bu sözleri duyunca Fatime’nin evinde ağlayıp şu cümleleri tekrarladığı halde dışarı çıktı: “Ey halk, benim sizin bey’atinize ihtiyacı m yoktur; beni halifelikten azledin”. (1)

Bizim alim ve tarihcilerimizden bir çoğu, Hz. Fatime’nin babasından yetişen miras, zilkurba ve nihle hakkında Ebubekir ile tartıştığına ve Ebubekr’in onun sözlerini reddettiğine ve Fatime’nin ölünceye kadar Ebubekir’le konuşmadığına itiraf etmelerine rağmen bu gibi vakıalara hiç bir önem vermeden üzerinden geçiyorlar. Daha doğrusu Ebubekir’in haysiyetini korumak için bu konuda konuşmak istemiyorlar. Bu konuda okuduğum ilginç yazılardan birinde bir alimimiz şöyle yazmışlı: “Haşa ki Fatime hakkı olmayan bir şeyi iddia etsin ve haşa ki
——————-

El İmamet ves Siyaset, İbn-i Kuteybe, c.1 , s.20

 

Ebubekr Fatime’nin hakkını men’etmiş olsun”.

Bu cümleleri yazan kişi, şayet böyle bir safsatayla meseleyi çözümlediğini ve araştırmacıları ikna ettiğini sanmıştır; Oysa ki onun bu sözü şöyle demeye benzer; “haşa Kur’an’ı kerim hak olmayan bir şeyi desin ve haşa ki İsrail oğulları buzağıya ibadet etmiş olsunlar”.

Ne dediklerini anlamayan, ve çelişkili şeylere bir arada inanan kişilere mübtela olmuşuz; Hakikat şundan ibarettir ki, Ebubekir fatime’nin iddiasını reddetti.

Ya – neuzu billah – Fatime yalan söylemiş yahut da Ebubekir ona zülmetmiştir. Artık bu konunun, bazılarının bulmağa çalıştığı üçüncü bir şıkkı yoktur. Akli ve nakli deliller gereğince Hz. Fatime’nin yalan söylemesini mümkün olmadığına göre akıl sahiplerinin Hz. Fatime’ye zulüm ve onun davasında yalancı olmadığına itiraf etmekten başka bir çareleri kalmaz.

“Çünkü eğer Fatime yalan söyleseydi, eliyazu bilIah – ResululIah onun hakkında “Fatime benden bir parçadır, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir” diye buyurmazdı.

Bu ve önceden işaret ettiğimiz benzeri hadisler, Hz. Fatime’nin yalan ve diğer kötülüklerden uzak olduğuna dclildir. Yine Aişe’nin kendi itirafı gereğince, Hz. Fatime ve onun eşi ve iki çocuğu hakkında nazil olan “Tethir” aycti de Hz. Fatime’nin masum olduğuna delildir!. Hz. Fatimc’yi,2 ancak cv ini n yakılmasına cevaz verenler yalanlayabilir.

Bütün bu sebeplerden dolayı, Hz. Fatima hastaladığında, Ömer vc Ebubekir özür dilemek gayesiyle yanına gelmek için izin istediklerinde onlara içeri girme izni vermedi.
——————-

1. Sahih-i Müslim c. 7. s. 121,130
2. Tarihül hülefa. c. 1,  s. 20

 

Ali(a.s) onlara izin verdiğinde, Hz. Fatime onların yüzünü dahi görmesin diye kendi yüzünü duvara doğru çevirdi i.

Yine düşmanlarından kimsenin onun cenazesini kaldırmak için gelmelerini istemediği için vasiyeti üzerine geceleyin gizlice 2 defnedildL Işte bu yüzden Peygamberin kızının kabri günümüze kadar meçhuldur.

Ben gerçekten soruyorum; Neden bizim hocalarımız bu gerçekleri görmemezlikten gelip, bu konuları incelemekten hatta zikretmekten kaçınıyorlar. Ama sahabeye gelince, onların hepsini melek gibi göstermeye çalışıyorlar.

Eger Osman zunnureyn’in nasıl öldürüldügünü sorsan tek cümleyle “Mısırdan bir grup kafir gelip onu öldürdülcr” dcr ve olayın hepsini bir tek cümleyle kapatmak isterler.

Ama eğer bir kişi fırsat bul up tarihi incelerse o zaman görür ki Osmanı öldürenlerin arasında birinci derecede sahabilerin kendisi ve ön sırada mü’minlerin annesi Aişe’yer alır, Aişe Osman’ın öldürülmesine taraftar idi ve açıkça onun kanının helal olduğunu ifade ederek şöyle diyordu: “Bu ahmak ihtiyarı öıaürün ki kafir olmuştur3”.

Aynı şekilde görüyoruz ki Talha, Zubeyr, Muhammed bin Ebubekir ve ashabın diğer büyükleri, Osman’ı hilafetten çekilmeye zorlamak için onu muhasara altına almış hatta i~’me suyununda ona verilmesini men’etmiştilcr. Yine tarih bilginleri yazmışlardır ki, ashabın kendisi Osman’! müslümanların mezarlığında toprağa verilmesine izin vermemişler ve o
———————
1- Tarih’ul hülefa, c.1,  s.20.
2- Sahih’i Buhari, c. 3. s. 39.
3- Tarih’i Taberi, c. 4. s. 407 – Tarih’i ibn’i Esir, c.3,  s.206- Tac’ul’erus c. 8, s.141 – İkd’ul ferid c, 4, s.290, Lisan’ul arap, c.14, s.193,

 

gusulsuz, kefensiz olarak “Haşşikevkep” denilen mezarlıkta defnedilmiştir.

Sübhanallah! Bütün bu hakikatlere rağmen asıl Osmanı mazlum öldürüldüğü ve onu öldürelerin müslüman olmadıkları söylemektedir. Bu mevzu da, tamamen Hz. Fatime ilc Ebubekirin ihtilafı olayına benzemektedir.

Zira eğer Osman mazlum olarak öldürüldüyse, o zaman onu öldürenler ve onun öldürülmesine yardım edenler büyük bir cinayet işlemişler. yani onlar müslümanların halifesine zülmedip onu cenazesini bile taşlamış; Ölüsüne de dirisine de ihanet etmişler. ‘Eğer bu doğru değilse o zaman Osmanın yapmış olduğu İslam dışı bir çok işleri delil göstererek onu öldürmeye teşebbüs eden ashap haklıdırlar. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur.

Evet, eğer kendimizi aldatıp tarihi gerçekleri görmezlikten gelerek, “Mısırlılar kafir oldukları için halifeyi öldürdüler” dersek, zahiren kendimizi bu çıkmazdan kurtarmış oluruz ama gerçekleri inkar etmek i mümkü müdür?

Yukandaki her iki şıkta hangisini kabul edersek edelim neticeyi değiştirmez; Zira her iki halde de ashabın bir kısmının adil olmadıkl rı isbat olur. Yani ya Osmanın adilolmadığı veya onu öldüren shabın adilolmadığı belli olur.

Böylece, Ehl-i sünnetin iddiasının doğru olmadığı ve şianın, sahabenin bazısının adil ve bazısının ise adil olmadıklana dair görüşlerini isabetli olduğu belli olur.

Bir de Cemel savaşının ateşini yakıp ve savaşı bizzat yöneten Müminlerin annesi Aişenin neden savaş için evinden ayrıldığını soralım; Oysa ki Allah-u Teala, Peygamberin hanımlanna evlerinden dışarı çıkmamaları içi açıkça emir

 

vererek buyurmuştu ki: Evlerinizde oturun ve ilk cahiliyet devrinde olduğu gibi kendinizi açığa vurmayın” (1)

Yine soralım ki, müminlerin annesi Aişe, ne hakla müslümanların halifesi olan Hz. Ali’ye savaş açtı? Hocalarımız her zamanki gibi bu tür soruların cevabında şöyle bir basit cevapla yetiniyorlar: “Hz. Ali’nın İFK olayında Peygambere” onu boşa “diye işaret etmesinden dolayı Aişe Hz. Ali’ye kızgındı..:’

Onlar bu sözleriyle Hz. Alinin onu boşatılmasını istemesini (böyle bir şeyin doğru olduğu bile şüphelidir) bir bahane yapıp Aişenin Allahın emrine isyan ederek Peygamberin bıraktığı sınırları aşmasını ve Resulullahın nehyettiği deveye binerek uzun mesafeleri katedip Medineden Mekkeye ve oradan da Basraya gelmesini, günahsız insanların katlini mubah bilip Hz. Ali ve ona biat eden sahabeye karşı savaş açmasını ve tarihcilerin yazdığına göre binlerce müslümanın ölümüne sebep olmasını normal, hatta makbul göstermeye çalışıyorlar. (1)

Acaba, bütün bu olaylara, Aişe, Hz. Ali’den sözde falanca sözünden dolayı hoşlanmıyordu diyerek mazerct uydurmak makul mudur? Oysa ki Hz. Ali’in öyle bir şeyi Resulullah’tan istemiş olmasına dair bir delil de yoktur ve Resulullah’da Aişe’yi boşamamıştır. Aişe’in Hz, Ali’ye olan bütün düşmanlıklarım böyle basit şeylerle yorumlamak, sağlam bir esastan yoksundur. Mesela yazmışlar ki; Aişe Mekke’den döndüğünde Osman’ın ölüm haberini ona verdiler. Aişe bu haberi alınca haddinden çok sevindi; Ama Hz. Ali (a.s.) ye halife olarak bi’at edildiğini duyunca yine bir o kadar üzüldü ve dedi ki: “Allah’tan gökyüzünün yere kapanmasını (dünyanın yok olmasını) isterdim ama onun bu hilafeti eline
——
1-Ahzab / 32
2- Taberi, İbni Esir ve Medaini gibi hicretin 36. 21 yılını yazan tüm tarihcilcr.

 

almasını istemezdim” ve yanındakilere “beni geriye dönderin” dedi. Mekke’ye döndüğünde ise, orada halkı Hz. Ali (a.s.) ye karşı ayaklandırmaya başladı. Tarihcilerin yazdığına göre Aişe. Ali (a.s.) ye olan düşmanlığı yüzünden Hz. Ali’nin ismini bile söylemek istemezdi.

Acaba mü”‘minlerin annesi Aişe Resulullah’ın; “AIi’yi sevmek imandan ve ona düşmanlık nifaktandırl”. diye buyurduğunu bilmiyor muydu? Oysa ki bazı sahabenin, “bizler münatıkları Ali’ye düşmanlıkları ile tanıyorduk” dediği nakledilmiştir.

Acaba müminlerin annesi Aişe, Resulullah’ın Hz. Ali’nin hakkında Ben kimin mevlasıyım sa Ali onun mevlasıdır”. dediğini duymamışmıydı? Şüphesiz bu sözleri duymuşlU ama Hz.
Ali’ye olan düşmanlığı onu böyle davranmaya sevkediyordu. Hatta Ali (a,s.) nin ölüm haberini duyduğunda yere kapanıp şükür secdesi etti.2

Burada müminlerin annesi Aişe’in hayatını incelemek istemiyorum. Sadece ashaptan bir çoğunun İslam’ınn kesin ilkelerıne ve Resulullahin emirlerine uymadıklarını açıklamağa çalışıyorum.

Bu arada Aişe’nin durumu hakkında tüm tarih yazarlarının eserlerinde kaydetmiş oldukları şu hadise yeterlidir ki, müminlerin annesi Aişe, Hev’eb suyundan geçtiğinde, köpekler ona saldırıp havladılar. Bu olay üzerine Aişe, Resulullah’ın,” hanımlarından birinin Allah’ın emrinden çıkarak deveye binip savaşa gideceğini ve  Hev’eb suyunun başında köpeklerin
——————-

1- Sahih’i Müslim, c.1, s.48
2- Taberi, İbn-i Esir El-fitnetul  kubra ve hicretin 40 . 21 yıllarını yazan tüm tarihler.

 

havlamasıyla karşılaşacagım” bildirmiş olduğunu hatırladı ve Resulullah (s.a.v.) ın Aişe’yi sözkonu hanım olmaktan dolayı özellikle ikaz etmiş olması onu korkuttu Aişe ağlayarak geri dönderilmesini istedi; Ama Talha ile Zübeyr elli kişiye rüşvet vererek onların yalan yere Aişe’nin huzurunda o suyun Hev’eb suyu olmadığına dair yemin etmelerini sağladılar ve böylece Aişe Basra’ya doğru yolculuğunu devam ettirdi. Tarihçilerin yazdığına göre bu şahitlik olayı, İslam’da tesbit edilen ilk yalancı şahitliktirl Ey-müslümanlar Ey akıl sahipleri! bu sorunu çözmede ne olur bana yardımcı olun!

Acaba bu yalancı şahitlik olayını tertipleyenler ve yalancı şahitlik yapanlar, bizlerin istisnasız adaletine hükmeniğimiz ve onları Resulullah’tan sonra en üstün insanlar saydığımız şahıslar değiller miydi? Acaba yalan üzerine şahitliği insanı cehenneme götüren büyük günahlardan sayınıyar muyuz?

Burada yine aynı soru ile karşılaşıyoruz. Yani birbirleriyle savaşan bu iki taifeden hangisi hak ve hangisi batıl üzere idiler?

Ya Ali ve onun izleyicileri batıl üzere idiler, yahut Aişe, Talha, Zübeyr ve onların izleyicileri balll üzere idiler. Burada da üçüncü bir şık yoktur.

İnsaflı bir araştırıcının Hz. Ali’nin hak üzere olduğunda ve Aişe ve takipçilerinin batıl üzere olduğunda hiç bir şüphesi yoktur. Zira Resulullah (s.a.v,)ın buyurduğu gibi hak Ali iledir; Ali (a.s.) neredeyse hak onunla birliktedir.

Ama müminlerin annesi Aişe ve onu takip edenler, yaş ile kuruyu birarada yakıp bu güne kadar etkisi devam eden bir fitneyi ortaya çıkarmışlardır. Konunun biraz daha açıklık kazanması ve kalbimizin emin olması için şunu da ekleyelim ki;
——————–

1- Teberi, İbn’i Esi,. Medaini. ve 36 – 21 yılın olaylarını yazan tüm tarihler.

 

Buhari kendi Sahih’in El’fiten (fitneler) kitabının (El’fitnet’ulleti temucu kemevcil’ behr» babında şöyle yazıyor: Ravi dedi: Talha, Zübeyr ve Aişe Basra’ya geldiklerinde İmam Ali (a.s,) Ammar’ı Yasir ile oğlu İmam Hasan (a.s)ı Küfe’ye gönderdi. Onlar Küfe’ye geldiler ve (halkın toplu olduğu bir yerde) minbere çıktılar Hasan ibn’i Ali, minberin üstüne çıktı ve oturdu ve Ammar ise ondan aşağıda durdu. Bizler onların etrafına toplanmıştık duyduk ki Ammar şöyle diyor: “Aişe Basra’ya dogru hareket etmiş; Allah’a andolsun ki o, dünya ve ahirette peygamberinizin hanımıdır. Ama Allah sizleri imtihan ediyor ki sizler peygamber’in hanımma mı itaat edeceksiniz yoksa Allah’a mı? (1)

Yine Buhar! “Şurut” kitabında “Ma cae fi buyuti czvacin nebi” (Peygamber’in hanımlarının evi hakkındaki hadisler) babında yazıyor ki: Resulullah (s.a.v) konuşmak için ayağa kalktı ve Aişe’nin evine taraf işaret ederek buyurdu ki: “Burası fitne merkezidir, burası fitne merkezidir ki şeytanIn boynuzu buradan çıkar.”(2)

Buhar! Aişe’in peygambere karşı yaptığı edepten uzak davranışlarından dolayı vücud unda kan akıncaya dek babasının onu dövdüğünu nakletmiştir. Yine Buhari yazmıştır ki Aişe Resulullah’a karşı gelmeyi dereceye vardırdı ki Allah’u Teala onu talakla, Resulullah’a onda daha iyisini nasip etmek vaadiyle tehdit etti. Bunlar da başka olaylardır ki onların hakkında şimdilik bahs etmek istemiyoruz. Bütün bunlara rağmen Aişe’nin niçin ehl-i sünnetin yanında bu kadar takdir ve saygıya şayan görüldüğü sorulacak olursa bu soruya asıl cevap verilmelidir?
——————-

1- Sahih’i Buhari, c.4. s.161.
2- Sahih’i Buhari, c.2, s.126.

 

Acaba Aişe sırf Resulullah’ın hanımı olduğu için mi bu kadar saygıya layık görülmüş; Oysa ki Resulullah’m ondan başka diğer hanımları da vardır ve onlardan bazılarının Aişe’den üstün olduğu bizzat Resulullah tarafından açıklanmıştlCıl Ama onlardan fazla bahsedilmiyor. Yoksa bu kadar saygı Aişe’nin Ebubekr’in kızı olduğu için mi? yoksa Hz. Resulullah (s.a.v)ın Ali (a.s.) hakkındaki vasiyetini inkar etmekte önemli bir rölü üstlendiği için midir? Hatta Aişe’den, Resulullah (s.a.v) Ali (a.s.) hakkında vasiyyet etmişmi? diye sorulduğuda: ResuluIlah (s.a.v.) ne zaman böyle bir vasiyet etmiş; Ben Peygamber (s.a. v) vefat edeceği sırada onun yanmdaydım vefatı yaklaştığında benim sinerne yaslanmıştı; Bir kab istedi, sonra eğildi ve öylece dünyadan gitti. Hatta ben bile vefatımn farkına varmadım; Peki nasıl Ali’ye vasiyet etmiş? diye cevap vermiştir.

Veya Aişe’nin bu kadar muhterem sayılması, onun Ali ve evlatlarına karşı şiddetti bir düşmanlık beslediği ve amansızca mücadele ve savaş açtığı için midir?

Hatta Aişe Hz. Hasan’ın cenazesinin, ceddi Resulullah’m kabrinin yanında denedilmesine bile engeloldu ve dedi ki: “Sevmediğim birini benim evime getirmeyin”. Acaba Aişe Hz., Peygamber (s,a.v) in İmam Hasan ve kardcşi İmam Hüscyin’in hakkında “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin iki serveridirler” ve “Aııah, bunları sevenleri sever ve bunları sevmeyenleri sevmez” ve Ben sizinle düşman olanla düşmamm ve sizinle dostluk edenle dostum” buyurduğunu untmuş muydu? Veya bilerek mi böyle diyordu?

Bu konuyla ilgili ayrı hadisler de var ki şimdilik burada
——————–

1- Sahih’i Tirmizı (İstiyab Tercümet’ü Seiyye) (El’isabe tercümetü sefiyye).

 

onları nakletmeyeceğiz.

Asla bunlara şaşılmamalıdır. Çünkü Aişe’ Ali (a,s.) ve evlatları, hakkında bu tür sözleri defalarca Resulullah (s.a.v) dan duymuş olmasına ve Resulullah’ın onu ikaz etmesi1)e rağmen yine Ali (a.s.) ile savaşıp halkı onun aleyhine kışkırttl ve onun faziletlerini inkara kalkıştı. İşte bu yüzden Beni “Umeyye Aişe’yi en yüksek makamlara çıkardılar. ve onun makamı ve fazileti hakkında sayısız hadisler rivayet ettiler. Hatta “dinin yarısının bilgisinin ona ait olduğnu söyleyerek onu islam ümmetinnin en büyük mercii olarak tanıttılar.

Belki de dinlerinin diğer yarısını da, istedikleri hadisleri rivayet ettirdikleri Ebu Hureyre”ye özgü kılmışlardır! bu yüzden Ebu Hureyre’yi kendilerine yaklaştırarak Medine’nin emirliğini ona verdiler. Önceleri fakir birisi olan Ebu Hureyre’ye akikbir saray yaptırdılar; Ona islam ravisi lakabını verdiler. O da artık tüm işleri Benii Ümeyye’ye kolaylaştırdJ ve onlar için yeni bir din anlayışı sundu; öyle bir anlayış ki onda Allah”ın kitabından ve Resulullah’m sünnetinden ancak Umcyye oğullarının ncfsi istekleriyle çelişkisi olmayan hatta onların hakimiyetlerini takviye edecek şeyler mevcuttu.

Böyle bir din, Beni Ümeyye’nin elinde bir oyuncak ve istihza vesilesinden başka bir şey değildi: Yalan ve uydurmalarla, çelişki, tezat ve hurafelerle dolu idi. Hakikatlar o dinde toprağa gömülmüş ve karanlıklar nur yerine sunulmuştu, Beni Umeyye bu din anlayışını halka benimsetmeye çalışarak Allah’ın dinini değersiz kılmaya çalıştılar; Öyle ki halk Muaviye’den korktukları kadar Allah’tan korkmuyorlardı,

Kendi hocalarımızdan, müslümanları şia ve sünni diye iki fırkaya bölen ve islam’da en büyük tefrikayı meydana getiren Muaviye ve onun Hz. Ali’ye karşı giriştiği savaş hakkında sorduğumuzda çok sade bir şekilde diyorlar ki: “Ali ve Muaviye

 

her ikisi de ashabınn büyüklerindedirler; Her ikisi ictihad etti ama Ali’nin ictihadı, doğru çıktı Onun için Ali’nin iki sevabı vardır. Ama Muaviye’nin ictihadı hatalı çıktı bu yüzden onun Allah katında bu içtihadından ötrü bir sevabı vardır. Bizlerin onların lehinde yahut aleyhinde hüküm vermeye hakkımız yoktur; çünkü Allah’u Teala buyuruyor ki: Onlar bir ümmetii, gelip geçtiler; Onların kazançları onlara, sizin kazancınız size ve onların yaptıkları, sizden sorulmaz,” (1)

Görüldüğü gibi bu gibi cevaplar, akıl dışı ve şeriatla çelişen bir safsatadan ibarettir. Allah’ım tutarsız fikirlere ve eğri görüşlere uymaktan sana sığınıyorum….

Sağlam bir akıı sahibi Muaiye’nin ictihad ettiğine nasıl hükmeder? ve onun, müslümapıarın önderiyle savaşarak, günahsız kimseleri öldürüp say!sız cinayetler işlediğinden dolayı Allah katında bir sevapla mükafatlandırılacağına inanır? Tarihcilerin yazdığına göre Muaviye kendi muhaliflerini öldürdüğünde onlara zehirli bal yediriyordu ve şöyle diyordu: “Allah’ın baldan ordusu da var!”

EhI-i sünnetin bazı aliml’Cri böyle bir şahsın ictihadına ve ona bir sevabın verileceğine nasıl hükmediyorlar? Oysa ki o, baği (zalim) bir grubun önderiydi. Zira şia ve sünni alimierinin naklettiği meşhur bir hadisde Resulullah (s.a.v): “Amma ri Yasir’i baği (zalim) bir grup öldürür”, diye buyurmaktadır. Malumdur ki, Ammar’ı öldüren, Muaviye ve onun yaraDı idiler,

Nasıl Muaviye’nin ictihad ettiğine hükmediyorlar? Oysa ki Muaviye Hücr ibn’i Adiyy’i ve onun yaranını sırf Ali ve onun evlatlarına küfür etmedikleri için şehit etti ve Şam’ın “Mere’ul

1- Bakara – 142.

 

Azera” denilen çöplüğünde onları toprağa verdirdi. Nasıl Muaviyenin adil bir sahabi olduğunu söyleyebilirler? Oysa ki cennet’in gençlerinin efendisi olan Hz. Hasan ibn’i Ali’ye zehir verdirip öldüren o değilmiydi? Nasılonu tezkiye ediyorlar? Oysa ki islam’da zor ve mızrak gücüyle kendine ve kendisinden sonra fasık oğlu Yezid’e biat toplayan, böylece islam nizamını kayser yönetimine çeviren ilk kişi o idi. (1)

Acaba nasılonun ictihad ettiği ve ictihadından dolayı sevaba layık olduğunu söylemeye cesaret ediyorlar? Oysa ki halkı Hz Ali (a.s.) ve Peygamber (s.a.v.) in Ehl-i beytine minberlerde lanet okumaya zorluyor Hz. Ali ve Ehl-i beytten diğerlerine lanet okumayan sahabeyi öldürüyordu. Gerçekten kalbinde zerrece iman olan bir insanın nefret edeceği bu işi (Hz. Ali (s.a) ye lanet okumayı) büyük – küçük herkesin ömrü boyunca tekrarladığı bir adet haline getiren; Muaviye değilmiydi?

“La hevle ve la kuvvete illa billah il Aliyyil Azim”

Yine burada aynı soruyu tekrarlayalım: Bu iki gruptan
hangisi hakk ve hangisi batıl üzere idi? Ya Hz. Ali ve onun izleyicileri batıl idiler yahut Muaviye ve onun taraftarları zalim ve batıl üzere idiler.

Resulullah (s.a.v) her şeyi açıklamıştır.

Bu iki şıktan hangisini kabul edersek edelim, yine tüm sahabenin adil olmadıkları isbat olur.

Bu gibi hadiselerin benzeri o kadardır ki Allah’tan başka kimse onun sayısını bilmez. Eğer bu konulara tafsilatlı bir şekilde girmek isteseydim ve herbirini teferruatıyla inceleseydim, bir kaç ciltlik kitap yazmam gerekirdi; Ama ben
————————

1- Mevdudi’nin, El Hilaf vel Muluk.  ve Ahmet Emin’in Yevm’ul İslamm).

 

bir kaç nümuneyi zikretmekle yetindim; Gerçi Allah’a hamdolsun ki bu bir kaç nümune bile, benim eskiden aynı inandığım uzun yıllar boyunca fikrimi donuklaşuran ve hadisleri tahlil etmeyi ve tarihi vakiaları Kur’an’i ve akli ölçüler ışığında incelerneyi bana yasaklayan kavmimin inançlarını çürütmek için bana yeterlidir. Bu yüzden artık kendime gelip beni çevreleyen taassubunkara dumanını gözlerimin önünden uzaklaştıracağım ve kalp ve fikrimi zincirleyen bağları kıracağım diyorum. Yirmi yıla aşkın süreden beri ruhuma çökmüş olan bu tozları ruhumdan sileceğim. Benim bu yeni halimi şu ayet’i kerime güzel bir şekilde açıklamaktadır. “keşke kavmim, Rabbimin beni nasıl bağışladığını ve beni ikram olunmuşlardan kıldığını bir bilseydiler!” Keşke kavmim bilmedikleri ve bilmeden düşman kesildikIeri bu benim keşfettigim alemden haberdar olsaydılar!

                               HAKKA YÖNELİŞİMİN BAŞLANGICI

Üç ay boyunca her zaman hatta bile ızdırap içindeydim uyuyunca. Çeşitli fikirler beni hayeller denizine daldırıyor ve sağa – sola sürüklüyodu. Özellikle tarihi incelemelerim sonucunda şahsiyetleri hakkında değişik sonuçlara varmış olduğum bazı sahabe hakkındaki eski görüşlerim yüzünden hep korku içindeydim. Çünkü çocukluk dönemim boyunca aldığım terbiye icabınca, Allah’ın evliyasa ve salih kullarına karşı ~ürmet etmeyi gerekli gorüyor ve onlara hatta ölümlerinden ,onra bile hürmetsizlik yapmanın,kişinin zarar görmesine sebep >lacağına inanıyordum. Dimyeri’nin “Hayal’ul Hayvan il kubra ıdh kitabında eskiden şu kıssayı okudugumu hatırlıyorum: Bir ıolculuk esnasında kafiledeki bir kişi, Ömer ibn’i Hattab’a ,aygısızhkla bazı sözler konuşmuş onun yanında bulunanlar onu

 

bu işten men’etmişler ama fayda vermemişti. Bu adam bevl ettiği sırada bir siyah yılan onu sancımış ve adam anında ölmüş.

Adam için kabir kazmışlar, görmüşler ki, kabirde bir siyah yılan mevcuttur.

Bir başka kab ir kazmışlar; Yine siyah yılanla karşılaşmışlar. Her ne kadar kabir kazmışlarsa hepsinde aynı şeyle karşılaşmışlar. Bunun üzerine onlarar ariflerin birisi demiş ki: Her nerede ona kabir kazarsanız değişmez; Onun kabrinde mutlaka bu yılan olacaktır. Çünkü her kim Ömer hakkında layık olmayan sözler söylerse Allah ahiret azabından önce onu bu dünyada cezalandırır. (1)

Bu yüzden bu ağır konuya girdiğim için korku ve şaşkınlık içindeydim. Özellikle Zeytuniye medresesinde halifelerin en üstünü Ebubekr ve sonra Ömer’i Faruk ve sonra Osman ibn’i Affan olduğunu ve Meleklerin ondan çekinip utandığını ve bunlardan sonra da ilmin şehrinin kapısı olan Ali’nin geldiğini öğrenmiştim. bu dört sahabiden sonraki sırayı da cennetle müjdelenen on kişiden geri kalan altısı alırlar; Ve onlar da Talha, Zubeyr, Sad, Said, Abdurrahman ve Ebu Übeyde’dir. Bunlardan sonraki sırayı da diğer sahabeler alır.

Çoğu zaman “Bizler ResullarlO hiç birisinin arasında fark koyrnuyoruz”. ayeti delil olarak gösteriliyar vc’ bizlerin de sahabenin aralarında fark koymayıp hcpsini bir gözlc görmemiz ve onlara en ufak hatayı bile nisbet vermememiz gerektiği söyleniyordu. Bu nedenle bir kaç defa bu araştırmadan vazgeçip istiğfar ettim. Ve artık sahabcnin hakkında bu tür incelemeleri terketmeyi kararlaştırdım; bu araştırmaların, beni Resulullah’m sahabesi hususunda ve neticede dinim hakkında tereddüt ve
—————-

1- Heyat’ul Heyvan’ul Kubra. Yılan maddesinde Esved’i rivayet (saliğdan) edilen hadiste.

 

şüpheye sevketmesinden korkuyordum. Ama bu süre boyunca yine bazı alimlerle tartıştım ve onların sözlerinde, akl-i selim’in kabul etmesi mümkün olmayan çelişkilerle karşılaştım, onlar, “eğer bu şekil incelemelere devam edersen, Allah, verdiği bu nimetlerini senden alır ve seni helak eder” diye beni korkutuyorlardı. Onların bana karşı fazla inad edip ve dediğim sözlerin hepsini yalanlamaları, beni, hakikatı bulmak için araştırmağa sürükledi. İçimden bir manevi gücün de beni bu işe sevkettiğini hissettim.

 

      BİR ALİMLE TARTIŞMAM

Alimlerimizin birine dedim ki; “Muaviye, günahsız halkı öldürüp, hakkın namusuna tecavüz etmesine rağmen yine de siz onun ittihad edip ictihadında hata yaptığına ve bu ictihadı için Allah katında mükafatının olduğuna hükmediyor ve Muaviye’nin oğlu Yezid’in Resulullahın evlatlarını öldürüp Medine halkının canını ve namusunu kendi askerlerine mubah bilmesiyle birlikte yine de onun bu işlerde ittihad edip ictihadında hata ettiğine ve bu yüzden iki mükafattan birine Allah katında layık olduğuna inanıyorsanız; Neden ben bu inceleme ve araştırmalarıma dayanarak ictihad etmeyeyim Oysa bu ictihadlarımm sonucu ise sadece bazılarının durumları hakkında tereddüte düşmek ve bazısına da tan etmekten başka bir şey değildir. Görüldüğü gibi bun~ar Muaviye’nin ve oğlu Yezid’in, Resulullah’ın Ehl-i beytine karşı işledikleri cinayet ve katillerle asla mükayasa edilmez. İctihadımın neticesinde eğer hakkı bulursam iki mükafatım olur; Eğer hata ederimse yine bir mükafatım olur. Oysa ki benim bazı sahabeyi yermek, onlara ta ‘n etmekten maksadım, onlara lanet okuyup sövmek değil sadece ben hakikatı bulup Fırke’i naciye’yİ(kurtuluşa eren fırkayı) firek’i zallle’den (sapık fırkalardan) ayırmak istiyorum. Bu ise hem bana hem de benim gibi her ferde farz olan bir mükellefiyeti yerine getirmektir. (Allah’u Teala sırları ve kalplerin gizlediği her şeyi bilir.)”

O, bana şöyle cevap verdi: “Evladım, yıllardan beridir ictihad kapısı kapanmıştır”. Bu kapıyı kim kapatmıştır?” dedim.

Dedi ki: Dört mezhep imamları. Sevinçli bir halde “Allaha Şükürler olsun ki ictihad kapısını kapatan ne Allah’tır ne de onun Resuludur ve ne de hülefa’i raşidindir; dedim. “O halde ben de onlar gibi ictihad edersem bir vebala girmiş olmam”.

 

“Sen içtihad edemezsin” dedi “Çünkü ittihad etmek için nahiv, sarf, tefsir, lugat, belagat, hadis ve tarih gibi on yedi ilmi bilmen lazımdır”. Onun sözünü kesip dedim ki: Efendim, ben halka fetva vermek yahut islam adına yeni bir mezheb kurmak için ittihad etmiyorum; Hayır, ben sadece hak ve batılı tanımak için ittihad ediyorum. Mesala Ali’nin mi yoksa Muaviye’nin’ mi haklı olduklarını araştırmak istiyorum ve bu kadarını bilmek için bahsettiğin on yedi ilmi bilmeğe gerek yoktur. Yalnız onların her ikisinin de hayatını, gidişatını, Ahlaklarını incelemek yeterlidir.

“Bunu bilmenin senin için ne yararı vardır? “dedi ve şu ayeti okudu: “onlar bir ümmet idiler gelip geçtiler; Kendi işlerinin sorumlusu kendileridirler ve sizler de kendi işlerinizin sorumlususunuz ve onların yaptıklarından dolayı siz asla sorumlu tutulmayacaksınızl”.

“Bu ayette geçen  kelimesini acaba “tes’elun”mu okuyorsun yoksa “tuselun mu” dedim. “Tus’elun okunur’ (1). dedi.

“Allah’a şükürler olsun ki, “tus’elun” okunuyor” dedim “yoksa “tes’elun” okunsaydı, tartışmak ve incelemek artık şer’an doğru sayılmazdı, ama “tus’elun” okunduğuna göre ayetin manası şöyle olur: “Sizler onların yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmayacaksınız”.

Bu ayetle aynı manayı ifade eden diğer ayeL’i kerimeler’de mevcuttur. Mesela şu ayet-i kerime: “Her kes kendi kazancına bağlıdır” ve keza şu ayet: “Gerçekten insan ancak çalıştığını alır”.

Görüldüğü gibi bu ayetlerin, araştırma yapmayı men’
——————

1- Bakara / 142.

 

etmekle bir alakası yoktur. Kur’an’ı kerim bir çok ayetlerde bizleri geçmiş ümmetierden haberdar olmağa ve onlardan ibret almağa davet etmiştir. Allah’u teala, bir yandan Firavun, Haman, Nemrud, Karun gibilerin hayatlarını ve diğer yandan Peygamberlerin hayatını Kuran-ı kerim’de bizlere anlatmıştır. Şüphesiz ki bunları, Al1ah-u teala bizi eğlendirmek için değil hakkı batıldan ayırt etmemiz için zikretmiştir.

Bu konuyu bilmenin sana ne yararı var diyorsun; Bu konuyu bilmemin benim için bir çok yararı vardır; evvela: Allah’ın velisini tanıyıp ona uyarım ve Allah’ın düşmanını tanıyıp onunla düşmanlık ederim. Bu da Allah’ın bize vacip ettiği bir şeydir.

Saniyen: Benim için önemli olan Allah’ın istediği şekilde ona ibadet etmektir. Ebu Hanife ve Malik ve diğer müctehidlerin istediği gibi değil; Çünkü görüyorum ki Malik namazda bismillah’ın denmesini mekruh biliyor, oysa Ebu Hanife, bismillahı namazda vacip biliyor ve ötekisibismillahsız namazı batıl biliyor. Namaz dinin direğidir; O eğer kabulolursa diğer ameller de kabulolur ve eğer kabulolmazsa diğer ameller kabulolmaz. Ben namazımın batıl olmasını istemiyorum. Ve abdest için de aynı şey sozkonusudur; Çünkü şii ayağa meshediyor ama sünniler ayağını yıkıyorlar. Kur’an’ı kerim’de “baş ve ayaklarınızı meshedin” diye ayet mevcuttur.

Yani Kur’an’ı Kerim açıkça ayagm meshedilmesine emir veriyor.

Peki o halde aklı başında olan bir müslüman, nasıl araştırmadan bunların birinin sözünü kabul edip diğer inin SÖzünü reddedebilir?”

Bunun üzerine dedi ki: “Scn isıediğin mezhebi seçebilirsin; Çünkü bunların hepsi islam mezhebidir ve hepsi de hükümlerini Peygamber’den almışlar”.

 

Ve ben dedim ki: “O zaman korkarım ki Allah’ın: “Heva ve hevesini kendine iIah edeni gördün mü? O şahıs ki Allah bilerek onu sapıklığa terketmiş ve onun kulağı m ve kalbini mühürlemiştir ve gözüne de perde çekmiştir; Artık Allah’tan başka kim doğru yolu ona gösterebilir. Hala mı öğüt, ibret almazsınız?! (1) buyurarak kınadığı kimselerden olayım ve dedim ki: “Efendim, ben tüm mezheplerin hak olduğuna inanmıyorum; Çünkü oDların birisi bir şeyi helal diğei aynı şeyi haram biliyor; Oysa bir şeyin hem hala 1 hem de haram olması mümkün değildir. Ve Resulullah’ın getirdiği hükümlerde vahye dayalı olduğundan dolayı bir çelişki olmaz. Nasıl kı Hak tea la buyuruyor ki: “Eğer Allah katından ayrı bir yerden gelseydi, onda birbirini tutmaz bir çok şeyler bulurdun” (2).

Ama dört mezhebin arasında birbirini tutmayan birçok hükümler mevcuttur; Bundan anlaşılıyor ki bunların bepsi Allah ve peygamberinden sadır olmuş değildir. Çünkü peygamber, Kur’an’a muhalif olan bir hüküm vermez.

Adam benim sözlerimin mantıklı ve delillerimin sağlamlığını görünce konuyu değiştirerek şöyle dedi: “Allah’ın rızası için sana nasihat ediyorum ki ne hakkında şüphe edersen et, yalnız Hülefa’i Raşidin’de şüphe etme; Çünkü onlar islamın dört direğidirler; Eğer onlardan biri düşerse islam’ın yapısı yıkılır…,”

Ve sonra şöyle -dedi: Bunlar, imamlarımızdan ve üstadlarımızdan öğrendiğimiz şeylerdir. Bizler kendi dönernimizde sizin gibi alimlerimizle tartışmıyorduk Ama sizler her şeyde şüphe ve tereddüt ediyorsunuz. bu, ahirzaman’ın
—————-

1- Casiye / 23
2- Nisâ /  82-

 

alametlerindendir. Resulullah buyurmuş ki: “Kıyamet ancak kötü halk yüzünden kopar”.

Dedim ki: “Bu boş sözleri niye sarfediyorsunuz; Ben dinimde şüphe ve tereddüt etmekten Allah’a sığınıyorum. Ben Allah’a inanıp O’ndan başka bir mabud’un olmadığına ve onun meleklerine ve kitabına iman etmişim. Ve serverirniz Allah’ın kulu ve resul’u ve tüm enbiya ve resullerden afdalı ve onların en sonu olan Hz. MuhammedCs.a.v) e ima n etmişim. Ben bir müslümanım, neden beni suçlamaya kalkışıyorsun?

Dedi ki: Bundan daha büyük suçlarla seni suçluyorum; Çünkü sen, efendilerimiz Ebubekr ve Ömer hakkında şüphe ediyorsun; Oysa ResulullahCS.A.V) buyurmuş ki: Eğer benim ümmetimin hepsinin imanını Ebubekr’in imamyla tartsalar Ebubekr’in imam onlarm hepsinin imamndan ağır gelir. Ve Ömer’in hakkında buyurmuştur h: “Ümmetimi bana gösterdikleri zaman gördüm ki gömlekleri sinelerine bile yetişmiyor, ama Ömer’i bana gösterdikleri zaman gördüm ki Ömer’in gömleği yerde sürünüyor”!?

Sordular ki bu sözün manası yahut tavili nedir ya Resuluılah? Buyurdu ki: Yani onun dini fazladır”?!. Oysa sen on dördüncü asırda, gelip sahabenin, özellikle Ebubekr ve Ömer’in hakkında şüphe ve tereddüt yayıyorsun. Acaba Kufe’lilerin, Iraklıların nifak ehl’i olduklarını bilmiyormusun?

Bu sözleri duyunca kendi kendime dedim ki, gururu yüzünden böylesine yanlışı üzerine direten birisine ben ne söyleyebilirim. Bahsetmek yerine, suçlama ve iftiralara başvurarak, muritlerinin huzurunda kendini galip göstermek telaşına kapılan birisiyle neyi tartışabilirim?!

O konuştukça, yanındaki etrafındakileri daha bir galayana geliyor ve gözlerinde şer okunuyordu. Acele eve gelip imam Malik’in “El’muvatta” kitabını ve

 

Sahih’i Buhari’yi alıp hemen geri döndüm. Dedim ki: Efendim, beni Ebubkr’in hakkında şüphe ve tereddüte salan ilk şahıs Resulullah(s.a.v) dır. Sonra “Muvatta” kitabını açıp şu hadisi okudum: İmam Malik rivayet ediyordu ki Resulullah Uhud şehitleine dedi: “Ben bunların imanlarına şahidim. “Bunun üzerine Ebubekr dedi ki: Ya Resuluılah, acaba bizler onların kardeşleri değilmiyiz? bizler onlar gibi islamı kabul etmedik mi? onlar gibi cihad etmedik mi?

Resulullah buyurdu ki: Evet ettiniz ama bilmiyorum benden sonra dinde ne bid’itlar koyacaksınız. O zaman Ebubekr çok ağladı. Daha sonra dedi ki: Bizler senden sonrada mı yaşayacağızı?!

Sonra Sahih’i Buhari’yi açtım ve şu rivayeti okudum. Ömer ibni Hanab, Hafsa’nın yanına geldi. Esma bint’i Ümeys’de onun yanında idi. Ömer, Esma’yı görünce, bu kimdir diye sordu. Hasfe, Esma bint’i ümeys’dir dedi.

Ömer dedi: Bu, deniz yoluyla Habeşe’ye giden, kadınlardan mıdır? Esma evet dedi. Ömer “Bizler hicrette sizden öne düştük; bizler Peygambere sizden daha yakınız” dedi. Esma sinirlenip “Allah’a and olsun ki hayır”; dedi “Çünkü sizler Peygamber’in yanında idiniz ve o sizlerin açlarınızı doyurup cahillerinize öğüt verdi.

Oysa bizler Hebeşe’de uzak bir çölde düşmanların içerisinde kalıyorduk ama kalplerimiz, Allah ve Onun Resulu ile beraberdi. Allah’a and olsun yediğim her yemekle, içtiğim her suyla Resulullah’ı hatırlıyordum. Biz, orada devamlı korku ve vahşet içerisinde; yaşıyorduk. Ben senin dediklerinin hepsini Resulullab’a söyleyeceğim, ondan soracağım.
————————-

1- Muvatta,’ Imam Imam Malik, c. 1. s. 307. ve Vakidi’nin Meğazisi s.310.

 

Esma, Resulullah(S.A.V) geldiğinde dedi ki: Ya Resulullah, Ömer böyle diyordu. Ben de böyle cevap verdim. Resulullah(S.A.V): “O, bana sizden yakın değildir; O ve onunla olanlar yalnız bir hicretten başka bir şey yapmadılar ama siz gemi halkı, iki hicret yaptıDIz”. buyurdu.

Esma diyor Ebu Musa ve gemi ile hicret edenler devamlı gelip benden bu hadisi soruyorlardı. Dünyada onları en çok sevindiren şey, Resulullah (s.a. v) ın buyurduğu bu sözler olmuştu: (1)

Şeyh ve yanındakiler, hadisleri okuduktan sonra renkleri değişip birbirinin yüzüne bakmağa başladılar. Hepsi, şeyhin bir şey söylemesini bekliyorlardı. ama şeyhin kendisi onlardan fazla şaşırmıştı. çaresiz kalıp şaşkınlıkla: Allah’ım sen benim ilmimi artır: demekle yetindi.

Ve ben dedim ki, :Resulullah(s.a.v): benden sonra ne bid’atler çıkaracaksın diyerek Ebubekr’in hakkında şüphe ve tereddüt eden ve onun lehine şehadet vermeyen ilk şahıs ise, yine Ümeysin kızı Esma’dan bile Ömer’in üstün olduğuna ikrar etmemiş ve hatta Esma’nın ondan üstün olduğunu buyurmuşsa benim de hakikatı bilmeden kimseyi diğerinden üstün bilmemeye hakkım vardır.

Bu iki hadis, Ömer ve Ebubekrin faziletleri hakkında nakledilen tüm hadisleri batıl ediyor; Çünkü bu hadisler, onların faziletini isbat eden hadislerden metin ve muhteva yönünden daha güçlü ve gerçeğe daha yakındırlar:’

Orada bulunanlar “bu nasıl olur? dediler”

Dedim ki” Resulullah (S.A. V) Ebubekr’in imanına şahitlik etmedi ve “bilmiyorum benden sonra dinde ne bid’atlar
——

1- Sahih’i Buhari c. 3. s. 387- Hayber muharebesi- babında.

 

koyacaksınız.”diye buyurdu. Bu söz, makul olmasıyla birlikte, Kur’an ve tarih tarafından da tastik olmuştur. Tarihler bildiriyar ki, onlar Resulullah’tan sonra ahitlerinin üzerinde durmadılar. Ebubekr’in Hz. Fatime’yi rencide ettiğinde ağlaması Resulullah’ın haber verdiği tehlikeye düştüğü içindi.

Yine ahdı üzerinde durmadığı için ölümünden önce yaptıklarına pişman olarak” Keşke insan olmasaydım:’ diyordu.

Ama “Tüm ümmetimin imamm Ebubekr’in imam ile tartarlarsa Ebubekr’in imanı onların imanlarından ağır gelir” diye nakledilen hadis’e gelince, bu hadis ma’kul değil ve batıldır; Çünkü ömrünün kırk yılını Allah’a şirk koşup putlara ibadet etmekle geçiren birisinin imamnın, Peygamber’in ümmetinin hepsinin imanından üstün olması mümkün değildir; Oysa ümmetin içerisinde bunca evliyalar, şehitler, imamlar, ömürlerinin hepsini Allah yolunda cihatla geçiren mücahitler vardır. Birde Ebubekr nerede, bu hadis nerede? Eğer o böyle bir imana sahip idiyse neden ölümünden önce “Keşke insan olmasaydım” diye arzu ediyordu?

Eğer onun imanı tüm müminlerin imamndan ağır olsaydı, bütün alemin kadınlarının serveri ve Resulullah’ın kızı Hz. Fatime’yi bağrını kanla dolduracak derecede rencide etmezdi. O der~ ki Hz. Fatime onlardan razı olmadığına dair Allah’ı ve meleklerini şahit tutmuş her namazından sonra onlara beddua edeceğini söylemiştir”.

Benim sözlerim bitince o alim hiç bir şey demedi ama etrafındakilerden bazıları: “Vallahi bu adam bizleri de şüpheye saldı”. dediler.

Bunun üzerine o alim bana dönüp dedi ki: “bunu mu isıiyordun? işıe bunların hepsini, dinlerinde şüpheye saldın” Onlardan birisi hemen kalkıp o alime şöyle cevap verdi: “Bu adam doğru söylüyor, sözleri haklır. Bizler şimdiye kadar

 

ömrümüzde bir kitabı bile baştan sonuna kadar okuyup bitirmiş değiliz. Şimdiye kadar körkörüne diğerlerinin sözlerine uyduk durduk ama yavaş – yavaş öğreniyoruz ki bu adam doğru söylüyor. Bizler de okumalı ve tartışmalıyız”.

Onun yanındakiler de ona katılıp aynı sözü tekrarladılar.

Bu tartışma gerçekte hak için bir başarı idi. Bu başarı zor yahut mızrakla ele gelmedi; Akıl ve delillerin yardımıyla kazanıldı. Allah-u teala buyuruyor ki: “Ve de ki eğer doğru söylüyorsanız delillerinizi getirin”. (1)

Bu gibi olaylar, beni bu konulara girmeğe ve tam manasıyla araştırmayı başlatmaya sevketti. Allah’ın ismiyle ve Onun yardımıyla ve Resulullah(s.a.v) ın dini üzerine ve Allah’u TeAla’dan tevfik ve hidayeti ümit ederek araştırmaya başladım.

Allah Teala onun yolunda mücadele edip hakkı araştıranlara doğru yolunu göstereceğini vaad etmiştir ve onun va’dinde hiç bir zaman hilaf olmaz.

Araştırmam tam üç yıl sürdü, bu müddet zarfında ben her mevzuyu dikkat ve titizlikle inceledim; hatta bazı eserleri baştan sona bir sayfasını bile kaçırmadan bir kaç defa mütalaa ettim. İmam Şerefuddin’in önemli eseri olan El’Müracaat kitabını bir kaç defa okudum. Bu kitap, önüme bir çok ufuklar açtı ve benim doğru yolu bulmama sebep olup kalbime Ehl-i beyt’in gerçek muhabbet ve dostluğunu işledi.

Şeyh Emini’nin el- Ğadir isimli 13 ciltlik eserini üç kez okudum. Bu eser bir çok önemli hakikatleri bütün açıklığıyla beyan ediyordu. Ayetullah Muhammed Bakır sadr’ın “el’fedek’u finarih” (Tarih’te fedek olayı) isimli kitabını ve şeyh Muzafffer’in yazdığı “Es’sakfe” isimli eserini okudum. Bu iki
—————-

ı- Bakara / 111

 

kitap sayesinde, tarihin bir çok karmaşık sırları na vakıf oldum. Ve yine Şerefuddin’in yazdığı “‘Ennas”‘su vel ictihad” isimli kitabını okudum. Bu da benim yakinimi daha da artırdı ve sonra aynı yazarın “Ebu Hüreyre” adlı kitabını ve sonra Mısır’lı Şeyh Muhammed ebu Reye’nin Ebu Hüreyre hakkında yazmış olduğu” Şeyh’ul Muzeyre” isimli kitabı okudum ve bu kitapta yine Peygamber”den sonra onun sünnetini değiştiren sahabenin iki kısım olduklarını öğrendim; Allah’ın hükümlerini zor gücüyle yani siyasi otorite sayesinde değiştiren sehabiler; bir de ilahi hükümleri uydurdukları yalan hadisler vasıtasıyla tahrif eden kişiler.

Daha sonra Esed Haydarın yazdığı “İmam-ı Sadık ve dört mezhep” isimli kitabı okudum. Orada, Allah tarafından verilen ilim ile öğrenme ile elde edilen ilmin farkını ve aynı şekilde Allah’ın, dilediği kullarına verdiği ilahi hikmet ile, ümmet’i islam ruhundan uzak eden kendi görüşü ile yapılan ictihatların farklarını öğrendim.

Daha sonnra Seyyid Cafer Murtaza Amili, Seyyid Murtaza Askeri, Seyyid Hoi, Seyyid Tabatabai, Şeyh Muhammed Emin Zeynuddin’i ve Firuz’AbMi’nin kitaplarını ve İbn’i ebi’l Hadidin “Nehcül Belaga şerhini ve Taha Hüseyin’in elfitnetul kubra kitabını, Taberi’nin tarih kitabını, keza İbn’i Esir ve Mes’udi ve Ya’kubi’nin meşhur tarihle ilgili eserlerini ve başka bir çok kaynağı okudum ve İmamiyye şiasının hak olduğuna kanaat edip şia oldum ve Allah’ın lutfüyle Ehl-i beyt’in gemisine bindim ve onların vilayet iplerine sarıldım. Böylece az bir grupları hariç haktan döndükleri bana sabit olan sahabi’nin bazılarının yerine Allah’ın, her türlü pisliği uzak ettiği ve tertemiz kılıp mahabbetlerini herkese farz kıldığı Ehri beyt’e (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) sarıldım, bizim bazı alimlerimizin dedikleri gibi şia Ömerin Kadisiyye’de yendiği

için ona düşman kesilen, kin besleyen farslar veya zerdüşiler değildir. Ben bu sözleri söyleyen cahillere şu cevabı veriyorum ki; peygamber’in Ehl-i beytine uymayı kendine şiar edinmiş şia, Irak, Suriye, Hicaz, Lübnan gibi bir çok ülkede kalabalık toplulukları oluşturmaktadır. Ve bilindiği üzere bunların hepsi de arapdırlar. Nasıl ki Pakistan, Hindistan ve Afrika devletlerinde milyonlarca şii yaşamaktadır; ve bunlar ne farsdırlar ne de arap. Ve bunlardan başka zikretmesini gerekli görmediğim daha bir çok ülkede de şii toplulukları mevcuttur. Eğer şia yalnız İranlılarda sınırlı olsaydı bile, bize karşı Allah’u Tealanın hücceti tamam olurdu. Çünkü farsların, imamlığına inandıkları on iki imarnın hepsi, araptırlar ve Kureyş kabilesinden Haşimin evlatlarından Peygamber’in ehl-i beytidirler.

Eğer farslarda bazı iddialarda yeraldığı gibi ırksal taassub olsaydı arapları kendilerine düşman kabul eder ve 12 imarnın yerine kendilerine farslardan olan imamlar bulmaya çalışır; mesela şia ve ehl-i sünnet’in değer ve faziletine iıiraf ettikleri Selmanı Farsiyi kendilerine imam yaparlardı. Ama ehl-i sünnet imarnet konusunda daha çok farslara uymuşlardır. Ehl-i sünnetin imamlannın çoğu fars kavmindendir; örneğin Ebu Hanife, İmam Nesai, Tirmizi, Buhari Müslim, İbn’i Mace, Razi, İmam Gazali, İbn’i Sina, ve bunlardan başka bir çoklannın hepsi farsdırlar. Eğer fars şiiler, sava~la Ömer’in ordusu tarafından yenik düşıükleri için onu sevmiyorlarsa peki Fars olmayan arap şiilerin Ömer’i reddeımelerini nasıl açıklayabiliriz?

Bu iddialar, tarihsel bir dayanıkıan lamamen yoksundur. Doğru olan şu ki şiilerin Ömer ile muhalefetleri, şunun içindir ki Ömer, Peygamber (s.a.v)den sonra onun vasisi olan Emir’ulmüminin Ali (a.s.)yi halifelikten uzaklaştırmada ve böylece islam ümmetinin sonsuz çileleri yaşanmasında büyük bir

 

röle sahipti. Bu gerçek o kadar açık – seçik olarak ortadadır ki, hür bir araştırıcının onu kavraması için yalnız gözünün önündeki perdeleri bir kenara itip ön yargılardan kurtularak konuyu ele alması yeterlidir.

Gerçekten şiiler ise ister Farslardan ister Araplardan isterse bunların haricindekilerden olsun, Kur’an ve Resulullah’ın sünnetinin imarnet ve hilafetle ilgili sahih ve nass olan hükümlerine’ tam boyun eğmiş ve karanlıkların çırağı ve hidayet erbabı olan imam’a, az. Ali (a.s.)ye ve onun evlatlarına tabi olmuşlardır. Emevİ ve sonra Abbasileri yedi asırlık şiaya karşı uyguladıkları bazen cezbedid ve çoğu kez vahşet ve zulüm dolu siyasetlerine rağmen ve yüzbinlerce şiinin sırf Ehl-i beyt sevgisi yüzünden tarihin yüzünü karartan zulüm, katı ve tecavüzlere ve halkı nefret ettirici iftiralara maruz kalmalarına rağmen yine de şiiler Ehl-i beyt’i bırakıp başkalarını kendilerine imam ve önder tanımamışlardır.

Şiiler bütün bunlara karşı sabır ve sebat gösterip hakka temessük etmişlerdir ve Allah yolunda hiç bir kınayanın kınamasından korkmadıkları için bu güne kadar bu sabır ve sebatın ağır pahasını ödemektedirler. Ve tereddütsüz söylüyorum ki, eğer bizlerden bir alim taassubunu yenip şia ulemasıyla tartışma ve ilmi bahise girme cesaretini gösterise mutlaka basiret gözü açılır ve şia mezhebiin hak olduğuna itiraf ederek hidayetini orada bulur.

Allah’a şükürler olsun ki ben yolumu buldum. Beni hidayete kavuşturan o yüce Allaha hamd ediyorum; O Allah ki eğer O beni hidayet etmeseydi ben hidayete kavuşamazdım.

Allah’a sonsuz hamd ve şükürler olsun ki beni, sabırsızca aradığım “Fırka-i naciye” ile tanıştırdı. Artık benim Ali (a.s) ve evladına sarılmamın, Allah’ın kopmayan ipine sarılmak olduğunda hiç bir şüphem ve tereddütüm kalmamıştır; nsıl ki bu

 

husus tüm islam alimlerinin doğruluğunda icma’ ettikleri Resulullah (s.a.v) ın kat’i naslarıyla ve sarih sünnetiyle de sabittir. Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin başında gelen akıl da, hakkı dinleyip ona ulaşmak isteyen bir kişi için en iyi kılavuzdur bu yolda.

Ümmetin ittifakına göre Ali (a.s.) tüm sahabenin en bilgilisi ve onnların en şecaatlısı idi. Bu iki özellik bile onun halifeliğe diğerlerinden daha layık olmasına yeterlidir; çünkü A11ahtu Teala önderlik makamını verdiği Talut hakkında buyuruyor ki: “Peygamberleri onnlara dedi ki: “Allah size Talut’u padişah olarak gönderdi Dediler. Nasıl o bize buyuruk yürütebilir; bizim padişahlığa ondan ziyade hakkımız var, malca da bizden üstün değil Peygamberleri dedi: Şüphe yok ki onu Allah seçmiş ve onu sizden üstün etmiş ve ona bilgi ve vücut bakımından üstünlük vermiş; Allah mülkünü dilediğine verir, Allahın rahmeti boldur, her şeyi bilir.” (1)

Ve Resulullah da buyuruyor: “Ali benden, ben de ondanım. O benden sonra her müminin velisidir”(2)

Burada, halimle munasıb geldiği için imam Zamehşeri,den şu bir kaç beyti nakledeyim. Şöyle diyor Zamehşeri:

  “İhtilaflar ne çok, herkes de kendinin hak yolda olduğunu söylüyor ben La ilahe itlellah deyip Muhammed ve Ali’ye sarıldım Ashabı Kehf’in sevgisi bir köpeği kurtardıysa. Ali ve Ahmedi seven bir kişi nasıl bedbaht olur.”

Evet Allaha hamd olsun ben onun lutfüyle hakikatı buldum
———————–

1. Bakara. 247.
2- Sahih-i Tirmizi. c.5,s. 696 – Hesais’un Nasai, s.67. Müstedreki Hakim. c.3. s110.

ve yüzü (abdest a’zaları) nurlu olanların önderi, Allahın galip arslanı Seyyid’ul vasiyyin Emir’ul müminin Ali ibn-i Ebi talibe ve cennet gençlerinin iki serveri, ümmetin iki çiçeği imam Ebu Muhammed Hasan’a ve imam Ebu Abdullah Hüseyinne ve Mustafa’nın vücudunun bir parçası ve pak imamların annesi, gazabı Allah’ın gazabı olan bütün alemlerin kadınlarının serveri Hz. Fatime’ye – Peygamber’den sonra tabi oldum.

İmam Malik’i bırakıp ümmetin muallimi ve imamların üstadı İmam Cafer’i Sadık’a sarıldım ve keza Allah’ın salih evliyası müslümanların önderleri olan ve imam Hüseyin’in soyundan gelen dokuz masum imama tabi oldum.

Muaviye, Amr ibni Muğeyret ibni Şübe, Ebu Hüreyre, Ekreme, Ka’bul ahbar ve bunlar gibi haktan dönen sahabenin yolunu bırakıp Peygamberle olan ahitlerinde sadık kalan Ammar ibni yasir, Selman’i Farsi, Ebuzer’i Gaffari, Mikdad ibn’i Esved, Hüzeyme ibn’i Sabiti zuşşehadeteyn ve Übey ibn’i Ka’ab gibi sahabelerin yoluna koyuldum. Bu uyanmayı bana muyesser kıldığı için Allah’a hamd ve şükürler olsun.

Fikirlerimizi durduran ve bizi gaflete koyduran; çokları zamanlarının sultan ve hükümdarlarına uymuş olan alimlerimizi bırakıp, ne zalim emir sahiplerine boyun eğen ve ne de bir gün olsun ictihadın kapısını kapatmış olan şia ulemasına sarıldım.

Bilahere çelişkileri bir arada toplayan, taassuba dayanan taşlaşmış donuk fikirlerimi atıp delil ve hüccete inanan hür ve parlak fikirleri benimsedim.

Otuz yıl boyunca Beni ümeyye’nin sapıkhklarıyla kirlenen beynimi, Allah’ın her türlü pisliği giderdiği, tertemiz kıldığı masum imamların akideleriyle yıkadım.

Allah’ım bizleri Ehl-i Beyt’in akidesi üzerinde sabit kıl ve onların sünneti üzerine öldür; kıyamet gününde bizleri onlarla haşreyle, çünkü senin Resul’ün buyurmuş ki “insan sevdikleriyle

 

………

haşrolur.”

Böylece kendi aslıma dönmüş oldum; çünkü babam ve amcalarım bizim şecerenameden bahsettiklerinde, bizlerin Abbasilerin baskı ve zulümleri yüzünden lrak’tan firar ederek Kuzey Afrika’ya sığınan ve Tunus’da yerleşen seyyidlerin soylarından olduğumuzu söylüyorlardı. Kuzey Afrika’da bizim gibi ResuluHah (s.a.v.)ın piik sülalelerinden oldukları için “şürefa” lakabıyla anılanlar çoktur. Ama ne yazık ki Emevi ve Abbasilerin zulüm ve baskıları yüzünden hak yoldan uzaklaşmış ve sadece Peygamber’in neslinden oldukları için halkın onlara karşı hürmetleri henüz devam etmektedir.

Hak yolu bana gösterdiği ve göz ve kalbimi hakikaıe açarak basireti bana nasib eylediği için Allah’a sonsuz hamd ve şükürler olsun.

       Şİİ OLMAMIN SEBEPLERİ

Benim şii olmamın bir çok sebepleri vardır ki bu kısa fırsatta bir kaç tanesini saymakla yetineceğim:

        1- Hilafet Hususundaki Naslar:

Ben ilk araştırmaya başladığımda kendi kendime, sadece her iki fırka’nın da kabul ettiği hadislere istinad etmeye ve bir grubun kabullendiği rivayetlerle yetinmemeye söz verdim. Bu taahutla Ebubekr ile Ali ibn-i Ebi talip’ten hangisinin daha üstün olduğu mevzusunu birde hilafet’in şia’nın iddia ettiği gibi nass ile Hz. Ali’ye mi ait olduğunu yoksa Ehl’i sünnet’in iddia ettiği gibi hilafet, şura ve seçimle mi olması gerektiğini inceledim.

Bu konuda sahih bir şekilde araştıran birisi, Ali *a.s. hakkındaki naslann çok açık ve vazih olduğunu görür; örneğin: “Ben kimin mevlasıyımsa, Ali’de onun mevlasıdır”, Hz, Resuluılah bu sözünü veda hacından döndüğünde buyurmuştur.

Bunun üzerine Hz. Ali (a,s.) için tebrik arzetmeye mahsus bir çadır kurdurmuş. Hatta Ebubekr ve Ömer, Hz, Ali’yi tebrik ederek şöyle demişlerdi; Ne mutlu sana ey Ebu Talib’in oğlu, artık bizim ve her mü’min ve müminenin mevlası oldun.” (1)

Bu hadisi, şia ve sünni herkes nakletmiştir. Ben yalnız
——————-

1. Musned’i İmam Ahmed ibni Hanbel . c.4, s.281 – Sırr’ul alemin, İmam Gazali s.12 – İbn’i Cevzinin Tezkire’tul Hevas kitabı. s. 29. Riyazun Nezre, Teberi c. 2. s.166 –  Kenz’ul Ummal c.6 s. 397.
El’bidaye ven’Nihaye ibn’i Kesir’in c. 5. s. 212,
İhn’i Esakiri Tarihi  c. 2. s. 50.
Razi’nin Tefsiri, c. 3. s. 63.
El’havi ul fetava, Suyuti’nin c. 1. s. 112.

 

 

Ehl-i sünnet’in kaynaklarından şahid getirdim ve Ehl-i sünnetin kaynaklarındnda sadece az bir kısmını zikrettim. Tefsilatlı olarak konuyu araştırmak isteyenlerin Allame Emini’nin yazmış olduğu şimdiye kadar 13 cildi basılmış olan “El’gadir” isimli kitabı okumalarmı tavsiye ediyorum. Sözkonusu kitapta, bu hadisi nakleden Ehl-i sünnet ravilerinin isimleri yazılmıştır.

Ama Ebubekr’in Sakife’de seçilmesine ve daha sonra mescid’de ona biat edilmesine dair iddia olunan icma’ya gelince, böyle bir iemayı iddia etmek delilsiz bir iddiadan ibarettir Ebubekr’in hilafeti hususunda nasıl böyle bir icma olabilir; oysa ki Ali (a.s.) ve ibn’i Abbas ve diğer Beni Haşim, Ebubekr’e biiit etmediler ve usame’tibni zeyd, Zübeyr, Selman’ı Farsi, Ebuzer’i Gıfarİ, Mikdad ibn’i Esved, Ammar ibn’i yasir, Hüzeyfe’t’ibn’i yeman, Hüzamet’ibni sabit’ Ebu Bureyde’til Eslemi, Bera ibni Azib, Ubeyibni Ka’ab, Sehl ibni Henif, Sad ibni Ubade, keys ibni Sad, Ebu Eyyub Ensari, Cabir ibni Abdullah, Halid ibni sa ‘d ve bunlardan başka bir çok sahabi Ebubekr’e biat etmediler. (ı) ,

Öyleyse iddia edilen icma nerede kalmıştır? Hatta yalnız Ali (a.s.)nin biat etmemesi, o icma ve ittifakın ihıalı için yeterlidir; çünkü eğer onun Resulullah tarafından tayin edildiğine dair nassın olmadığını kabul ctsek bile en azından Resulullah (s.a.v) hilafet için müslümanlara gösterdiği tek aday idi.

Gerçeğe bakılacak olursa Ebubekrin biatı meşverctsiz yapılan bir biat idi. Ehl-i hal ve akd olanlar’ın ResuluIlah (s.a.v,) m cenazesini kaldırmakla meşgu’l olmaları fırsat
—————

1. Tarih’i Teberi – Tarihi ibni Esir – Tarih’i hülefa, Tarih’ul Hemis. El’istiyab ve Ebubekir’in biatını yazan her tarih.

 

bilinerek halk gafil avlanmıştır ve çoklarından zorla biat alınmıştır. (1)

Hz. Fatime’nin evine toplanıp biat etmek istemeyenlerin, evden çıkmadıkları taktirde, evin içindekilerle birlikte yakılmakla tehdit olunmaları, Ebubekir’e biat toplamada baskının ne derece şiddetli olduğunu göstermektedir.

Bütün bunlarla birlikte nasıl biat’ın icma ve şura ile olduğu söylenebilir? Ömer’in kendisi itiraf ediyor ki, Ebubekir’e yapılan biiit birdenbire vuku bulmuş tedbirsiz – hesabsız bir iş idi ki Allah müslümanları onun şerrinden korudu.

Ve yine Ömer; “Her kim bunun benzerini yapmaya kalkışırsa onu öldürün”, “Her kim aynı şekilde kendine biat toplamaya kalkışırsa ve ona biat edenin biaıt batıldır”. demiştir. (2)

Ve imam Ali (a.s.) bu biatle ilgili olarak buyuruyor ki “Vallahi Ebu kuhafe’nin oğlu (Ebu bekr) hilafeti bir gömlek gibi giyindi Oysa o daha da iyi biliyordu ki ben hilafete nisbetle değirmen taşının mili gibiydim, hilafet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı; uçtuğum yerlere hiç bir kuş uçamazdı.” (3)

Ensar’ın büyüğü olan Sa’d ibn’i Ubade, Sakife’de Ebubekr ve Ömer’e karşı çıkarak bütün gücüyle onları hilafetten uzaklaştırmaya çalıştı ama hasta olduğundan dolayı ayakta duracak hali bile olmadığından onlarla baş edemedi. Hatta ensar, Ebubekr’e biat ettikten sonra sa’d dedi ki: “Vallahi kendi aşirem ve ailemle seninle savaşıp, oklarımın hepsini sana doğru
——–

1- Tarih’ul hülefa . ibn’i Kuteybe – c.1. s. 18.
2- Sahihi Buhari, c. 4. s. 127.
3- Muhammed Abduh’un Nehc’ül Belaga Şerhi. c. 8. s. 24 – Şıkşıkıyye Hutbesi.

 

atacağım; Vallahi insanlar ve cinler hepsi seninle olsa bile ölünceye dek sana bi’at etmeyeceğim”.

Bu yüzden o hiç bir zaman onların arkasında namaz kılmadı ve onların topluluğu na katılmadı ve onlarla birlikte savaşa çıkmadı. Hatta kendisine yardımcı bulsaydı onlarla savaşırdı. Ömer’in halifelik döneminde şam’da vefat edinceye kadar bu şekilde kaldı.ı

Eğer bu biat Ömer’in dediği gibi hesapsız yapılan bir oldu – bitti biatı idiyse – Gerçi Ömer’in kendisi bu bi’atın gerçekleşmesinde ve muhaliflerin saf dışı bırakılmasında en büyük rölü üstlenmışti – ve eğer Hz. Ali’nin buyurduğu gibi Ebubekr hilafetin hakiki sahibinin başkası olduğunu bildiği halde onu bir gömlek gibi giyindiyse ve Ensar’ıo büyüğü olan sa’dın dediği gibi bu biat zalimane bir bi’at idiyse ve eğer bu bi’at, Peygamber’in amcası Abbas gibi ashabın büyüklcrinin katılmadıkları için gayri meşru idiyse artık Ebubekr’in hilafetinin doğru olduğuna dair nc dclil vardır?

Ehl-i sünnet ve cemaet’in bu hususda hiç bir cevapları yoktur.

Netice (2) olarak şianın bu husustaki görüşü haktır; çünkü Hz. Alinin hilafetine dair ehl-i sünnet kitaplarında bir çok kesin deliller (nasslar) mevcuttur ki ehl-i sünnet, ashabın makamını korumak için onları tevil etme yoluna, gitmiştir.

O halde insanı bir insanın, nasıarı kabul etmekten başka bir çaresi yoktur; Özellikle hadiseyi muhtclif yönleriyle incelerse bu hususda asla zorluk çekmez,
—————

ı- Tarih’ul hulefa, c. 1. s, 17,
2- Du konuda, Ehd’ul Fettah ebd’ul Maksudun ” Es Sakife vel Hilafe” ve Muhammed Muzaffer’in “Es Sakife” isimli kitabına müracaat ediniz.

 

                     2 – Hz. FATİME (A.S.) NİN EBU BEKİR’LE İHTİLAFI

Bu olayda, yine şia ve Ehl-i sünnct’in ittifak ettiği bir olaydır. Aklı başında olan ve insanı birisi, Hz. Fatime’ye zulüm olduğuna da itiraf etmese en azından bu olayda Ebubekr’in hatasına itiraf etmekten başka bir çaresi yoktur. Hatta bu üzücü hadiseyi etraflıca inceleyen birisi mutlaka Ebubekr’in – bile bile Fatime’ye eziyet ettiğine ve onun sözünü yalanladığna kanaat eder. Böyle yaptı ki Hz. Fatime, amcası oğlu olan kocasının halifeliğine dair Gadir’i Hum ve benzeri rivayetıere istinat etmek için münasıp bir ortam bulamasın.

Bu konunun nişaneleri çoktur, Mcsela: tarih kitapları yazmıştır ki, Hz. Fatime, Ensar’ın toplantılarına gelip onlardan yardım istedi ve amcası oğlu Ali’ye biat cımclerini istedi; ama onlar: “Ey Resulullah’ın kızı; bizim artık bu kişiyle biatımız olup bitmiş. Eğer amcan oğlu Ali, bundan önce hilafcti eline alsaydı şüphcsiz ondan başkasına biat ctmczdik”. dediler öte yandan Hz. Ali (a.s.), “Acaba onlar benim Resulullah’ın (s.a.v) ın cenazesini derinsiz kefensiz yerde bırakıp gelmemi ve onlarla hilafet üstünde savaşmamı mı istiyorlur” dedi.

Ve Hz, Fatime (a,s.) buyuruyordu ki: Ebul Hasan (İmam Ali) a.s. (Resulullah’ın defn ve kefeniyle meşgul olmakla) doğru olanı yaptı; ama diğerleri (kendi başlarına, halife seçmekle) Allah’ın sorgu – sualını ve cezasını gerektiren bir işe giriştiler. (1)

        Eğer Ebubekr’in yaptığı sırf bir hatadan ibaret olsaydı, Hz. Fatime’nin tekrar – tekrar hakikatı açıklaması onu ikna ederdi;
——–

1- Tarih’ul hülefa .ibn’i Kuteybe – c.1. s. 19.
İbn-i Ebi’l Hadid ‘in Nehc’üi Belağa’sının Şerhinde Ebubekir’in biatında

 

ama Hz, Fatime sözlerinin hiç te’sir etmediğini görünce gazab etti ve ölünceye dek Ebubekr’le konuşmadı. Çünkü her defasında Hz, Fatime’nin sözlerini reddedip şehadetini kabul etmediler, Bu yüzden Hz, Fatime onlardan hiç birinin, cenazesini kaldırmak için gelmelerine bile razı olmadı ve vasiyeti üzerine gizlice geceleyin defnedildi.1

Hz. Fatime’nin toprağa verilmesinden söz ortaya. geldiği için, ben araştırmayla meşgul olduğum yıl1ara ait bir incelernemi burada nakledeceğim Ben o dönem içerisinde Medine’ye gidip orada bazı hakikatları yakından inceledim ve şu sonuca vardım ki; Hz, Fatime’nin kabri hiç kimse tarafından bilinmiyor, Bazıları Fatıma’nın kabrinin, Peygamber’ın zarihinde, bazıları Peygamber’in odasının önünde olan kendi – evinde ve bazıları ise, Baki mezarlığında ehl-i beytin kabiderinin içinde defnedildiğini söylüyorlar.

Bu ilginç bir mes’eleyi incelemekten şu sonuca vardım ki, Hz. Fatime bu yolla, asırlar boyunca müslümanların birbirlerinden “Niçin Hz. Fatime, (a.s.) kocasından, gece toprağa verilmesini ve muhaliflerin onun cenazesine gelmemesini istediğini sormalarını ve böylece müslümanların tarihi inceleyerek bazı üzÜcü gerçeklere ulaşmalarını sağlamak istemiştir.

Yine Medine’i Münevvere’yi ziyaretim sırasında gördüm ki,
Osman ibn’i effan’ın kabrini ziyaret etmek isteyen, Baki’nin sonuna kadar gidip orada duvarın dibinde Osman’ın kabrini bulması gerekir. Ama sahabenin çoğunun kabri, Bakl’nin girişindedir; Hatta tabiin’in sonlarından olan Maliki mezhebinin
—————

1-Sahih-i Buhari, c. 3. s. 36 -Sahih-i Müslim, c.2. s.72. (Lanüverrisu vema tereknahu Sedegetün) babında.

 

sahibi imam Malik ibn’i Enes bile Peygamber’in kadınlarının kabrinin yanında toprağa verilmiştir.

Böylece bana, tarih yazarlarının, Osman’ın “Haşş-ı Kevkeb” denilen yahudilere ait bir yerde toprağa verildiğine dair yazılarının doğruluğu isbat oldu. Tarihçiler, Osman’ın, Peygamber’in Baki’de toprağa verilmesine müslümanların müsade etmediklerini bu yüzden onun Haşş-ı kevkeb’de toprağa verildiğini ama Muaviye’nin kendi hilafeti döneminde Osma’ın kabrinin de Baki’de yeralması için Bakinin yanında yeralan o yeri yahudilerden satın alarak Baki’ye eklediğini yazmışlardır.

Şaşırıyorum ki Hz, Fatime (a.s.) babasından sonra ona ilk iltihak eden olmasına ve babasının vefatıyla onun vefatı arasında en fazla alu ay kadar bir süre geçmiş olmasına rağmen niçin babasının yanına defnedilmedi. Eğer Hz. Fatime (s.a.)nin kendi vasiyeti üzerine geceleyin toprağa verilmesi babasının kabrinin yanına defnedilmemesine sebep olduysa, neden torunu Hz. Hasan’ın cenazesi ceddi Resuluılah’ (s.a.v.)ın kabrinin yanında defnedilmedi?!

Evet mü’minlerin annesi Aişe buna karşı çıktı; İmam Hüseyin, kardeşinin cenazesini, ceddi Resulullah’ın kabrinin yanında defnetmek için geldiğinde Aişe bir katıra binerek halka seslendi: “Benim sevmediğim birini benim evimde defnetmeyin!”

Bunun üzerine Beni Haşim ile Beni ümeyye karşı karşıya geldiler; Ama İmam Hasan’ın onun için kan dökülmemesi hususundaki vasiyetini nazara alarak Hz. Hasan’ın cenazesi orada defnolunmadı. İmam Hüseyin “kardeşimin cenazesini ceddimin mezarına tevaf ettirdikten sonra Bakide defnedeceğiz”. diyerek olayın büyümesine mani oldu.

Bu olay üzerine İbn’i Abbas Aişe,ye hitaben söylediği meşhur şiirinde şöyle diyor:

 

        Bir gün deveye (1) bir gün katıra (2) bindin
Eger birazda yaşasan file binmenden korkarım.
Senin Peygamberden mirasın sekizde birin dokuzda biridir.
Oysa sen mirasın hepsine sahip cıktm.

Bunun kendisi de gizli kalan hakikatların biridir. Peygamber’in dokuz hanımının olmasına rağmen Aişe nasıl evin hepsine sahip çıkabilir?

Birde eğer Peygamber, Ebubekr’in Hz. Fatime’ye karşı dediği gibi miras bırakmıyorsa – ki Ebubekr buna istinaden onu ba basının mirasından mahrum bıraktı – Aişe nasıl Peygamber’den irs hakkına sahip olabiliyor? Acaba Kur’an’da böyle bir ayet mi var ki insanın karısının kendisinden irs alma hakkı olsun da kızının böyle bir hakkı olmasın? Yoksa işin gerçeği siyaset icabı her şeyin değiştirildiği ve istenilen şekle sokulduğudur. Evet kadına her hakkı veren siyaset aynı anda kızı her hakkından mahrum bırakabiliyor!

Yeri geldiği için bazı tarihlerin Peygamber (s.a.v.)in mirası ile ilgili olarak yazmış oldukları bir zarif kıssayı anlatayım İbn-i Ebi’l Hadid, Nehcülbelaga’nın şerhinde naklediyor ki: Osman’ın hilafeti döneminde bir gün Aişe ilc Hafsa onun yanına geldiler ve Peygamber’den yetişen mirası aralarında bölmesini osman’dan istediler. Osman yaslanarak oturmuştu; bunu duyunca doğrulup Aişe’ye hitaben şöyle dedi: “Sen ve yanındaki bu kadın, kendi bevli ile kendisini yıkayan bir çöl arabını bulup
————

ı- Deve’ye binip cemel savaşını başlatmasına işarettir. (Cemel,deva manasınadır, )
2- Katıra binmesi de katıra binip İmam Hasan’ın  cenazesinin önüne geçip Resulullah’ın kabrinin yanında defnedilmesine engel olduğuna işarettir.

 

getirdiniz ve onu şahit tutarak dediniz ki ResuluIlah “Biz peygamberler kendimizden sonra miras bırakmayız” diye buyurmuştur. Eğer gerçekten Peygamberler miras bırakmıyorsa o zaman siz ne istiyorsunuz? ve eğer miras bırakmışsa peki neden Fatime’nin hakkının verilmesini önlediniz?!

Bunun üzerine Aişe Osman’ın yanından kızarak ayrıldı ve dedi “Bu ahmak ihtiyarı öldürün ki o kafir olmuşturr’ (l)

                     3 – Hz. Ali (A.S.)UYULMA YA DAHA LA YIKTIR

Beni, baba ve dedelerimin sünnetini terkederek şii olmaya sevkeden sebeplerden birisi de, Hz. Ali (a.s.)yi Ebubekir’le akli ve nakli bakımdan mukayese etmek idi.

Geçmiş konularda dediğim gibi ben incelemede yalnız şifi ve Ehl-i sünnetin ittifak ettiği görüş ve hadislere itibar ediyorum. Bu esasa dayanarak iki fırkanında kitaplarını
incelediğimde Hz. Ali (a.s.)nin haricinde hiç bir kimsede ittifak ettiklerini görmedim. şia ve Ehl-i sünnet Hz. Ali’nin imameti konusunda İttifak etmişler ve bu konu her iki fırkanın kitaplarında yeralan naslarta sabittir. Ama Ebubekr’in halifeliğine müslümanların sadece bir grubu kaildir.

Geçen bölümde Ebubekir’e bifit toplama hadisesi hakkında Ömer’den naklettiğim söz de buna şahittir.

Hz. Ali (a.s.)nin faziletleri hakkında şia kaynaklarında yeralan hadisler, Ehri sünnetin kabul ettiği doğru senedIeric sahih kitaplarında da yeralmıştır. Bir de bu hadisler bir sencdie değil çeşitli senedieric naklolunmuştur ki artık bunların doğruluğunda hiç bir tereddüte yer kalmıyor.
——————

1- İbn-i Ebi’l Hadid’in Şerhi, s. 16, 220 – 223.

 

Hz. Ali (a.s.)nin fazileti hakkında sahabe çok sayıda hadis nakletmişlerdir, Hatta İbn’i Mace bu konuda diyor ki: Resulullah’ın ashabının içerisinde, Ali (a.s.) den daha fazla fazileti hakkında hadis naklolunan birisi yoktur” (l)

Yine Gazi İsmail, Nesai ve Ebu Ali Nişaburi demişler ki: Hz. Ali (a.s)nin fazileti hakkında sahih senedlerle naklolunan hadislerin benzeri, ashaptan hiç birinin hakkında nakledilmemiştir” (2)

Bunun önemi o zamanın zor şartları gözönüne alındığında daha da iyi anlaşılır. Zira Emeviler, hakimiyetini ellerinde bulundurdukları tüm İslam memleketlerinde, müslümanları Hz. Ali’ye lanet ve seb etmeğe zorluyorlardı ve o dönemde Ali (a.s.) nin faziletlerini nakletmek tamamen yasaklanmıştı. Hatla birisinin çocuğunun ismini Ali koymasına bile Emeviler musade etmiyordu. Bütün bu şiddet ve baskıya rağmen yine Hz. Ali’nin fazilet ve menakibi bunca sahih hadislerle nakledilmiştir.

Bu yüzden imam Şafii Hz. Ali(A.S) hakkında: “Ben, düşmanlarının hesadeti yüzünden, dostlarının ise korkudan faziletlerini gizlemiş olmasına rağmen faziletleri doğu ile batıyı dolduracak derecede neşrolan bir kişiye şaşırıyorum” demiştir.
—————–

1- Müstedrek’i Hakim (Sehiheyn’e) c. 3. s. 107.
– Menakibi Harezmi. s. 3. ve 19.

– Tarih’ul Hülefa, Suyuti’nin, s. 168.
– İbn’i Hecer’in Sevaik’ul Muhrike’si s. 72.

– İbni Asakir’in tarihi. c. 3. s. 63.
– Heskani-yi henefinin Şevahid’ut’ tenzil’i c. 1,  s. 19.

2- Teberi’, Riyaz’un nezire, c. 2. s. 282.
İbn’i Hacer, Sevâik’ul Muhrike, s. 118 ve 72.

 

Ama Ebubekir’in hakkında her iki fırkanın kitaplarını araştırdım; lakin onun faziletlerinden şia kaynaklarında bir şey zikrolunmadığını ve Ehl-i sünnet kitaplarında bile Hz. Ali’nin fazileti kadar ona fazilet zikredilmediğini gördüm. Öte taraftan Ebubekirin faziletiyle ilgili hadislerin, çoğu kızı Aişe’den nakledilmiştir. Aişe’nin de Hz. Ali(a.s) ye karşı nasıl tavır takındığını geçmiş bölümlerde gördük. Şüphesiz o bütün gücüyle hatta yalan hadis uydurmak yoluyla da olsa babasını desteklemeğe çalışıyordu.

Bir de bu tür hadisler, Abdullah ibn-i Ömer’den naklolunmuştur; O da Hz. Ali’ye muhalif olanların safındadır. Hatta tüm halk Hz. Ali(a.s)ye biat ettiğinde bile yine o biat etmedi.

Onun nakletliği hadislere göre, Resulullah’dan sonra halkın en üstünü Ebubekir, sonra Ömer, sonra Osman’dır ve bunların haricinde diğerlerinden üstün olan yoktur ve halkın hepsi bir seviyededir.(1)

Abdullah ibn’i Ömer bu gibi hadisler le imam Ali’yi islamda hiç bir özel fazilete sahip olmayan sıradan bir normal insanın seviyesine düşürmek istemiştir. Abdullah ibn’i Ömer’in bu sözleri, biraz önce ümmetin büyük alim ve önderlerinin Hz. Ali’nin fazileti hakkında söylemiş oldukları sözleriyle hiç bağdaşır mı?!

Naklettığimiz gibi onlar “Hz. Ali(a.s) nin fazileti hakkında “sahih” ve “hasan” senedlerle naklolunan hadisler kadar ashaptan hiç birinin hakkında nakledilmemiştir” demişlerdir.
Acaba Abduııah ibn’i Ömer, Ali(a.s)nin hakkında bir hadis de mi duymamıştl? evet valIahi duymuş ve ne manaya geldiğini
————–

1-Sahih-i Buhari, c.2, s.202

 

iyice anlamıştı ama o gerçekleri alt-üst edebilen ve olmadık bid’atler türetebilen bir siyaset icabı, onların tümünü inkar etmmeye kalkışmıştı.

Ebubekir’in faziletlerini bu ikisinden başka Amr ibn-i As, Ebu Hureyre, Urve ve Ekreme de nakletmişler. Tarih, bunların hepsinin de Hz. Ali(a.s) ile düşman olup kılıçla veya başka vesilelerle onunla şavaştıklarını kaydetmiştir.

Hz. Ali (a.s)nın düşmanları onunla yalnız silahla savaşmakla kalmayıp onun muhalif ve düşmanlarının faziletleri hakkında da hadis uydurmak yoluyla da onunla savaşmışlardır.

İmam Ahmed ibn-i Hanbel diyor ki: “Ali (a.s)nin düşmanı çok fazla idi. Düşmanları, Hz. Ali’yi kötülerneye yarayacak bir hatasmı bulmak için çok araştırdılar ama hiç bir şey bulamadılar. Bu yüzden onunla savaşan, mukatele eden düşmanlarını arayıp hile yoluyla onların faziletleri hakkında bolca meth-u sena yaydılar” (l)

Allah’u Teala buyuruyor ki: “Onlar bir kurgu kuruyorlar ! ben de bir kurgu kuruyorum; mühlet ver kafirlere ki ben alara kısa bir mühlet veririm” (2)

Şüphesiz altı asır boyunca zalimlerin onun kendisine ve ehl-i beytine ettikleri zulüm ve baskılara rağmen Ehli beyt’in faziletlerinin bu şekilde meydana çıkması, Allah’ın Peygamber’ine inayet buyurduğu mucizelerdendir. Çünkü bbasiler’in, Resulullah’ın Ehl-i beytine karşı zulüm, buğz ve kinleri, Emevilerden az değildi. Abbasi döneminin meşhur
———

1-Feth’ul’bari, c.7.,s.83.
-Tarih’ul hülefa, Suyuti, s.199
-Savaik’ul muhrike, İbn-i Hacer, s.125 .
2-Tarık süresi, 15,16 ve 17. ayet

şairlerinden olan Ebu Feras Hemdani bu hususta şöyle diyor: “Ey Abbas oğulları, Beni Ümeyye oğullarının Resulullah’ın evlatlarına verdikleri zulümler ne kadar da çok olsa yine sizin zulmünüze ulaşmaz. Sizler dine nice hiyanetler ettiniz Resulullah’ın soyundan ne kadar temiz kanlar döktünüz. kendinizi Resulullah’m izleyicileri olarak tanıtımız Oysa parmaklarınızdan henüz onun evlatlarının kanları damlıyor.”

Bütün bu zor ve zulüme dayalı hükümdarların istememesine rağmen’ () karanlık ve siyah bulutlar içerisinden Hz. Ali ve ehI-i beyti hakkında bunca sahih hadisler zuhur etmiş ve mahfuz kalabilmişse bu AlIah’u Teala’nın tüm insanlara hüccetini tamamlamayı irade ettiği içindir. Öyle ki artık kimsenin hakkı tanımak hususunda bir bahnnesi kalmasın.

Ebubekr’in ilk halife olup kuvvet ve kudretin onun elinde olmasına ve Ümeyye hükümdarlarının Ebubekir, Ömer ve Osman’ın fazileti hakkında yalan hadis uyduran ravilere özel bahşiş ve rüşvet tayin etmiş olmalarına rağmen ve bütün bunların neticesinde Ebubekr’in fazilet ve methi hakkınkda sayısızca asılsız hadislerin uydurulup yazılmnsına rağmen yine de bütün bu hadisler Hz. Ali(a.s) ın fazileti hakkında nakledilen sahih hadislerin yüzde birisine bile ulaşmıyor.

Bunlara ilaveten, eğer Ebubekr’in hakkındn ynzılan hadisler tahlil edilip incelenecek olursa, görülür ki bu hadisler, tarihin onun hakkında kaydettiği gerçeklerle asla bağdaşmıyor. Bu yüzden kabul edilmeleri akıı ve şeriat’a uygun düşmez. Bunun bir örneğini, Ebubekr’in imanının tüm islam ümmetin imanından daha ağır olduğuna dair nakledilen hudisi incelediğimizde gördük. Şüphesiz eğer Resulullah(S.A.V) Ebubekr’in böyle bir imana sahip olduğunu buyurmuş olsaydı, Usame’ibn’i Zeyd’i ona komutan olarak seçmezdi  vc Uhud savaşında ölenlerin hakkındn verdiği şehadet gibi onun

 

hakkında da şehadet vermekten çekinmezdi ve ona hitaben; “Bilmiyorum benden sonra neler yapacaksın”(1) diye buyurmazdı.

Ve yine onun öyle bir imana sahip olduğunu kabul ctseydi, Hz. Ali(a.s) yi onun peşisıra gönderip “Bera’et” süresini onun elinden almaz ve onu sözkonusu süreyi tebliğ etmekten men’etmezdi. (2)

Keza Hayber muharebesinde Ebubekr ve Ömer yenik döndükten sonra, Resulullah; “Bayrağı yarın öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resulunu sever; Allah ve Resulü’de onu sever; O, öyle bir kaharamandır ki hiç bir zaman firar etmez ve Allah onun kalbini imanla imtihan etmiştir ” (3) buyurarak bayrağı Hz. Ali’ye vermezdi. Eğer Allah katında Ebubekr’in imam, tüm Hz. Muhammedin ümmetinin imanından ağır ve üstün olsaydı Ebubekir, scsini Pcygamber’in scsindcn daha yükseltmesi üzerıne AHah’u teala onu tchdit ederek amellerinin tümünün batıl ve hiç olabileceğine dair ayet indirmezdi. (4)

Ebubekir’in imanı bu derecede olsaydı, Hz. Ali vc ona tabi olan sehabiler ona bi’at etmemeğe israr etmezlerdi. Yine eğer Ebubekrin imam bu derecede olsaydı Hz. Fatime ona gazap eylemezdi ve onunla konuşmaktan ve selamının cevabını vermekten kaçınmazdı ve her namazdan sonra Ebubekir’e
——–

ı- İmam Malik’in Muvatta,  c.1, s.307- Mağazi’i Vagidi, s. 3 lO.
2- Sahih’i Tirmizi c. 3. s. 339- Müsned’i Ahmed ibn’i Hanbel c. 3. s. 319- Müstedrek’i Hakim c. 3. s. 51
3- Sahih’i Müslim, Ali(a.s) nin fazileti babında
4- Sahih’i Buhari c.4. s. 184

 

beddua edeceğini söylemezdi. (1)

Ve onun cenaze merasim’ine katılmamasına dair vasiyette bulunmazdı. Ve eğer Ebubekir böyle bir imana sahip olsaydı, ölüm anlarında “Hz. Fatime’nin evine girmemeyi ve fücaet – üs selemi’yi yakmamış olmayı ve Sakife de hilafeti Ömer veya Ebu’Ubade’ye vermiş olmayı arzu etmezdi. (2)

Başka bir tabirle bu derecede imana sahip olan yani imam tüm ümmetin imanından üstün ve ağır olan birisi, son anlarında Hz. Fatime’ye karşı yaptıklarından, Fucae üs Selemi’yi yaktığından ve halifeliği üstlenmiş olmaktan pişman olmazdı. Ve beşer olmayıp da tüy yahut devenin azeresi olmuş olmayı dilemezd.

Acaba böylc bir şahsın imanı tüm ümmetin imamyla eş değer ve hatta ondan daha üstün olabilir mi?

Resulullah(s.a. v) dan Ebubekir hakkında nakledilcn diğer bir hadis de şöylc: “Eğer kendime bir dost edinseydim, Ebubekr’i dost edinirdim”.

Bu hadis de aynı önccki hadis gibidir; Çünkü sormak gerekir ki Ebubekir hicretten önce Mekke’de yapılan “küçük kardeşlik gününde ve hicretten sonra Medine’de yapılan büyük kardeşlik günündc neredeydi? Resulullah(s.a.v) bunların her ikisinde de Hz. Ali(a.s) kendisine kardeş olarak seçmiş ve buyurmuş ki: “Sen dünya ve ahirette benim kardeşimsin.” (3)
——————–

1- El’imamet ve’ssiyaset’ ibni Kuteybe. c. 1. s. 14- Resail’ul cahiz s. 301- E’elamun’nisa c. 3. s. 1215.
2- Tarih’i Teberi c. 4. s. 52- El imamet ves siyaset, c.1. s.18 – Tarihi Mes’üdi c.1, . s. 414
3- Tezkiret’ul hevas, Sibtibn’i Cuzi s. 23- İbni Esakir’in Tarihi, Dimeşk çapı,  c.1,  s. 107. Menakib’i harezmi,  s. 7

Bunların hiç birisinde Ebubekir’e teveccüh etmemiştir.

Böylece onu dünyada dostluğundan mahrum bıraktığı gibi kıyamette de kardeşliğinden mahrum etmiştir.

Ebubekir’in fazileti hakkında Ehl-i sünnet kitaplarından naklettiğimiz bu iki nümuneyle yetiniyorum. Bu gibi hadislere şia alimleri asla itibar etmemişler hatta bu tür hadislerin Ebubekr’in döneminden sonra uydurulduğuna dair açık delilleri de mevcuttur.

Eğer faziletlerden geçip bir de sahabe hakkında nakledilen kusur ve hataları inceleyecek olursak görürüz ki iki fırkadan hiç birinin kitaplarında Ali ibn’i Ebu Talib hakkında kusur ve hata sayılacak bir şey nakledilmemiştir; Oysa Ehl-i sünnet’in sihah’ında ve tarih kitaplarında diğerlerinin kusurunu açıklayan, hata ve kötülüklerini gösteren bir çok rivayet ve hadis zikredilmiştir. Buna göre her iki fırka’nın ittifak ve icma ettikleri, yalnız Ali(a.s) dir. Tarihlerin yazdıklarımı göre, tarihte Hz. Ali(a.s) ye yapılan bi’at gibi doğru bir bi’at olmamıştır. Çünkü Ali(a.s), onların bi’atını kabul etmekten imtina etmesine rağmen, Muhacir ve Ensar, israrla ona bi’at ettiler. Hz. Ali(a.s) bi’atı kabul ettikten sonra da ona bi’at etmeyen az bir grubu kendi hallerine bıraktı ve bi’ata zorlamadı. Ama Ebubekr’in bi’atı, Ömer’in dediği gibi hesapsız yapılan ani bir bi’at idi….

Ömer’in hilafeti ise, Ebubekir’in vasiyeti ile oldu. Osman’ın hilafeti de tarihin ilginç olaylarındandır. Zira Ömer altı kışıyı hilafet adayı olarak seçti ve onları mecbur etti ki kendi aralarından birini halife olarak seçsinler. Ve dedi ki “Eğer dört kişi birinde ittifak eder de ikisi muhalefet ederse o ikisini ödürün; Eğer altıi kişi üçer – üçer ikiye bölünürlerse, Abdurrahman ibn’i Avf’ın olduğu grubun seçtiği şahıs hilafete layıktır; Ama belirlenen üç günlük süre geçer de bu altı kişi bir sonuca varmazlarsa onların hepsini ödürün”.

 

Bu olayda önemli nokta da şudur ki, Abdurrahman ibni Avf  Hz. Ali (a.s)yi halife olarak kabul etti ama Hz. Ali (a.s)ye Allah’ın kitabı ve Resulullah ve şeyheyn’in yani Ebubekir ve Ömer’in sünneti ile müsliimanlara hiikmetmeği şart koştular.

Ali (a.s) bu şartı (yani şeyheyh’in sünnetine bağlı kalmayı) reddetti,
 Ama Osman bu şartı kabul edip halife oldu. Hz. Ali (a.s)nin, “Şıkşıkıye” hutbesinde buyurduğu gibi bu şüra’nın sonucu önceden belliydi. Hz. Ali (a.s) den sonra da halifeliği Muaviye ele geçirdi ve hilafeti kayserliğe (imparatorluğa) çevirdi. Artık hilafet Umeyye oğullarının içerisinde elden ele dolaşan muhtevasız bir isimden ibaret idi. Onlardan sonra da Abbasi’ler başa geçtiler; her birisi halifeliği kendinden sonra oğluna veya diğer yakınlarına teslim ediyordu. Yani tüm halifeler ya önceki halifenin vasiyeti ile yahut güç ve kılıç zoruyla halife oluyorlardı. Bu durum, isim olarak kalmış olan hilafet tamamen yok oluncaya kadar böylece devam eni.

Hulasa edersek Resulullah’tan sonra müslümanların gerçek bi’atı ile gerçekleşen hilafet, yalnız Hz. Ali (a.s) nin hilafeti idi.

             

  4 – ALİ (A.S) YE UYMAYI GEREKLI KILAN HADİSLER

Beni Hz. Ali (a.s)ye uymaya sevkeden önemli sebeplerlerden biri, Ehl-i sünnetin sihah’larında naklettikleri ve sahihliğini tasdik ettikleri hadislerdir. Bu hadisler haç kat fazlasıyla şia kaynaklarında da yeralınıştır. Ben yine burada sadece her iki fırkanın itlifak ve icma etlikleri hadisIere istimıd edeceğim.

A – Resulullah (s.a.v) buyurmuş ki: “Ben ilmin şehriyim

Ali onun kapısıdır.” (1)

Tek başına bu hadis, Peygamber (s.a.v) den sonra uyulması gereken önderin taşhisi için yeterlidir. Çünkü alim uyulmaya daha layıktı alimden başka bir seçenek de yoktur zira alime uyulmadığı taktirde cahile uyulması Hizım gelir. Allah’u tea la buyuruyar ki: “De, bilenlerle bilmeyenler eşit olurlarmI2?”Ve bir başka yerde de buyuruyar ki: Halkı hakka hidayet eden mi uyulmaya daha layıktır, yoksa başkası hidayet etmeksizin hakka hidayet olmayan mı? Nasıl hükmediyorsunuz3?”

Şüphesiz alim hidayet eder ve cahil hidayet olunur. Zira cahilin kendisi hidayete muhtaçtır.

İmam Ali(a.s) nin sehabenin en bilgilisi olduğunu tarihten açıkça öğrenebiliriz. Ashap zor meselelerin çözümü için hep ona müracaat ediyorlardı. Ama Hz. Ali’nin şer’i bir mes’elenin çözümü için Resulullah’tan başkasına müracaat ettiğini kimse nakletmemiştir.

Evet, Ebubekir açıkça “Allah beni Ali’nin bulunmadığl(onun4 ilminden istifade edemeyeceğim) bir sorunla karşılaştırmasın”. demiştir; ve keza Ömer’in defalarca “Eğer Ali olmasaydı Ömer helak olurdus”. dediği nakledilmiştir. Ve İbn’i Abbas da demiştir ki; “Benim ve
————
1 – Müstedrek’i Hakim, c. 3. s. 127. – Tarih’i ibn’i Kesir. c. 7. s. 358. ve Ahmed
ibn’i Hanbel’in Menakib’i.
2- Zümer, 9-
3- Yunus, 35
4- Ehli sünnet alimleri kitaplarında Hz. Ali(a.s)nin ilim ve fazileti tüm sahabeden üstün olduğuna dair ittifak etmişler.Örnek olarak, “İstiyab’ın 3. cilt s. 38 ve 45’e bakın.
5. İsti’yab c. 3. s. 39 – Menakib’i Harezmi, s. 48. Erriyaz’un Nezire c. 2. s. ı 94-


Resulullah’m diğer ashabının ilmi, Ali’nin ilmi karşısında, yedi denizin suyu karşısında bir damla gibidir”.

Hz. Ali(a.s)nin kendisi de açıkça buyuruyordu ki: “Beni yitirmeden hangi mesele hakkında isterseniz benden sorun; andolsun Allah’a ki kıyamet gününe kadar olacak şeylerin hangisini sorarsanız size haber veririm. Allah’ın kitabından sorun; Allah’a andolsun ki ben bir ayetin gece mi yoksa gündüz mü, çölde mi yoksa dağda mı nazil olduğunu biliyorum”. (1)

Ama Ebubekr’den Abes süresindeki “Ve fakiheten ve ebben” ayetindeki “ebben” kelimesinin manasını sorduklarında şöyle demiştir: “Ben Allah’ın kitabında bilmeden konuşursam ne gök bana gölge yapar ve ne de yer beni üzerinde taşır”.

Ve Ömer söylemiştir ki: “Tüm halk hatta kadınlar dahi Ömer’den daha bilgilidirler”. Bazen Ömer’in Allah’ın kitabından ona bir şey soram kendi. kanıyla boyayıncaya kadar sopayla düvdüğü ‘ve :“Bildiğiniz taktirde hoşlanmayacağınız şeyleri sormayın” (2). dediği bile rıaklolmuştur. Ömer’den, Kur’anda zikredilen “Kelale”nin ne olduğunu sordular ama o bilmedi. Taberi kendi tefsirinde Ömer’in şöyle dediğini naklediyor: “Kelale’nin manasını bilmeyi, Şam’ın saraylarının benim olmasından daha çok severim”.

Yine ibni Mace kendi Sünen’inde Ömer’in şöyle dediğini naklediyor: “Peygamber’in hazır bulunup bu üç meseleyi çözmesini dünya ve dünyada bulunanlardan daha çok

——————-
1- Riyazun’nezire, teberi, c. 2. s.198 – Tarih’ul Hülefa, Suyuti, s. 124 – El’itgan c. 2. s. 319. – Feth’ul Bari c. 8. s. 485. – Tenzib’ut Tehzib, c. 7. s. 338
2- Sünen’i Daremi, c. 1. s. 54 – Tefsir’i İbni Kesir c. 4. s. 232- Durrul mensur c.6. s. 111

severdim. “Kelale, Faiz, Hilafet”. Sübhanellah! Haşa ki Resulullah bu üç meseleyi açıklamamış olsun!

– Resulullah buyurmuş ki: “Ya Ali, senin bana nisbet’in, Harun’un Musa’ya nisbeti gibidir; yalnız benden sonra Peygamber gelmeyecektir”.

Bu hadis, hilafet, vasilik ve vezirliğin Hz. Ali(a.s) ye mahsus olduğunu açıkça ifade etmektedir. Akıı sahibi bir kimsenin bu hususta tereddüt etmesi mümkün değıdir. Nasıl ki Harun Hz. Musa’nın veziri ve vasiyyi idiyse ve Hz. Musa kavminin arasında hazır olmadığı zamanlar yani Aııah’u tdUa ile munacat etmeğe gittiğinde onun halifesi idiyse Hz. Ali(a.s) de Hz. Harun gibidir tek farkı varsa nübüvvettedir ki onu da hadisin kendisi açıklamıştır.

Ve yine bu hadisten Resulullah’tan sonra kimsenin Hz. Ali(a.s) den üstün olmadığı anlaşılmaktadır.

– Resuıuııah buyurmuştur ki: “Ben kimin meylası isem, Ali onun mevlasıdır. Allahım
onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol ona yardım edene yardım eyle, yardım etme)’ene yardımcı olma “e o hangi yÜne yÜnelse hakkı onunla birlikte o tarafa yönelt”

Tek başına bu hadis, Peygamber’in kendisinden sonra mü’minlerin velisi olarak tayin ettiği ş.ıhıswn, Ebubekir, Ömcr ve Osman’ı Öne geçiren kimselerin iddifllarını balll etmek için yeterlidir.

Bazılarının hadisdeki mevlayı dost ve yardımcı manasına tutmaları hiç bir delile dayanmamaktadır. Gerçekte, onlar bu tevillere başvurarak hadisi “zahir” hatta “nass” olduğu manasından çıkarmakla, sahabenin makam ve haysiyetini korumaya çalışmaktadırlar. Oysa ki Resuluııah’ın sahih nakillere göre halkı o şiddetli sıcak çölde hutbe okumak için taplaması ve orada toplanan onbinlerce insandan “Şehadet veriyor

 

musunuz ki, gerçekten ben müminlerin nefsine onların kendilerinden daha evlayım ve onların canları hakkında kendilerinden daha fazla yetkiliyim” buyurarak ikrar alması ve müslümanların hep birlikte “Şehadet veriyoruz” diyerek ikrar vermeleri, bunun üzerine Resulullah’m,“Öyleyse ben kimin mevlası idimse Ali’de onun mevlasıdır “ buyurması ve bu vakia’nın Resulullah’m son haccında (Hecc’ul vida) da yani vefatına yakın bir dönemde vuku bulması ve onlarca diğer şahit, bu hadisin. Resulullah’m Hz. Ali’yi kendinden sonraki halifesi olarak tayin ettiğini, apaçık bildirdiğini göstermektedir.

Görüldüğü gibi bu hadis Hz. Ali’nin Hz. Resulullah’tan sonra onun ilk halifesi ve vasisi olduğunu bildirmekte nassdır ve adalet. insaf ve akıl sahibi bir kişinin bu manayı kabul etmekten ve bazılarının yaptıkları te’vilIeri reddetmekten başka bir çaresi yoktur.

Sahabenin makam ve haysiyetini korumak meselesine gelince gerçi bu hadis gösteriyor ki onlar Resululah<s.a.v) m>
</s.a.v)> hilafet hususundaki açık hükmünü bile – bile kendi yanlarında halife seçmekle, Allah’m ve Resulü’nün emirlerine muhalefete kalkışmışlardır ama şu nokta bilinmelidir ki Resulullah’m ve İslam’ın haysiyet ve makamını korumak, diğerlerinin haysiyetinden daha önemlidir. Çünkü yapılan bu te’vil, Resulullah’ın davranışını alaya almak olur; zira Resulullah o dayanılmayacak sıcakta sırf  “Ali mü’minleri seven ve onların yardımcısıdır” demek için halkı toplamış olabilir mi?

Böyle sarih ve nass olan bu hadisi kendi büyüklerinin şahsiyetini korumak için te’vil etmeye çalışanlar, Resulullah’ın konuşmasından sonra Resu1ullah’m kendisinin düzenlediği tebrik merasimini nasıl te’vil ediyorlar?

Resulullah(s.a.v) ilk önce müminlerin anneleri olan kendi zevcelerinin Hz. Ali’ye tebrik etmeleriyle başlattı ve sonra

 

Ebubekir ve Ömer gelerek «Hayırlı olsun, hayırlı olsun ya Ali, sen bugün tüm mümin ve müminelerin mevlası oldun” diyerek Hz. Ali’yi tebrik ettiler. Tarihi olaylar, bu sarih hükmü te’vil edenlerin yalanlarına şahiltir. Vayalsun bu tevillere başvuranlara kendi elleriyle yazdıkları ve Allah’a veya Resulüne nisbet verdikleri tevillerden ötürü.

Allah’u Teaıa buyuruyar ki: “Onlardan bir grup var ki hakkı tanıyıp ve bildikleri halde onu gizliyorlar“. (1)

D – Resulullah buyurmuştur ki:

        “Ali benden ve ben Ali’denim. Benim adıma kendim ve Ali’den başkası konuşamaz.” (2)

Bu hadisi şerif de ResuluııahCs.a.v) adına dini eda etmek hakkına yalnız Hz. Ali’nın sahip oldğunu apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Bu hadis gereğince dini eda etmek ve halka açıklamak hususunda sözleri Resulullah’ın sözleri gibi herkese hüccet olan tek kişi Hz. AliCs.a) dır. Bu sözü ResuluııahCs.a.v) Hz. Ali’yi Beraet süresini Ebubekir’in yerine hacda halka okuması için gönderdiğinde buyurmuştur. Bu vakiada ResuluııahCs.a.v) Ebubekr’in yarı yoldan geri dönmesini ve Hz. AliCa.s) nin bu mesuliyeti yapmasını emretmiştir. Ebubekir ağlaya ağlaya Resuluııah’ın yanına dönmüş ve “yoksa benim hakkımda bir şeymi nazil oldu? diye sormuş. ResulullahCs.a.v) cevabında şöyle buyurmuştur ki: “Allah’u Teala bana emir verdi ki ya kendim yahutta Ali benden taraf bir şeyi eda etsin”.
—————-

1- Bakara, 146
2- Sünen’i İbn’i Mace,  c.1, s.44 –  Hesais’un Nisai, s. 20 – Sahih’i Tirmizi c. 5. s.300. – Cami’ul usul, İbn’i kesir, c. 9. s. 471. – Cami’us Sagir Suyuti’nin, c. 2. s. 56 – Riyaz’un nezire c. 2. s. 229.

 

Bu hadis, Resulunah’ın başka bir yerde Hz. AliCa.s) ye hitaben buyurduğu “Ya Ali, benden sonra ümmetimin ihtilaf ettikleri şeyi sen açıklayacaksın” (1) sözüne benzemektedir.

Resulunah’tan taraf konuşmaya ve Resuluııah’tan sonra ihtilafları halletmeye yetkili olan şahıs Hz. Ali ise, Kur’an’da geçen bazı kelimelerin zahiri manasını bile bilmeyen kişiler nasıl ondan öne geçebilirler?

Böyle bir durum ümmete inen büyük bir müsibeııen başka bir şey değil; Öyle bir müsibet ki onda Hz, Ali’nin, Aııah’ın tayin ettiği vazifeleri üstlenmesine engeloldular. Bu işden ötürü “neüzu billah” Aııah’u Teala’ya ve ResulüneCs.a.v) ve Hz. Ali’ye hiç bir itiraz edilemez. Tüm mesuliyet, ‘Allah’ın emirlerine uymayıp onun hükümlerini değiştirenlerin boynunadır. Allahu Teala buyuruyar ki: “Onlara, Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin dendi mi; atalarımızın yapa geldikleri şeyler bize yeter, böyle bulduk biz derler, Fakat ya ataları da bir şey bilmiyorlardı ve doğru yolda gitmiyorlardıysa? (2)

E – İNZAR HADİSİ

Resuluılah Ali(a.s) ye işaret ederek buyurmuştur ki: “Gerçekten bu, benim kardeşim ve benden sonra vasim ve halifemdir; Onun sözlerini dinleyin ve ona itaat edin.” (3)
—————-
1- İbni Esakir’in Tarih’i Dimeşki, c. 2. s. 488 – Menavi’nin kenz’ul hegaig’i s. 203 – Kenz’ul Ummal, c. 5. s. 33.
2- Maide, 4
3- Tarih’i Teberi, c. 1. s. 319 – Tarih’i İbn’i Esir c. 2. s. 62- Es’siret’ul Helebine, c. 1. s. 311- Şevahid’ut Tenzil, Heskani, c.1, s 371- Kenz’ul Ummal, c. 15. s. 15. –Tarih’i ibn’i Esakir c.1, s. 85. – Tefsir’ul Ğazin, Alauddin Şafii, c. 3. s. 371.

 

Bu hadisi de Resulullah, Peygamberliğe meb’us oluşunun evvellerinde vuku bulan kesin bir vakiiida buyurmuştur. TariheHer Resulullah’ın risaletinin başlangıçında vuku bulan hadiseleri yazdıklarında bu hadisi de yazmışlar ve onu Resulullah(s.a. v)ın mücizelerinden saymışlardır.

Ama siyaset tüm gerçekleri değiştirrneğe ve bu tür hakıkatleri müslümanlara unutturmaya çalışmıştır. Buna da asla şaşmamak gerekir; çünkü yoğun zulüm ve eehaletin yaşandığı eski dönemlerde vuku bulan olaylar, günümüzde bile tekrarlanıyor. Mesela Hüseyin Heykel, hicri 1354 senesinde yayınlanan Hz. Muhammed(sallellahu aleyhi ve alih ve sellem) in hayatı adlı eserinin birinci baskısında (sayfa 104) de yukarıda naklettiğimiz bu hadisin hepsini eksiksiz nakletmiştir.

Ama aynı kitabın ikinci baskısinda ve ondan sonraki baskılarında hadisin “Benden sonra (Ali) benim vasim ve halifemdir”, cümlesini atmıştır. Yine Taberi’nin tefsirinin 19. cilt 121. sayfasında yeralan bu hadisin aynı cümlesi sözkonusu kitabın son baskılarından çıkarılmış ve yerine “bu benim kardeşimdir” cümlesi konulmuş ve başka şeyler eklenmiştir.

Ama bu gafiller anlamamşlar ki, aynı cümleyi Teberi kendi tarihinde (c. 2. s. 319) eksiksiz nakletmiş bulunmaktadır. Bu yollarla onlar hakikatı gizlerneye veya tahrif etmeye çalışıyorlar. Yani Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar “ama Allah kendi nurunu tamamlayandır”….

Bu konuları araştırdığım zamanlar yukarıda zikreuiğim hususu bizzat tahkik etmek için Hz. Muhammed’in (saııaııahu aleyhi ve alihi ve selıem) Hayatı isimli kitabın birinci baskısına bulmağa çalıştım. Allah’a hamdolsun ki sonunda buldum. Ve
——————–

tahrif yapılmış olduğunu gözümle görünce yakinim daha bir arttı. Anladım ki, zalimler ve onlara uyanlar tarih boyunca hep aynı şivelere baş vurarak kendi aleyhlerine olan hakikatleri gizletmeye ve tahrif etmeye çalışmışlardır.

İnsaflı bir araştırmacı, hakikatlerin böylece gizletilip tahrif edildiğini müşahede edince ister – istemez, halkı yanıltmak ve hakikatı, neye malolursa olsun tahrif etmekten başka bir delilleri olmayan insanlardan daha da uzaklaşır. Tahrif şivesine belbağlayan kimseler bilindiği üzere günümüzde bir çok yazar kiralayarak, onlara istedikleri diploma ve lakabları veriyor sahabilerden hak – batd demeden mudafa etmek ve şiiiyı tekfir etmek hususunda kitaplar yazdırıyorlar.

Bu tür kitapların ana hedefi, Resulullah’tan sonra haktan dönen sahabilerin, dokunulmaz olduklarını ve onların yaptıklarının İslam’da varolan ilke ve ölçülerle değerlendirmeye kimsenin hakkı olmadığını isbatlamaktır. (Sanki neüzu billah sözkonusu sahabiler İslam’la muhatap değillerdi de dinin emirleri onlardan aşağı sınıflar için gelmiştir. Başka bir tabirle, bu tür kitaplar, sahabenin, dinin emirlerine kı lı kılına uymakla yükümlü olan Peygamber(s.a.v) den bile daha üst bir imtiyaza sahip bulunduklarını isbatlamağal çalışıyor!)

Allah’u Teala buyuruyor ki: “Önce gelenler de tıpkı onlar gibi söylediler; kalpleri birbirine benzemektedir. Hakikaten bizler (hakkı) bilmek isteyenlere ayetlerimizi açıkladık”. (1)

—————————-
1. Bakara, 118

   EHL-İ BEYT’E UYMAYI FARZ KILAN SAHİH HADİSLER

        1- Sakaleyn Hadisi:

Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: “Ey insanlar ben sizin aranızda, uduğunuzda asla sapmayacağınız iki şeyi bırakıyorum; Allah’ın Ktabını, O kitapta hidayet ve nur vardır – ve kendi akrabalarımdan olan Ehl-i beyt’imi”. Yine buyurmuştur ki: “Yakında Rabbimin elçisi gelir ve ben hakkın davetine icabet ederim. Ben sizin içerinizde iki değerli ve ağır şey bırakıyorum; onların biri Allah’ın kitabıdır ki onda hidayet ve nur vardır. diğeri de, Ehl-i beyt’imdir. Allah’, hatırlatıyorum sizlere Ehl-i beyt’imin hususuda, Allah’, hatırlatıyorum sizlere Elıl-i beyt’imin hususunda” (1)

Eğer ehl-i sünnetin “sihah” larında gclcn bu hadisi nazara alıp kendi durumumuzu incclersck görürüz ki Sakalcyn’c yani ku’nln vc Ehl-i bcyt’c bir arada uyan, yalnızca “Şia’yı İsma Aşeriye” dir. Ehl-i sünnct işc Ömer’in “Allah’ın kitabı bize yeterlidir” sözüne uymuşlardır. Keşkc Allah’ın kiLabına da, onu kendi isteklcrine göre te’vil etmcden uysaydılar. Ömer’in kcndisi tikelaletinin manasını, teycmmüm ayetini ve diğer bir ı;ok hükmü bilmiyordu; Ömer’den sonra gelip ona taklit cdcrck kur’an ayetlerinde kendi re’yleriyle ictihad edenlerin durumunu da sen ona kıyas eylc. Belkide bizim bu sözlerimize onlar kendi rivayet etlikleri: “Hen sizin içerinizde Allah’ın kitabını ve kendi
————————–

1- Sahih’i Müslim, Bab’ı Fezail’i Ali(a.s) c. 5. s. 122. – Sahih’i Tirmizi, c. 5. s.328. – Müstedrek’i Hakim, c. 3. s. 148. – Musned’i İmam Ahmed ibn’i Hanbel c. 3. s.17.

 

sünnetimi bırakıyorum”. (1) hadisiyle cevap vermeye çalışacaklar ıma bu hadisi senet yönünden sahih kabul etsek bile yine bizim ıaklettiğimiz sahih hadisle bir çelişkisi yoktur.

Zira önceki hadisde Resulullah, itretinden olan Ehl-i beyt’e uymayı emrederken, halkın onlara müracaat edip Kur’an’ın manasını ve Resulullah’ın hakiki sünnetini öğrenmelerini .stemiştir. Çünkü Allah-u teala Ehl-i beyti tertemiz kıldığı için )nlar yalandan uzaktırlar ve Resulullah’m sünnetini oldugu gibi l1alka naklederler. Bu yüzden Resulullah(s.a.v) istemiştir ki, ;ünnetinin manasını anlamada da halk Ehl-i beyt’e muracaat etsin ve bu yolla kuran ve sünnetin, şahısların re’yleriyle te’vil edilip hakikatmdan çıkarılması önlensin. Malumdur ki, Kur’an’ı kerim tck başına hidayct için yctcrli dcğildir; nicc Kur’an’la diğerlerine delil getiren fırkalar, vardırlar ki, kendilerini zelaletten kurtarmış değiller. Nasıl ki Resulullah’ın: “Nice kur’an okuyanlar var ki, kur’aıı onlara lânet okur”diye buyurduğu nakledilmiştir.

Kur’an’ı Kerimin ayetlerini çeşitli manalarma sevketmek mümkündür. Kuranda muhkem (manası açık) ayetlcrin yanısıra müteşabih (çeşitli manalara benzerlik gösteren) ayetler de mevcuttur. Bu yüzden Kur’an’ı anlamak için Kur’an’i tabirle ilimierde rasih olanlara yani ilirnde tereddüt ve şüpheleri ola ma yacak kadar güçlü olanlara başvurulması gerekir. Hadis’i Nebevi’ye göre bu vasıflara sahip olanlar Ehl-i beyt’ten başka bir kimse değildir. Bu yüzden şiiler bütün bu konularda Ehl-i beyte müracaat etmekteler ve ancak Ehl-i beyt’ten menkul bir hükmün olmadığı yerlerde içtihat ederler.
—————
1-Bu hadisi Sahih’i Muslim, Nisai, Tirmizi, ibn’i Mace ve ibn’i Davud kendi sünenlerinde zikretmişlerdir.

212

Ama biz (Ehl-i sünnet) sahabenin durumlarını ve yaplikları işleri ve onların sarih hükümlerı karşısmda kcndi rc’y vc içtihatlarıyla hüküm vermelerini bildiğimiz halde, her şcydc yani ister kur’an tersiri, isterse Peygamber(s.a.v) in sünnctini ‘açıklama hususunda ve ister diğer şcr’i hükümlerde hcp sahabeye muracaat ediyoruz. Eğer alimlerimizde “hangi sünnetle amel ediyoruz”. diye soracak olsak, “Resulullah’m sünnctinc” cevabınını verirler. Oysa tarihi gerçekler bu sözlc asla bağdaşmıyor. Rivayet etmişler ki Peygamber şöyle buyurdu:

        “Sizler benden sonra benim ve Hülefa’i Raşid’inin sünnetine uyun.”

Demek uydukları sünnet, gerçekte Hülefa’i Raşidinin sünnetidir; hatta Resulullah’ın sünneti dediklerinde, onların nakletikleri sünneti kastediyorlar. Bir de bizler kendi sihahlarımızda nakletmişiz ki Peygamber(s.a.v) Kur’an’la karışmasın diye sahabeyi onun sünnetini yazmaktan men’etmiştir Ebubekr ile Ömer de hilafet dönemlerinde bunu uygulamışlardır.

Bütün bunları nazara aldığımızda arıık Resulullah’ın buyurduğu “sizin içerinizde kendi sünnetimi bırakıyorum! “ cümlesine istinat ederek Ehl-i Beyt’e ihtiyaç olmadığını söylemek mümkün dcğildir

Keza sahabenin tutumları hususunda zikrettiğinı tarihi gerçekler, (ki zikretmediklerim, zikrolunanların kaç katıdır)
————————

1- Resulullah’tan naklolunan hadisde (Allah’ln kitabı ve itretim) diye naklolunmuştur ama (Allah’ın kitabı ve sünnetim) diye altı ‘sihah’ ın hiç birisinde naklolunmamıştır. Yalnız Malik ibn’i enes kendi ‘Muvetta’ sında senetsiz olarak (sünnetim) diyerek nakletmiştir ve diğerleri; Teberi, ibn’i Haşim gibileri de ondan alıp senetsiz olarak nakletmişler.

 

sözkonusu hadise istinat etmeği reddetmek için yeterlidir. Zira sörüldüğü gibi Ebubekir ve Osman’ın sünnetlerinin bir çoğu Resulullah’ın sünnetiyle çelişmektcdir.

Peygamber’in vefatından sonra mcydana gelen ilk hadise, Ehl’i sünnnet ve cemaat’ın yazdığına göre Ebubekr ile Hz. Fatime’nin ihtilafı idi.

Ebubekr, “Biz Peygamberler kendimizden sonra miras bırakmayız, bıraktığımız her şey sadakadır” diye Peygamber’den bir hadis naklederek Hz. Faıime’nin hakkını vermeyi reddetti. Hz. Faıime(a.s) ise kur’an ayetleirne istinad ederek onun naklettiği bu hadisi yalanladı ve onun batıl olduğunu ispatladı. Hz. Fatime özellikle şu noktaya açıklık getirdi ki, babasının Kur’an’ın buyurduğunun zıddına bir hüküm vermesi, bir şey söylemiş olması mümkün değildir. Allah’u Teala Kur’an’ı Kerim’de “Allah evlatlarınızın hakkında şunu size vasiyet ediyor ki erkeğin payı, kızın payının iki katı kadardır!” (1) diye buyurmuştur.

Bu ayet, genel bir ayettir; hem Peygamber ve hem Peygamber olmayanlara şamildir. Yine Hz. Fatime, Ebubekr’in sözlerinin batıl olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koymak için şu ayete “Süleyman, Davud’dan miras aldı ‘.(2) (Oysa ki bunların her ikisi de Peygamber) idiler) ve yine Hz. Zekeriyya(a.s) nın duasını açıklayan şu ayete istinat etmiştir: “(Ey Rabbim) bana bir oğul ihsan et de, bana ve Yakub soyun’a mirasçı olsun; Rabbim onu, Senin rızanı kazananlardan et.
——————

1.Nisa, 11
2.Neml, 16
3.Meryem, 5-6

 

Tarihçilerin yazdıklarına göre, Peygamber’in vefatından sonra ikinci hadise, Ebubekir ile en yakını Ömer’in ihtilaf ettikleri hadise idi. Bu hadise özetle şöyle cereyan eımişıir: Ebubekir, zekatı vermeyenlerle savaşıp vc onları kaılelmek gerektiğine inanıyordu.

Ama Ömer muhalefet edip diyordu ki: “Bunlara karşı savaşılmamalıdır; çünkü ben Resulullah’dan duydum ki “Halkla, Lailahe illahllah Muhammed resulullah deyinceye dadar savaşmaya emrolundum ben; bunu diyenlerin malları, canları, namusları amandadır ve hesapları Allah’a aittir”.

Bu hadisin metnini Muslim kendi Sahih’inde şöyle naklediyor: “Hayber günü Resuluılah bayrağı Hz. Ali(a.s) ye verdi Ali dedi ki” ne üzerine onlarla savaşayım?

Hazreti Resulullah(s.a.v) buyurdu ki: “Onlarla Lailahe illallah ve Muhammed Resulullah” söyleyerek şehadet verinceye dek savaş, eğer şehadet getirirlerse o zaman mal ve canlarını hak ettikleri durum hariç, senin taarruzundan korumuş olurlar ve hesapları Allah’a aittir.”(l)

Ama Ebubekir bununla ikna olmadı ve: “Andolsun Allah’a, namaz ile zekatı birbirindcn ayıranlarla savaşacağım; çünkü zekat malı bir haktır”. dcdi Veya “Vallahi Peygamber’e verdikleri zekatı bana vermezlerse onlarla savaşırım”. dedi.

Ondan sonra Ömer de onun görüşünü kabul ederek şöyle dedi: “Ebubekir’in bu işe kararlı olduğunu görünce benim kalbimi de Allah açtı!’.

        Bilmiyorum ki nasıl Allah’u Teala Peygamber’in sünneti ile muhalefet etmek için kişinin kalbini açar ve gönlünü rahatlatır.

        Gerçekte bütün bu te’viller, onların müslümanlarla
————–
1- Sahih’i Müslim, c. 8. s. 51. ‘İman” kitabı

 

savaşmaya bir cevaz bulmaları için idi halbuki, Allah’u teala, kitabında müslümanları katletmeği haram kılarak buyurmuştur ki: “Ey insanlar, Allah yolunda savaşa gittiğiniz zaman pek dikkatli ve ihtiyatlı; olun ve size selam verene, dünya menfaatlnı elde etmek için sen müslüman değilsin demeyin. Şüphe yok ki Allah yanında çok ganimetler(menfaatlar) var. Siz de böyleydiniz de Allah size lutüf etti. O halde araştıran, hiç şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınıza haberdardır” (1)
.
Ve öte yandan Ebubekir’e zekat vermeyenler, zekatın farz olduğunu inkar etmiyorlardı; onlar zekat vermeği biraz geciktirerek meseleyi biraz daha araştırmak istiyorlardı.

Şia alimIeri bu hususta diyorlar ki: bunlar Ebubekr’in hilafete geçmesini duyunca zekat vermeyi, meselenin hakikatını öğrenmek için geciktirdiler; çünkü bunların içerisinde. Haccet’ul vida’da Resulullah(s.a.v) ın Ali(a.s) yi kendi yerine halife tayin etmesini duyan şahıslar da mevcutlu, ama Ebubekir olayı zekat adı altında susturmak istedi.

Ben şia alimlerinin bu sözlerini burada delil olarak zikretmek istemediğimden bu olayın teferruatına inmek istemiyorum. İsteyen, konuyu etraflıca inceleyebilir.

Buna rağmen Peygamberin kendi zamanında vuku bulan Sa ‘le be olayını zikretmeden geçmek istemiyorum. Sa’lcbe Peygamber’inyanına gelip ondan zengin olması için dua etmesini. istedi bu hususta çok ısrar etti ve malının zekat ve sadakasını vereceğine dair -Allah’a ahdeLLi. Peygamber(s.a. v) de dua buyurdu. Aııah’u tdla kendi kerem ve fazlından onu çok zenginleştirdi. Hatta devesi ve koyunu o kadar oldu ki artık Medine ve onun etrafı ona dar geliyordu. Bu yüzden
——————
1-Nisâ, 94

 

Medine’den uzaklaştı ve artık Cuma namazına bile katılmadı. Resulullah(s.a.v) Sa’lebe’nin mahnın zekatını almaları için bir kaç kişiyi görevlendirip onun yanına gönderdi ama o; bu haraçtır veya haraca benzer bir şeydir” diyerek malının zekatını vermeyi reddetti. Yine de Resulullah(s.a. v) onu katletmeye emretmedi.

Allah’u Teala Sa’lebe hakkında buyuruyor ki:  “Onlardan bazıları Allah bize lutfüyle, keremiyle ihsanda bulunursa, biz de sadaka, zekat veririz ve mutlaka iyi kişilerden oluruz diye Allah’a ahd ederler. Fakat(Allah) onlara lutfedip ihsan edince verdiği şeylerde nekesliğe başlarlar, ahdlerinden dönerlerı”.

Sa’lebe bu ayet indikten sonra ağlayarak Peygamber’in yanına gelip ondan malının zekatını kabul etmesini istedi ama rivayetlere göre Rcsuluılah artık kabul etmedi.

Eğer Ebubekir ve Ömer, Resulullah’ın sünnetinin takıpçileri olsalardı zekat vermemek yüzünden müslüman kanının dökülmesine musade etmezlerdi Ebubekr’in bu işini iyi göstermeye çalışanlar zekat bir mali halur diyerek onu maZlir göstermeye çalışmışlardır oysa Sa’lebe’nin, zekÜtl inkar edip onu haraç saymasına rağmen ResulullahCs.a.v) ın ona taarruz etmemesi bütün bu mazeretIerin geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır.

Kim ne bilir, belki de Ebubekr, dostu Ömeri zekat vermeyenlerle savaşılmadığı taktirde onların tüm ülke de Ali’nin Hz. Resul tarafından hilafete tayin edildiğini belirten Gadir’i Hum hadisini yayarak muhalefet oluşturacaklarını söyleyerek onu ikna etmiştir.
———————-

1- Tevbe – 75 – 76.

 

Bu yüzden Ömer onların katline razı oldu, sevindi; nitekim o Ebubekir’e biat etmak istemedikleri için Hz. Fatime’nin evinde toplanan kimseleri biat etmediklerı taktirde yakmak ve öldürmekle tehdit etmişti.

 Halid İbn’i Velid’in yaptığı iş Ebubekir’in hilafetinin ilk dönemlerinde vuku bulan, Ömer’le aralarında ihtilaf doğmasına sebep olan ve bazı ayet ve rivayetleri te’vil etmesine yol açan hadise, Halid ibn’i Velid’in hikayesidir Halid zalimce Malik ibn’i Nüveyre’yi öldürdü veaynı gece Malik’in kadınıyla zina etti.

Bu olay üzerine Ömer Halid’e, “Ey Allah’ın düşmanı! müslüman birini oldürdün sonrada gece evine girip namusuna tecavüz ettin; Allah’a andolsun seni taşlayacağım.” (1) demiştir.

Ama Ebubekir Halid’i savunarak demiştir ki: “Bırak onu, Ömer! O te’vilinde hata etmiştir. artık Halid’ın hakkında kötü bir söz söyleme.”

Bu da ashabın büyüklerinden biri hakkında tarihin kaydettiği utanç verici bir olaydır!

Oysa ki biz onun ismini son derece ihtiram ve saygıyla söyleyip ona “Allahın yalın kılıcı” lakabını veriyoruz.!!

Ben, böyle kötü işlere başvuran bir sahabinin hakkında ne söyleyebilirim?

Kahramanlık, şecaat  ve eli açıklıkla meşhur olan Temim ve Yerbü oğulları hanedanın büyüğü olan bu değerli sahabiyi öldürüyor ve aynı gece hanımına tecavüz ediyor…
——————–

1. Tarih’i Teber’i, c.3, s.280 Tarih’i Ebil Fida c.1,  s.158
Tarih’i Yakubi, c. z. s. 110
El’isabe, c.3, s.336

 

Tarihçilerin yazdığına göre, Halid ibni Velid, Malik ve kabilesini aldatmış; onlar da silahlarını yere bırakmışlar hatta birlikte cemaet namazı kılmışlardır. Bütün bunlardan sonra Halid ibni Velid onları iple sıkıca bağlatmıştır. Bunların içerisinde Malik’in hanımı Leyla bint’i Minhal’de bulunmaktaydı. Leyla, arap kadınlarının içerisinde güzellikle meşhur olan birisiydi; öyle ki o dönemde ondan güzel bir hanımın bulunmadığı söylenmiştir. Evet Halid’in gözü bu hanıma ilişiyor ve onun güzelliğine tutuluyor.

Malik ibn’i Nüveyre, Halid’e, bizi Ebubekir’in yanına gönder; Ebubekir’in kendisi bizim hakkımızda hükmetsin demiş ama Halid İbni Velid onun bu isteğini reddetmiştir. Hatta Abdullah ibn’i Ömer ve Ebu kutade El’ensar’ı de mudahele ederek Halid’den onları Ebubekir’in yanına götürmesini istemişler; yine de Halid bu isteği şiddetle reddederek demiştir ki, “eğer onu öldürmesem Allah beni öldürsün”. Bunun üzerine Malik hanımına yönelerek” beni bu hanım ölüme verdi” demiştir.

Halid, Malik’in boynunun vurulmasına emrederek hanımını alıp götürdü ve aynı gece onunla zina etti. (1)

        Allahın haramlarını helal eden ve şehvetleri uğrunda müslüman nefisleri öldüren ve Allah’ın haram kıldığı zinayı mubah sayan sahabiler hakkında ben ne söyleyebilirim?!

Acaba Heykel ve onun gibi, sahabenin kerametini korumak için her türlü yola baş vuran alimlerimizden sorabilirmiyiz ki, niçin Ebubekir, Halid’e şeri hükmü uygulamadı? Eğer Heykel’in

1- Tarih’i ebil fida, c.1, s.158
Tarihi Yakubi, c.2. s.110
Tarih’i şehne c. ll. s. 114
Vefeyat’ula’yan, c.6, s.14

 


dediği gibi Ömer adalet simgesi idiyse neden Halid’in askeriye komutanlığınddan atılmasıyla yetindi ve şer’i haddi ona uygulamadı?
 Heykel’in tabiriyle neden Kur’an-ı Kerime karşı böyle bir saygısızlık örneğinin oluşmasını önlemedi? acaba bu tutumlarıyla Allah’ın kıtabının saygısı korundu mu? Allah’ın belirlediği hadler uygulandı mı?

Hayır ne yapıldıysa siyaset uğruna yapıldı öyle siyaset ki bazen gerçekleri değiştirebiliyor hatta kur’an ayetlerini bile ayaklar altına aldırtabilıyor!

Acaba kitaplarında, Usame ibn’i zeyd’in, hırsızlığa eli bulaşmış büyük ve değerli bir aileden olan bir kadının bağışlanması için Hazret’in huzuruna, şefaete geldiğinde Hazret’in sini rı en ip ona “Vayolsun sana! Allah’ın, uygulanmasını farz kıldığı bir haddi bağışIarnam için mi şefaate geldin? Allah’a andolsun Muhammed’in kızı Fatime bile hırsızlık etseydi elini keserdim. Sizden öncekiler büyük bir şahsiyet hırsızlık edince onu bırakıp fakir biri bu işe el attığında ona haddi uyguladıkları için hel ak oldular” diye buyurduğunu nakleden bazı alimlerimizden sorabilirmiyiz mi; günahsız müslümanları öldürülen, kocalarının yasına bürünmüş kadınlara tecavüzü reva gören Halid gibi şahıslar hakkında neden susuyorlar?!

Keşke susmakla yetinseydiler! Onlar Halid’in bu kötü işini yalan faziletler uydurarak te’vil etmeye ve onu günahtan temize çıkarmaya çalışıyorlar. Hatta onu “Allahın yalın kılıcı olarak anıyorlar.

Cahillik dömemimde bir şakacıl arkadaşımla konuşurken Halid’ibn’i velid’den söz edilmiş ve ben “O Allah’ın dal kıhcıdır” demiştim, Ama o hemen “gerçekte O şeytanın şer kılıcıdır” demişti.

Ben onun bu sözünü o zamanlar çok tuhaf karşılamıştım.

 

Ama araştırmalarımın sonucunda Allah basiret gözümü açınca, hilafet mevkisine yaslanarak, Allah’ın hükümlerini değiştirip veya onları tatil eden ve görmemezlikten gelenlerin hakiki değerlerini anlayabildim.

Yine Halid ibni Velid’in Resulullah’ın zamanına ait meşhur bir kıssası vardır. Resuluılah onu Beni Cüzeyme yi islam’a davet etmek için gönderdi ama onlarla savaşması için bir emir vermedi. Beni Cüzeyme, “eslemna” (islamı kabul ettik) yerine seb’ena (yani yeni dine girdik) dediler. Ama Halid onlardan bir çoğunu öldürdü ve bazılarını da esir aldı, ve esirleri askerlerine vererek onları öldürmelerini istedi; ama askerlerden bazısı müslüman olduklarını anladıkları için onları öldürmedi. Döndükten sonra bu olayı Resulullah’a anlattılar; Resulullah iki defa “Allah’ım ben Halid’in bu yaptıklarından sana sığınıyorum ve onun yaptıklarından ben beri’im(uzağım)! diye buyurdu. Ve sonra Ali ibn’i Ebi Talib’i bir miktar malla birlikte Beni Cüzeyme’ye gönderdi ki onlardan ölenlerin kan paralarını ve onlardan yağma edilen malların karşılığını versin Hz. Ali onların köpeklerinin su kablarının parasını dahi ödedi.

Bu olaylar akebinde Resulullah(s.a.v) kıbleye doğru dönüp koltuklarının altı görülünceye dek ellerini göğe kaldırıp üç kez “Allah’ım ben Halid’ibn’i Velid’in yaptıkları işlerden beriyim.” (2) dedi.

Acaba böyle işler yapan ashabın adaletinin nerde olduğunu sarabilir miyiz?

Ve acaba bizim “Allah’ın kılıcı” lakabını vererek saygı
——————-
1- Sahih’i Buhari, c. 4. s. 171
2- Sire’i İbn’i Hişam, c. 4, s 53. Tebekat’ı İbn’i Sa’d, ve Usd ‘ul Ğabe c.3. s.102.

 

gösterdiğimiz Halid ibn-i Velid’in kılıcı – el’iyaz’u billah – Allah tarafından çekilen bir kılıç mıydı Haşa Rabbimiz mi onun müslümanlara saldırıp öldürmesini ve namuslarına tecavüz etmesini istemişti?!

Allah’u teala muhterem bir, nefs’i öldürmeyi ve tüm kötü amelleri haram kıldığına göre Halid’in zulüm yoluyla nüslümanların kanını döküp mallarını yağma etmesine,kadın ve çocuklarını esir eylemesine nasıl rıza gösterebilir?

İlahi! bu, kabul olunmayacak bir söz ve aşikar bir muhtandır. ilahi! Sen münezzeh ve büyüksün ve bu töhmetlerin hepsinden müberra ve temizsin.

İlahi! Sana şükr ve hamd ediyoruz ve seni münezzeh biliyoruz ve şüphesiz gök, yer ve onlardaki yaratıkları boşuna yaratmamışsın, bu, kafirlerin zannıdır, vay olsun kafirlere ;cehennem’in azabından dolayı.

Müslümanların halifesi olduğu bir halde Ebubekr, nasıl o kötü cinayetleri işitip de susuyordu? Ve keşke sussaydı; Ömer ibn’i Hattab’dan Halid’den vazgeçmesini istiyor ve Ebu Kutade’ye de, Halid’in yaptığı işe itiraz ettiği için sinirleniyordu? Acaba Halid’in tevil ettiğine ve tevilinde hata ettiğine gerçekten kani olmuş muydu? Öyleyse artık cinayetkarlar ve zalimler her türlü kötü işi yapıp milletin ırzına geçip onları zelil edip sonra da amellerini tevil iddiasında bulunsalar o zaman ne söylenebilir?

Ömer, Halid ibn’i velid’in Allah’ın düşmanı olduğunu söylüyordu ve Halid’in bir müslümanı öldürdüğü ve zina ettiği için recmedilip öldürülmesi gerektiği görüşündeydi.

Ama Ebubekir, bunların hiç birisini Halid’in hakkında uygulamadı, halla Halid bu meselede Ömer’e galip geldi. Ebubekir Halid’i herkesten daha iyi tanımasına rağmen yine de Tarihçiler yalzıyor ki, Ebubekir bu olaydan sonra Halid’i

 

Yemame’ye gönderdi ve Halid, orada da galip olunca bir kadınla evlendi; Malik ibn-i Nuveyre olayında yaptığı işin aynısını orada da yaptı. Ebubekir eskisinden daha fazla bu olayda ona kızdı ve onu kınadı.(1)

Şüphesiz bu kadının da kocası vardı Halid onun kocasını öldürerek ve sonra ona da Malik ibn’i. Nuveyre’nin hanımıyla yaptığı işi tekrarladı.

Çünkü eğer böyle olmasaydı Ebubekir bu defasında bunu
öncekinden daha fazla kınamazdı. Üstelik tarihciler, Ebubekir’in Halid’e gönderdiği mektubun
metnini de yazmışlar. Mektupta şöyle diyor: “Kendi canıma andolsun ki cy ümm-u Halid’in oğlu! bin ikiyüz müslümanın kanı senin evinin önünde henüz kurumamış iken sen rahatsın ve kadınlarla evlenmekle meşgulsun”.(2)

Halid mektubu okuduğunda, “bu iş, o sert kişinin (yani Ömerin) işidir” dedi.

Bu gibi deliller beni bu tür sahabilerden ve onların işlerine razı olan, tüm güçleriyle onları savunan, rivayetleri onların menfaatına te’vil eden ve Ebubekir, Ömer, Osman, Halid ibn’i Velid, Muaviye, Amr-ı As ve diğerlerinin her yaptığını güzcl göstermek için hadis uyduranlardan daha da uzaklaştırdı: vc yolumuzu tamamen birbirinden ayırdı.

Allahım, Senden bağışlanmak ve yargılanma istiyorum; bunlar gibilerin sen ‘in hükmünün zıddına olan hükümlerinden, söz ve davranışlarından ve Senin koyduğun sınırlara tccavüz etmelerinden, ve Senin belirlediğin hadları aşmalarından ve
————-

1-Heykl’in “Es sıddık Ebubekr” kitabı, s.151 ve devamı.
2-Tarih’i Teberi, c. 3. s. 254 ve Tarih’ul Hemis, c.3. s.343

 

bütün bunları bilerek onları sevenlerden beri (uzak) olmamı istiyorum.

Allahım, geçmişte cehalet yüzünden onları sevdiğim için ; bağışla.

Gerçi ben affa layık değilim ve bir mazeretim de yoktur; Senin Resulun(s.a.v) “Cehalet, cahile özür sayılmaz. (Yani araştırıp hakkı öğrenmekle yükümlüdür) diye buyurmuştur.

Allahım büyüklerimiz bizleri yanlış yola sürüklediler ve gerçekleri bizlerden gizlettiler ve hakka uymayan sahabeyi, Resulullah’tan sonra yeryüzünün en üstün kulları olarak bizlere tanıttılar.

Şüphesiz bizim babalarımız ve dedelerimiz de, Emevi ve Abbasilerin kurbanı olmuşlar.

Allah’ım onları ve bizleri bağışla! Sen her sırrı ve kalplerde gizli olanı bilensin.

Sen biliyorsun ki babalarımızın sahabeye olan mahabbet ve sevgileri, yalnız onları Senin Resulünün(s.a.v) dostları sandıkları içindi ve bu onların iyi niyetlerinden kaynaklanmıştı. Ey Mevlam, Sen kendin onların ve bizim Peygamber’e ve onun pak Ehl-i Beyt’ine olan sevgimizi biliyorsun. Sen biliyorsun ki bizler takvalıların İmamı, yüzü nurlu olanların Önderi Emir’ul’müminin ‘i Ali ibn-i Ebi Talib başta olmak üzere her türlü pislikten uzak ettiğin ve tertemiz kıldığm bütün Ehl-i beyt imamlarını nasıl bir sevgiyle seviyoruz. Allah’ıın beni onların şia’sından, onların vilayetine bağlı olanlardan, onların yolunu izleyenlerden, onların kurtuluş gemisine binenlerden, sağlam bağına sarılanlardan, onların kapılarından feyz alanlardan, onların muhabbeti ve sevgileriyle dolup taşanlardan, onların sözleri ile amel edenlerden, davranışlarını örnek alanlardan, lutüf ve ihsanlarına şükredenlerden karar kıl!

 

Allah’ım beni onlarla birlikte haşreyle! Nitekim senin Resulun(s.a.v) buyurmuştur ki: “İnsanlar sevdikleriyle haşrolurlar” .

2- «GEMİ» HADİSİ

Resulullah buyurmuştur ki: “Benim Ehl-i Beyt’imin sizin içerinizde misali Hz. Nuh(a.s) un kavmindeki gemisine benzer, ona binenlerin hepsi kurtuldu; ondan kaçanların hepsi boğuldu.”(1)

Ve yine buyuruyor ki: “Benim Ehl-i beyt’im sizin içinizde Beni İsrail’deki hitte kapısı gibidir; o kapıdan girenlerin hepsi bağışlanırlar.” (2)

Bu hadisi İbn’i Hecer Essevaik’ul Muhırike adlı kitabında naklettikten sonra şöyle diyor: “Onları gemiye benzetmesinin sebebi şudur ki, her kim Allah’ın nimetine şükretmek için onları sever ve onlara saygı gösterirse ve onların alimlerinden doğru yolu öğrenirse, haktan sapmanın karanlığından kurtulur. Ve her kim onlardan ayrılırsa Allah’ın nimetine küfretme denizinde boğulur ve azgınlık bataklığında helak olur. Ama onları Hitte kapısına benzetmenin sebebi ise, Allah, ‘Eriha” yahut Beyt’ul Mukaddes’in kapısından ibaret olan Hitte kapısından tevazu halinde ve bağışlanmak dileğiyle girmeği, Beni İsrail için bağışlanmak ve mağfiret vesilesi kılmış olmasıdır”.

Keşke bu satırları yazan İbn-i Hacer’den sorabilseydim ki
——————

1- Müstedrek’i Hakim, c. 3. s. 151 –  Telhis’u Zehebi- Yenabi ul Meveddet, s. 30 ve 370. Essevai gul Muhrige, İbn’i Hecer, s. 184 ve 234, Suyuti’nin Tarih’i ve Cami’us sağir’i -İsaf’ur rağibin-
2- Mecme’uz Zevaid, IHeysemi’nin, c.9, s.168

 

acaba onun kendisi de o kurtuluş gemisine binen ve Hitte kapısından girenlerden ve Ehl-i beyt alimlerinin gösterdiği doğru yola uyanıardan mıydı? yoksa kendi dediklerine amel etmeyenlerden ve inandıklarına muhalefet edenlerden mi?

Çokları var ki onlardan sorduğumda ve delil gösterdiğimde diyorlar ki biz Ehl-i beyt’e ve Hz. Ali’ye diğerlerinden daha evlayız; biz Ehl-i Beyt’e hürmet ediyoruz ve onların faziletlerini inkar eden yoktur. Bunlar, gerçekte kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylemektedirler. Ya da Ehri beyt’e hürmet edip taktirle anmalarının yanısıra onların yolunu değil onların muhalif ve düşmanlarının yolunu izlemekte ve taklit etmektedirler. Hatta bunların çoğusu asla Ehl-i beyt’in kim olduğunu bile bilmiyorlar; onlardan Ehl-i beyt kimdir diye sorduğunda hemen Allah’ın her türlü pisliği uzak edip ve onları tertemiz kılmış olduğu Peygamber’in hanımlarıdır” derler, biz Ehl-i beyt’e bağlıyız, onları severiz” diye Ehl-i sünnet’in dilinde dolaşan ve bir muamma gibi görünen şu cümleyi bir defasında bir Ehl-i sünnet alimi şöyle ifade ediyordu “Ehl-i sünnet ve cemaet Ehl-i beyt’e bağlıdırlar”. Ondan sordum ki: onlar nasıl Ehl-i beyt’e bağlı olabilirler? Dedi ki: Resulullah(s.a.v) buyurmuştur ki dininizin yarısını Humeyra’dan (Aişe’den) alın “Biz Aişe’nin hadislerine amel ettiğimize göre elinin yarısını Ehl-i beyt’ten alıyoruz”.

İşte buradan onların Ehl-i Beyt’e hürmetlerinin nasıl olduğu anlaşılır. Onlardan Oniki İmam’ın kim olduklari sorulduğunda, İmam Ali, Hasan ve Hüseyin’in haricinde başkasını tanımazlar. Hem de Hz. Hasan ve Hüseyin’in imam olduklarına inanmazlar.

Öte taraftan da Hz. Hasan’ı zehirleyip şehid eden Muaviye’ye hürmet edip ona “vahyin katibi” lakabını verirler. Hz. Ali(a.s) ye saygı gösterdikleri gibi Amr ibn’i As’a da hürmet ederler. Bu tür sevgi ve saygılar; çelişkileri bir arada toplamak,


hakkı batılla karıştırmak ve ışığı karanlıkla örtmekten başka bir şey değildir. Yoksa bir mü’minin kalbinde hem hakkın ve hem de batılın sevgisi nasıl bir arada toplanabilir?

Allah’u Teala buyuruyor ki: “Allah ve ahiret gününe inanan bir toplulugu, babalan yahut ogullan, yahut kardeşleri, yahutta aşiretleri de olsa, Allah ve Peygamber’ine karşı gelenleri onların belirlediği sınırlara aykırı haretet edenleri sever bulamazsın. Onlar öyle kişilerdir ki Allah kalplerine iman nasip ve mukadder etmiştir ve onları kendinden bir ruhla kuvveti endi rm iştir ve onları, kıyılarından ırmaklar akan cennete götürür; orada ebedi olarak kalırlar. Allah onlardan ve onlarda Allah’tan razı olmuştur; onlardır Allah’m hizbi. (hizbullah) Bilin ki şüphesiz Allah’m hizbidir kurtulanlar ve muradma erenler.” (1)

Ve yine buyuruyor ki: “Ey insanlar, düşmanlarımı ve düşmanlarmızı dost edinip onları sevrneyin; onlara dostluk gösteriyorsunuz ama onlar, size gerçek olarak gelen şeye inanmamışlardır” (2)

            3- RESULULLAH GİBİ YAŞAMAK İSTEYEN NE YAPMALI?

Resulullah (S.A.V) buyuruyor ki:” Her kim benim gibi yaşamak ve benim gibi ölmek ve benimle, Allah’m hazırladığı üstün cennette kalmak isterse, benden sonra Ali’yi kendine veli kabul etsin; onu sevenleri sevsin ve benden sonra Ehl-i beyt’ime iktida etsin, (uysun) çünkü onlar benim
——————–

1- Mücadele, 22
2- Mümtehine, 1

227

akrabamdırlar; benim toprağımdan yaratılnmışlardır; benim ilmim ve fehmim onlara verilmiştir vay olsun ümmetimden onların faziletlerini yalanlayanlara ve benimle onların yakınhğını koparanlara Allah benim şefaetimi onlara nasip eylemesin..” (1)

Bu hadis, te’vil edilemeyecek manası apaçık hadislerdendir. Bu hadis her müslüman’a hücceti tamamlamakta ve artık hiç bir bahaneye yer bırakmamaktadır. Şöyle ki kim Hz. Ali’nin vilayaytini kabul etmezse ve Peygamberin Ehl-i beytine itaat etmezse Resuluılah (s.a.v.) ın şefaetinden mahrum k’alacaktır.

Araştırma dönemirnde bu hadisin doğruluğunda tereddüt ediyordum. Bu hadis, Ali ve Ehl-i beyt’e muhalefet edenler için büyük bir tehdit ve aza b vaadını ihtiva ettiğinden bana ağır geliyordu. Özellikle artık bu hadis te’vile de yer bırakmayacak derecede açıktı.

Sonra İbn’i Hacer Askelani’nin,”El’isabe” adlı kitabında bu hadisi naklettikten sonra şu sözlerine rastladım:

“Bu hadisin senedinde” Yahya ibn’i ya’la el muharibi de yer almıştır. O da itimat edilecek birisi değil.”

Bunu görünce biraz rahatladım ve ibn’i Hacer’in bu SÖZÜ2 benim zihnimde teşekkül eden bazı korku ve tereddütleri halletmiş oldu; böylece sandım ki yahya bin yala, bu hadisi kendisinden uydurmuştur. Ama AlIah’u Teala hakikatı tamamıyla bana göstermek istediği için bir gün “MunakaşatUn Akaidiyye fi mekalati İbrahim el cebhan””. adlı kitap elime
————————-

1- Musledrek’i Hakim, e.3.s.128-l. Cami’ul kebir, Teberani. El’isabe, ibni Hacer. Kenz’ul Üm mal, c.6.s.155. Menakib’i Harezmi, s.34. Yenabi’ul’Meveddet, s.149. Hilyel’ul evliya, c.l.s.86. Tarih’i ibn’i Esakır e.2.s.95
2- Munakaşat’un akaidiyye-İbrahim’ul Cebhan.s.29

228

geçti Bu kitap beni meselenin hakikatına vakıf kıldı; bu kitabı okumakla öğrendim ki Yahya ibn’i Ya la el’Muharibi sıka (güvenilir) kişilerdendir ve Müslim ile Buharı’de ona itimat etmişler. Araştırdığımda gördüm ki, Buhari, Sahih’inin 3. cildinin 31. sayfasında Hudeybiye Gazvesi babında ve Müslim Sahih’inin 5. cildinin 199. sayfasında Yahya ibn’i Yala’dan birden çok hadis nakletmişler.

Zehebi’ de senetler hususundakı titizligine rağmen, onun sıka’lerden (hadiste güvenilir kişilerden) olduğunda hiç bir şüphe etmemiştir.

Yine, Cerh (l) ve te’dil imamları onun “sıkâlarden olduğunu açıklamışlardır. Ve Buhari ile Muslim de onun hadisine istinat etmiştir.

Neden böyle güvenilir ve sihah sahiplerinin itimat ettiği bir şahıs hakkında ta’n edilmiş ve kötü şeyler söylenmiştir.? Yoksa Ehl-i beyt’e uymanın farz olduğunu meydana çıkardığı için mi İbn’i Hacer’onu laz’if ve ihanetıc mükafatlandırmıştır?

Belki de İbn’i Hacer kendisinden sonra gelecek olan Ehl-i beyt, alimlerinin onu büyükten küçüğe her sözü yüzünden sorgulayacaklarını ve taassubunu ortaya çıkaracaklarını hesaba katmamıştır.

Böylece bizim alimlerimizden buzılarının kendilerine örnek ve önder yaptıkları sahabe ve halifelerin durumunun açığa kavuşmaması için hakikatleri gizlemeye çalıştıklarını anladım. Bunlar bazen sahih ve doğru hadisleri te’vil edip asıl manalarından çıkartıyor ve bazen de mezheplerine ters düşen hadisleri-kendi “sahih” ve müsnetlerinde yeralmasına rağmen
———————-

1. Hadis nakleden birinin itibarını düşürmek için denilen söze, cerh ve ona itibar vermek için söylenen söze  ise te’dil denir. (Müt)

 

tekzibe kalkışıyorlar ve onların sahih olmadıklarını iddia ediyorlar. Ve bazen de bir hadisin yansını veya yandan fazlasını atarak naklediyorlar; ve bazen de hadisde sika (güvenilir) sayılan raviler de sırf onların hoşlanmadıklan rivayetleri naklettikleri için tereddüt etme yoluna başvuruyorlar. Ve bazen de görüyorsun ki, bir hadisi bir kitabın ı. baskısında naklederken, onu sonraki baskılarda herhangi bir delil zikretmeden atıyorlar. Elbette şurrlu insanlar bu tür hadislerin kitabın son baskılarında niçin atıldığını kolayca anlamaktalar.

Ben bu saydıklarımın hepsini bir-bir araştırarak örnek ve delilleriyle tesbit etmişim.

Keşke bunlar, haktan dönen sahabenin işlerini güzel göstermeğe çalışacaklarına ve tarihi gerçeklerle bağdaşmayan çelişkili gorüşler ortaya koyacaklenna, hakkı kabul etmiş olsaydılar. Hakka uymakla hem kendilerini rahatlatmış olurlardı; hem de diğerlerini. Ve daha önemlisi parçalanmış olan islam ümmetinin birliğinin sağlanmasına sebep olurlardı.

Sahabenin bazıları Resulullah’ın hadislerini nakletmede sıka (güvenilir) değillerdi.

Bu yüzden isteklerine uygun olmayan hadisleri  gizliyorlardı; özellikle; Peygamber’in vasiyetiyle ilgili olan  hadisleri nakletmek istemiyorlardı.

Buhari ve Muslim, Resulullah (s.a.v.) vefat ettiğinde üç şeye vasiyet ettiğini. nakletmiştir yani ravi demiştir ki: Resulullah vefat ettiğinde üç şeyi vasiyet eyledi: Müşriklerin arap yarım adasından çıkartılması, elçilere Resulullah (s.a.v.)in verdiği kadar bahşiş verilmesi-üçüncü vasiyetini ise ben unuttum

demiştir. (1)

Acaba Resulullah’ın yanında bulunan ve onun vasiyetlerini duyan sahabenin üç vasiyyetin ikisini hatırlayıp üçüneüşünü unutmalan mümkün mü? Oysa ki onlar uzun uzun hadisleri bir kez duymakla ezberliyorlardı. Hayır, asla unutmuş değillerdi ne var ki siyaset unutmalarını icab etmişti Yani Hz. Resulullah'(s.a.v.)ın ilk vasiyeti, Hz. Ali (a.s.)nin kendi halifesi ve vasi’si olduğuna dair vasiyetinden ibaretti, ama ravi onu açıklamaktan kaçınmıştır.

Bu hakkı gizlernelere rağmen yine de araştırmacının, vasiyetin gizlenen bölümünün Hz. Ali’nin hilafet konusu olduğunu anlaması zor değildir. Zira Buhari, kendi Sahih’inin Vasiyetler kitabında ve Muslim, Sahih’inin Vasiyet kitabında nakletmişler ki :”Aişe’nin yanında, Resulullah Hz. Ali’ye vasiyet ettiğine dair hadisden balisedildi” (2) diye bir cümle geçmektedir.

 Evet, zalimler Allah’ın nurunu gizlerneye çalısmalarına rağmen Allah kendi nurunu aşikar eylemiştir”

Sahabilerin Resulullah’ın vasiyetini nakletmede sıka (güvenilir) olmadıklarına göre artık onlardan sonra gelen tabiin ve etba-i tabiin’in asla kınanmaması gerekir. İbni Sa’d Tabakat (3) kitabında ve Buhari’ Sahih’inde “Peygamber’in hastalık ve vefatı” babında “Müminlerin annesi Aişe Hz. Ali (a.s.)nin isminin yanında anılmasından bile rahatsız olduğunu yazmışlardır. Keza
————————

1- Sahih’i Buhari, c.1. s.121- (Cevaiz’ul vefd babında, Cihad Seyr kitabında) Sahih’i Müslim, Vasiyet kitabında, C.s. s.75.  ?
2- Sahih’i Buhari, Peygamber’in ölüm hastalığı babı, c.3. s. 68- Sahih’i Müslim, c.2.s.14-
3- İbni Sad’ın Tabakatı, ikinci bölüm, c.2, s.29

 

Hz. Ali’nin ölüm haberini duyunca Aişe’nin şükür secdesi ettigi bile nakledilmiştir.

Artık böyle birinin Hz. Ali’nin halifeliğine dair Peygamber’in vasiyetini nakletmesi ve kabullenmesi nasıl beklenilebilir? Aişe’nin Hz. Ali ve evlatlarına ve Resulullah’ın Ehl-i beyt’ine karşı olan düşmanlıgı herkesçe malum oldugundan bu konu üzerinde fazla durmaya bir gerek yoktur. La hevle la kuvvete illa billahil aliyyil azim”

NASLARA KARŞI İÇTİHAD MUSİBETİ

Araştırmalarımın sonunda bu sonuca vardım ki, İslam ümmetinin başına gelen belaların hepsi, sahabenin sarih ve kat’i hükümlerin karşısında içtihad etmelerinden kaynaklanmıştır. Bu yüzden Allah’ın koyduğu sınırlar aşılmış, Resulullah’ın sünneti ortadan kaldırılmıştır. Sahabeden sonra gelen alim ve mezhep imamları hep aynı tavrı sürdürmüşlerdir. Hatta bazen Resulullah(s.a.v.)dan gelen sarih ve kat’i sünnet ortadayken sırf sahabenin birinin tavrına uymadığı’ için onu reddetmişlerdir. Bazen nass olan Allah’ın ayetlerini bile aynı gerekçeyle bir kenara bırakmışlardır. Mesela önceden de işaret ettiğimiz gibi, Allah’ın kitabında ve Resulullah’ın sünnetinde teyemmümle ilgili sarih ve kat’i hükmün olmasına rağmen kendi yanlarından içtihad ederek su bulunmadığından esasen namazın terkedilebileceğine hükmetmişler.

Abdullah İbn’i Ömer’in bu husustaki içtihadında istinad ettiği gerekçeyi önceki bölümde zikretmiş bulunnıaktayız.

Resulullah’ın vefatından sonra Kur’an’ı Kerimi’in sarih hükmünün karşısında içtihad kapısını ilk olarak ikinci halife açtı, ve zekat’ın masraf olunan yerlerinden biri olan “Mueııefe’tul’kulub”unl paylarını vermeyerek “Anık sizlere ihtiyacımız yoktur”. dedi

Ama onun Resuluılah (s.a.v.)ın sarih hadislerinin karşısındaki içtihadları ise haddinden fazladır. O, hatta Resuluılah (s.a.v.)ın hayatta olduğu dönemde bile kendi içtihadlarıyla Resuluılah (s.a.v.)la muhalefete kalkışıyordu. Mesela Hudeybiye anlaşmasına muhalefet eımesi veya

—————-

1- Gönülleri müslümanlıkla uzlaşlırılmak istenen kişiler. (mütercim)

 

Resulullah’ın vasiyetini yazmasını men’etmesi ve “bize Allah’ın kitabı yeterlidir” demesi gibi. Örneğin Ömer’le ResuluIlah (s.a.v)ın arasında cereyan eden şu hadise onun Resulullah’a karşı nasıl tavır aldığını iyice göstermektedir; öyle ki, Ömer ResuluIlah (s.a.v.) ile muhalefet, münakaşa ve mücadele etmeyi normal bir şey görüyordu.

Resulullah Ebu Hureyre’yi göndererek buyurdu ki :“Can’ı gönülden Lailahe mallah diye şehadet getiren her kesle karşılaşınca onu cennetle müjdele”. Ebu Hureyre bu müjdeyi ulaştırmak istiyordu yolda Ömer’le karşılaştı; Ömer böyle bir sözün (müjdenin) söylenmesine şiddetle karşı çıktı ve onu vurarak sırt üste yere serdi.

Ebu Hureyre ağlayarak ResuluIlah (s.a.v.)m yanına geldi ve Ömer’in ona yaptığı işi Resuluılah (s.a.v.) a anlatı. Bunun üzerine Rcsuluılah Ömer’e, “böyle yapmana ne sebep oldu? dedi. Ömer; acaba scn mi onu gönderdin ki can’ı gönülden “la ilahe illallah” diyeni cennetle müjdclesin? diye sordu. Rcsulullah, “cvct” dcdi. Ömer dedi ki; bu işleri yapma, çünkü korkuyorum ki o zaman halk yalnız “lailaheillallah” demekle yetinsinler!.

Diğer yandan da oğlu Abdullah da, halkın haddinden fazla teyemmüme ihtimam göstermelerinden korktuğu için su bulunmadığında namaz kılmamaya hüküm veriyordu. Keşke bunlar, sarih hüküm ve nasları kendi akıtlarına göre değiştirerek şeriatın ortadan kalkmasına, ümmetin çeşitli mezhebi ihtilal’ ve tefrikalara düşmesine ve çeşitli düşman
—————————

1- Sire’i İbni Cevz’in Ömer’in siresi isimli kitabı, s.38
Şerh’i ibn-i Ebil Hadid, c.3, s.108.116
Feth’ul bari, c.1, s.184

fırkalara bölünmesine sebep olan “nassa karşı içtihad etme” şivesini icat etmeseydiler.

Ömer’in Resullulah’a karşı tutum ve davranışlarından şu sonuca varıyoruz ki, o, asla Resulullah’m masum olduğuna inanmıyordu; onu bazen hata yapan ve bazen doğruya isabet eden birisi olarak görüyodu.

Ehl-i sünnet alimlerinin de “ResuluIlah (s.a. v) yalnız Kur’an’ın tebliğinde masumdur, diğer şeylerde normal insandan bir farkı yoktur; onlar gibi hata bile yapabilir” demeleri Ömer’in bu tavrından kaynaklanıyor.

Bu yüzden ehl-i sünnet alimleri Resulullah’ın her davranışında masum olmadığına, Ömer’in çoğu yerde Resulullah’m görüşlerinı düzelttiğini delilolarak gösteriyorlar.

Bazı cahillerin naklettiklerine göre Resullulah (s.a.v) (neuzu billah) kendi evinde uzanarak şey tan ın kaval, kadınların da davul çalmasını dinlemiş ve şeytanın kadınların içinde oynayarak şaka yapmasına seyrederek bir şey söylememiş ama Ömer içeriye girer-girmez şeytan firar edip kadınlar da davulları eteklerinin altına gizletmişler. ve Peygamber (s.a.v.) Ömer’e, “şeytan senin bir yoldan gittiği ni görse yolunu değiştirir başka bir yoldan gider”. buyurmuştur”.

Eğer yukarıda nakledilenleri doğru hadis olarak kabul edecek olursak, Ömer İbn’i Hattab’ın dinde kendisinden fetva vermesinin ve Resullulah (s.a.v) a muhalefete kalkışmasının bir garabeti ve ilginç bir yanı kalmaz.

Ömer’in başında olduğu bir grup sahabe nassın varolduğu yerlerde bile yine kendi re’yiyle içtihat etme fikri etrafında toplanmışlardı ve aynı hedefi takibediyorlardı. Resuluılah (s.a.v.)ın vasiyetnamesinin yazılmasına engelolma musibetinde görüldüğü gibi bunlar apaçık nassm karşısında Ömer’in re’yini destekleyerek sözkonusu vasiyetnamenin yazılmasına engel oldular.

Bütün bunlardan, bu kimselerin evvelden, Resulullah’ın Gadir-i Hum’da Hz. Ali’yi kendisinden sonra halife olarak tayin etmesini kabul etmedikleri ve alenen onu reddetmek için uygun bir fırsatın peşinde olduklan anlaşılıyor. Resulullah’ın vefatı böyle bir fırsatı onlara vermiş ve onlar Sakife’de toplanarak Ebubekir’i halife seçmişlerdir. Yani sakife toplantısı ve Ebubekir’in halife olarak seçilmesi, nassa karşı içtihadı caiz bilen tavırların bir neticesi olarak tahakkuk etmiştir. Durumlar biraz yatışınca yani halk Hz, Ali’nin hilafetine dair naslann ihlal edilmesine alıştıktan sonra bu defa her şeyde içtihad etmeğe başladılar; hatta Allah’ın kitabına el uzattılar ve onun hükümlerini askıya almaya hatta değiştirmeğe başladılar,

Bu yüzden Ali (a.s.)nin hilafetten uzaklaşurılmasından sonra hemen Hz. Fatime ile ilgili musibeti meydana getirdiler ve ondan sonra zekat vermeyenleri öldürme hadisesini ortaya çıkardılar; bunların hepsi sarih ve kafi hükmün karşısında içtihad etmekten kaynaklanmıştır. Ömer’in halife olması da hiç şüphesiz bu tür bir içtihad neticesinde gerçekleşmiştir. Çünkü Ebubekir kendi hilafetinin doğru olduğuna dair delil olarak getirdiği şuraya başvurma ilkesini Ömer’i halife yaplığında bir kenara bıraktı ve kendi içtihadi üzerine Ömer’i halife olarak seçti. Ömer ise daha da ileri gidip müslümanların hakimiyetini ele aldığında Allah ve Resulunun haram ettiği bazı şeyleri geçici veya daimi olarak helal etti ve Allah ve Resulunun helal (1)
——————-

1- Örneğin üç talakın bir defada doğru olmasını kabul etmesi gibi, Sahih’i Müslim, üç talak babı) ve ibn-i Davud’un Sünen’i, c.1, s.344)

 

ettiği bazı şeyleri yasakladı. (1)

Sıra Osman’a gelince o içtihad konusunda daha da ileri gitti ve öyle ki naslara karşı yaptığı içtihadlar, müslümanların siyasi ve dini yasayışını kökünden etkiledi. Müslümanlar bu gidişi önlemek için onun aleyhine kıyam ettiler ve o, bu içtihad neticesinde kendi canından bile oldu.

İmam Ali (A.S.) hükümeti ele aldığında, halkı Kur’an’ın hükümlerine ve Resulullah’ın koyduğu sünnete döndürmekteki azmi yüzünden çok zorluklar çekti; Hz. Ali dine katılan bid’atları çıkarmak için çok çalıştı. Ama bazıları “Ömer’in sünneti elden gidiyor” diyerek Hz. Ali’ye karşı çıktılar ve nerdeyse ben yakin ediyorum ki imam Ali ile savaşıp ona muhalefet edenlerin hepsi, Hz. Ali’nin onları doğru yola dönmeye davet ettiği, sarih ve kat’i hükümlere boyun eğmeye zorladığı ve dine giren batıl inançları ve bid’atları çıkardıği içindi.

Oysa halk; özellikle dünya ve nefislerine uyan kimseler ise çeyrek asır boyunca o bid’at ve batıl inançları adet etmişlerdi. Allahın malını, ganimet ve kullarını kö!c bilip, altın ve gümüş toplayıp, mustaz’ac müslümanları, İslamın onlara wnıdığı normal tabi haklarından bile mahrum bırakmaya alışmışlardı.

Bu yüzden görüyoruz ki sonraki asırlarda gelen mustekbirler, bu gibi içtihadlara daha çok bağlı idiler; (;ünkü bu gibi içtihatlar, onları hedeflerine ulaştırıyordu; ama Allah’ın hükümlerine riayet etmek yollarını kapatıp hctkfkrine ulaşmalarına engeloluyordu. Bu tür içtihadların her zaman ve her yerde hatta mustaıaflar arasında da taraftarıları vardır.
——————

1- Hac ve kadınların mut’asını haram ettiği gibi, Sahih’i Müslim, Hac kitabı. Sahih’i Buhari, Hac kitabı, Temettu babı.

 

Çünkü bu tip içtihatlar nefsi isteklere daha uygun, zorluğu zahiren daha azdır. Oysa Allah’ın hükümleri, bağlayıcı olduklarından dolayı, kişiler için tahammülü daha ağır ve daha zordur.

Siyasetçiler, ilahi’ hükümlerle yönetilmeye “Teokrasi” ve ona karşılık halkın isteğiyle yönetilmeye “Demokrasi” diyorlar. Eğer bu tabirieri kullanacak olursak, Resulullah’ın vefatından sonra Sakife’de toplanıp halife seçenler, Kur’an’ın hükümlerine dayalı olan Teokratik nizarnı yıkıp yerine halkın isteği üzerinedemokratik bir devlet kurmuşlardır. Elbette bu işi gerçekleştiren sahabiler, Arapça olmayan demokrasi kelimesi yerine “şura” kelimesini seçmişlerdir.1

Bu nizamda, halkın kendisi önderliğe layık bildiği şahsı önder olarak seçer.

Hilafete dair nassın olduğunu kabul etmeyenler, günümüzde genelde demokrasi taraftarıdırlar ve iftiharla “bu nizamı her kesten önce islam ortaya koymuştur.” diyorlar Bunların çoğu bugünkü batı rejimlerini benimsernektedider. Balı devletleri de onları methetmekte ve onları ileri görüşlü

———

1. Gerçekte ise Sakife’de Ebubekr’in halife oluşu, sçim ve meşveretle de olmamıştır. Çünkü ehl-i hal ve akd diye bilinen seçme hakkına sahip sahabilerden çoğu orada hazır değildiler. Nasıl ki bu hususu, Ali (a.s.)ın Ebubekr’e hitab ederek söylediği nakledilen şu, şiirde açıklamaktadır:

«Ey Ebubekr; şevr-u meşveretle onların işlerine el geçirdinse, bu iş nasıl olur; çünkü meşveret ve ye’y sahiplerden çoğu orada bulunmuyorlardı. ve eğer Peygamber’e yakın olmakla oradakilere hüccet getirdinse, senden Peygamber’e daha evla, daha yakın olanlar var idi.»

 

müslümanlar olarak tanıtmaktadır.

Ama şiiler Teokrasi yani ilahi’ hakimiyet taraftarıdırlar; Allah’ ve Resulunun sarih ve kafi hükümleri karşısında içtihad etmeği kesinlikle kabul etmezler. Bunlar şurayla yönetilen düzenle, ilahi’ hakimiyet arasında fark koyarlar. Şia’nın nazarında şer’i bir nassın olduğu yerde şuranın hiç bir geçerliliği yoktur. İçtihad ve şura, şer’i bir nassın olmadığı yerlerde ancak sözkonusu olabilir.

Nasıl ki Allah-u Teala Resu’lunu kendisi seçti, sonra ona emretti ki (iş hususunda onlarla danışl.) Ama halkın önderliği ile ilgili meselelerde halka danışmanın bir yeri yoktur; nitekim Hak Teala buyuruyor ki:“Ve Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; seçmek, onlara ait bir hak değildir.”(2)  O halde eğer şiiler Peygamber’den sonra Hz. Ali (a.s.)nin halifeliğine inanıyorlarsa bu husustaki kesin nassa bağlı kaldıkları içindir; ve bazı sahabeyi reddediyorlarsa, sadece Allah ve Resulunun koyduğu hükümleri ve nassları bırakıp ictihad peşinde giderek zayi eden ve İslam’ın gövdesinde günümüze kadar kavuşmayan bir yara açan sahabileri reddediyorlar. Bu nedenle Batı devlet ve bilginleri şiaya karşı daha şiddetli bir tavır takınmakta ve onları, dini taassubları çok olmak ve gericilik ile suçlamaktadırlar.

Çünkü şia kesin bir şekilde Kur’an’a dönmeyi istemekle hırsızlık yapanın elinin kesilmesinin, zina edene şer’i had uygulanmasının ve Allah yolunda cihad edilmesinin gerektiğine inanmaktadır ve bunlar batılıların nezdinde çok haşin ve vahşice davranış sayılmaktadır!
———————

1- Al-i İmran, 159
2- Kasas, 68

 

Araştırmalarımın neticesinde Ehl-i sünnette 2. hicri asırdan bu yana içtihat kapısının kapatılmasının sebebini de öğrendim. Ehl-i sünnet bizzat başlattığı nassa karşı içtihadın, ümmetin başına ne belalar getirdiğine, nice kanlı savaşlara sebep olduğuna iki asır boyunca şahid oldu ve gördü ki, ümmetlerin en hayırlısı olan İslam ümmcti, bu tür içtihatlar neticesinde başıboşluk ve parçalanmaya ma’ruz kalarak birbiriyle savaşan ve kendini yokeden cahiliyete yüz tutmuş bir topluluğa dönüşmüştür. Bu yüzden ictihadın kapısı kapatıldı.

Ama Şiii’da ise içtihadın kapısı asla kapatılmadı; çünkü Şiâ’da ilk baştan naslar hususunda içtihada bir yer yoktur ve bu naslar, Kur’an-ı kerim’de Peygamber(S.A.V) in sünnetinde ve ilimlerini ilahi irade gereğince Resulullah(s.a.v) dan alan Oniki İmam’ın sözlerinde çok belirgin bir şekilde; hatta bir çok meselenin teferruatına kadar ortaya konulmuş haldedir.

 Yine şu noktayı da biliyoruz ki, Ehl-i sünnet ve cemaat, Resulullah’ın sünnetinin yazılmasını yasaklayan müçtehid sahabilere uydukları için bir çok hükümde gereken nassı bulmaktan aciz kalmış, bu yüzden re’yiyle içtihat etmek, kıyas, istihsan ve benzeri yollara başvurmaya mecbur olmuşlardır.

Yine bütün bunlardan anlıyoruz ki, Şia Hz. Ali’nın etrafına toplanıp dini onun vasıtasıyla öğrenenlerdir. Hz. Ali, ben “ilim şehrinin kapısıyım” istediğiniz her şeyi benden sorun; çünkü Peygamber(s.a.v) ilmin bin kapısını bana öğretti ki her kapıdan da bin kapı açılıyor” (1) diyebilen bir kişidir. Şia olmayanlar, Muaviye ibn’i ebi sufyan’ın etrafına toplandılar
———————

1- Tarih’i Dimeşk, İbn’i Esakir, c. 2. s. 484  İmam Ali ibn’i Ebi Talib’in Hayatı, Harezmi’nin Mektel’i Hüseyin’i, c. ı. s. 38 – Emini’nin El’ Gadir’i c.3, s. 102

 

Muaviye Peygamber’in sünnetinden (çok az bir şey hariç) haberi yoktu. Zalim bir fırkanın (Ammar’ı Yasir’i öldüren fırkanın) imamı olan Muaviye, Hz. Ali’nin vefatından sonra kendini Emir’ülmr’minin olarak tanıttı ve Allah’ın ahkamında öncekilerden daha fazla kendi re’yiyle amel etti. Ehl-i sünnet onu vahiy katibi ve bir müçtehid bilmektedir. Sormak gerekir ki, cennet gençlerinin serveri İmam Hasan(a.s)ı zehirleyip öldüren bir kişi nasıl müçtehid sayılabilir? Belki söyleyecekler ki bunun kendisi de onun bir içtihadı idi; yani içtinat edip öldürdü, ama içtihadında hata etti!

Nasıl MuAviye’nin müçtehid olduğunu söyleyebilirler? Oysa ki ilk önce kendisine ve sonra oğlu Yezid’e ümmetten zorla biat aldı ve şuriii düzeni, kayserliğe çevirdi. Nasılonun müçtehid olduğu ve içtinadından dolayı sevap alacağı söyleniyor; oysa ki o halkı Hz. Ali’ye ve Peygamber’in pak zürriyesine minberlerde lanet okumaya zorlayarak altmış yıl boyunca bu iğrenç işi bir sünnet (gelenek) haline getirdi.

Nasıl ona vahyin katibi diyorlar; oysa ki Peygamber’e vahyin nazil olduğu 23 yılın 11 yılı boyunca Muaviye müşrik idi; çünkü Muaviye Mekke’nin fethinden sonra müslüman oldu.

Ayrıca hiç bir rivayette de görülmemiştir ki Muaviye hatta müslüman olduktan sonra bile Medine’de kalmış olsun. Oysa Resulullah fetihden sonra Mekke’de kalmadı.

O halde ona nasıl vahy’in katibi lakabını vermişlerdir? (La heyle ve la kuvvete illa billah’il aliyyi azim).

        Yine şu soru ot ya ya çıkıyor ki bunların hangisi hak üzereydi ve hangisi batıl üzere? Ya Ali ve şiası zalim ve haksız idiler; yahutta Muaviye ve taraftarları ziilim ve haksız idiler.

Şüphesiz Resulullah(s.a.v) her şeyi açıklamıştır ama sünnete uyduklarını iddia eden bazı kimseler hakkı saptırmaya çalışıyorlar.

Araştırmamın sonucunda anladım ki, bunlar bol iddialarına rağmen Peygamber’in sünnetinin yerine, gerçekte Muaviye ve Beni Ümeyye’ye tabi olmuşlardır. Özellikle bunların Hz. Ali’nin Şiasına karşı düşman kesildiklerini ve Aşura gününü bir bayram olarak kutladıklarını ve Resulullah<s.a.v)’a sağlığında (hayatta iken) ve  vefatından  sonra  eziyet  eden  sahabeleri  sevdiklerini  savunduklarını, onların  hatalarını  düzeltip,  yaptıklarını /s.a.v)’a> (saa)’a sağlığında ( hayatta iken) ve vefatından sonra eziyet eden sahabeleri sevdiklerini ve savunduklarını, onların hatalarını düzeltip, yaptıklarını güzel göstermeğe çalıştıklarını görünce bunların Resulullah’m değil Muaviye’nin sünnet’ini takip ettiklerinde bir şüphem kalmadı.

 Nasıl bunlar bir yandan Hz. Ali ve Ehl-i beyt’i sevdiklerini iddia ediyor aynı zamanda da onun düşmanlarını ve onların katillerini seviyorlar?!

Gerçekten Ehl-i sünnet diye tanınan kimseler nasıl bir yandan Allah’ı ve Resulunu seviyor diğer yandan da Allah’ın ahkamını değiştirip onun yerine kendi içtihatlarını koyanları savunuyorlar? Bunlar Peygamber’e hürmet etmeyen, ona “sayıklıyor” diyen ve seçtiği komutana itiraz eden şahısa nasıl hürmet edebiliyorlar?!

        Nasıl bunlar Emevi ve Abbasi hükümdarlarının kendi siyasi çıkarları uğrunda mezheplerini resmileştirdiği imamları taklit ediyorlar da Resulullah’ın, kendisinden sonra geleceğini bildirdiği, sayısını (1) ve isimlerini (2) açıkladığı imamlara uymuyorlar?

Peygamber’in ilim şehrinin kapısı ve kendisiyle nisbetinin Hz. Harun(s.a) la Hz. Musa(s.a) nın nisbeti gibi olan birini bırakıp Peygamber’i hakkınca tanımayan birikrine uyuyorlar’!
————————

1. Sahih’i Buhari, c. 4. s. 164, Sahih’i Müslim, s.119 (Ennasu tebe’un li Kureyş babında)
2. Yenabi’ul Mevedde (Kunduzi’nin)

       «EHL-İ SÜNNET VE CEMAAT» DEYİMİNİN TARİHİ

Tarihte yaptığım araştırmalara göre Muaviye’nin hakimiyeti ele aldığı yılın Am’ul cemaet (cemaet yılı) olarak anılmasını kararlaştırmışlardır. Osman öldükten sonra müslümanlar Hz. Ali’nin şiileri ve Muaviye’nin taraftarları olarak ikiye bölünmüştüler. Hz. Ali şehid olduktan sonra Muaviye İmam Hasan(a.s) la yaptığı anlaşmadan sonra tüm müslümanlara egemen oldu.

Bu yüzden o yıl, cemaet yılı diye adlandırıldı. Buna göre, “Ehl-i sünnet ve cemaet tabiri, Muaviye’nin sünnetine uyup onun hakimiyetinde toplananlar anlamına gelmektedir; sanıldığı gibi, Resulullah(s.a.v)ın sünnetine uyanlar anlamına gelmemektedir.

Resulullah’ın sünnetini<s.a.v) ın=”” sünnetine=”” uyanlar=”” anlamına=”” gelmemektedir.>
</s.a.v)> Muaviye’den ve onun gibi Mekke fethinden (yani müşriklerin son sığınağı da yıkıldıktan) sonra müslüman olanlardan daha iyi bildikleri inkar edilemez bir gerçektir; çünkü bir evin çocuğu o evde olanı diğerlerinden daha iyi bilir. Ama biz Ehl-i sünnetten olanlar Peygamber’in evladı olan “oniki imamı” bırakarak onların düşmanlarına sarılmışız. Hepimiz Resulullah’tan nakledilen “halifelerim oniki tanedir ve hepsi kureyş” tendir hadisini biliyoruz ama, dört halifeden başkasını tanımıyoruz.

Belki de, “Ehl-i sünnet ve cemaat” ismini bizlere veren Muaviye’nin sünnet ve cemaetten maksadı, Ali ve evlatlarına lanet okuma sünneti üzerinde cemaatleştirmekti; ki onun koyduğu bu sünnet ancak, Ömer ibn’i Abdulaziz tarafından kaldırılabilmiştir.

Bazı tarihciler yazıyorlar kendisi Emevilerden olmasına rağmen, Ali ve Ehl-i Beyt’ine

 

lanet okuma sünnetini kaldırdığı için Emevi’ler tarafından öldürülmesi istenmişti.

Ey benim ailem ve aşiretim, gelin Allah’ın hidayeti ile hakikatları aramaya incelemeye yönelelim; taassubları bir kenara bırakalım. Gerçekte bizler Emeviler ve Abbasrlerin yükledikleri fikri donukluğun kurbanları olmuşuz. Bizler hiç şüphesiz, Muaviye, Amr’i As, Muğeyret ibn-i Şübe gibilerinin hilelerine aldanmışız. Gelin gerçek İslam tarihini araştırarak apaçık hakikatleri bulalım. Allah bizlere iki kat sevap verir, belki bizlerin sebebine Peygamber’in vefatından sonra yetmişüç fırkaya bölünen ve çeşitli belalara düçar olan bu ümmet, tekrar vahdete yönelir.

Gelin lailahemallah Muhammed Resulullah ve Ehl-i beyt’e itaat bayrağı altında ümmeti toplayalım. Resulullah’ın kendisi Ehl-i beyt’ine itaat etmeği bizlere emretmiştir ve buyurmuştur ki: “Ehl-i beyt’den öne düşmeyin helak olursunuz ve onlardan ayrı kalmayın helak olursunuz ve onlara bir şeyi öğretmeyin ki onlar sizlerden daha bilgilidirler”. (1)

Eğer böyle yaparsak Allah gazabını bizden kaldırır ve bizlere korku ve üzüntüden sonra emniyet ve rahatlık bağışlar; yeryüzüne bizi hakim kılar ve bizleri yeryüzünün varislerinden karar verir ve kendi velisi olan İmam Mehdi(a.s) yi Peygamber’inin verdiği vade üzere gönderir ve o, yeryüzünü
——————-

1. Durr’ul Mensur, Suyuti, c. 2. so 60 –
Usdul Gabe, c. 3. 137
Sevaikul Muhrike, s.148 ve 226
Yenabi’ul Mevedde s. 41, 355
Kenz’ul Ummal, c.1. s. 168
Mecme’uz’ Zevaid, c.9. s.163

 

zülüm ve sitemle dolduktan sonra adalet ve doğrulukla doldurur ve onun sebebine Allah nurunu tüm yeryüzüne yayar.

                                  DOSTLARA YAPTIĞIM ÇAĞRI

Hak mezhebi kabullenmem, ruhi seâdet ve esenliğimin başlangıç noktası oldu. Bu vesileyle ben tamamen rahatladım ve kalbirn hak mezheple ve daha doğrusu şüpheden uzak olan gerçek İslam’la inşirah kazandı. Allah’ın bana bağışladığı hidayet ve ruhi olgunluk nimetinin sevinci vücudumu sarmıştl. Artık bu nimeti gizlemeğe ve susmağa takat getirernedim ve kendi kendime “bu hakikatı yaymalıyım” dedim.

Nitekim Allah’u teala buyuruyar ki: “Allah’ın sana verdiği nimetini söyle”. (1)

Allah’ın bana lutf etmiş olduğu bu nimet, dünya ve ahirette olan en büyük nimetlerdendi. Keza “Hakkı söylemeyen dilsiz şeytandır” ve “hakkın ötesinde sapıklıktan başka bir şey yoktur” diye buyrulmuştur.

Beni bu hakikatı yaymamda kararlı kılan en büyük sebep, Resulullah ve Ehl-i beyt’ini (2) seven Ehl-i sünnet ve cemaet’in ekseriyetinin sade kalpli ve hakka meyilli oluşu idi. Bu gibi insanların hakka tabi olmaları için gözleri önüne tarih boyunca çekilen perdelerin atılması yeterliydi.

Bu durum benim kendi şahsımda tahakkuk etmiş bir gerçekti. Allah’u Teala “Siz de önceden böyleydiniz de Allah size lutuf etti”. buyurmuştur.

İlk olarak, benimle birlikte yüksek ôkulda. öğretmenlik
—————-

1- Düha, 11
2- Nisâ, 94

 

yapan dört arkadaşımı bu mevzu üzerinde yaptığım araştırmaya katılmak için davet ettim.

Bunlardan ikisi din dersi hocası, biri arapça dili ve diğeri ise İslam felsefesi hocası idi. Hiç biri Kafsa’lı değil Tunus, Cummal ve Süse’li idiler.

Ben onları bu önemli mevzüyu birlikte incelemeye davet ettim, ve kendilerinden kavramasında zorluk çektiğim bazı meseleler üzerinde oturup tartışmamızı istedim; onlar da bu daveti müsbet karşılayarak hergün çalışma saatlerinden sonra benim evime gelmeyi kabul ettiler. Ben ilk olarak onlara “El’Muraciat” kitabını verdim ve dedim ki “Bu kitabın yazarı bazı ilginç iddialara sahiptir; okuyup inceleyelim. Onlardan üç tanesi bu teklifi kabul ederek ciddiyetle incelerneyi başlattılar, ama arapça dilbilgisi hocası dört – beş toplantıdan sonra “Batılılar ayı fethederken sizler halen İslam’da hilafet konusunu araştırıp duruyorsunuz”?! diyerek incelemeği sürdürmekten vazgeçti.

Bir ay zarfında kitabın incelenmesi bitti ve bu tahkik sonucu onların her üçü de hakkı kabul edip Şii oldular. Elbette ben de onlara hakikata en kısa yoldan ulaşmaları için yıllar boyunca yaptığım araştırmalar sonucunda edindiğim bilgi ve malumatımdan yararlanarak elimden geldiğince yardımcı oldum. Böylece, hidayete vesile olmanın tadını anladım ve geleceğe daha bir umutla bakmağa başladım.

Yavaş – yavaş mesciddeki derslerimde veya sofuluk halkalarında tanıştığım arkadaşlarımı ve okuldaki samimi talebelerimi toplantılarımıza davet ettim.

Allah’a şükürler olsun bir yıl geçmeden Ehl-i beyt mezhebini kabul edenler olarak sayımız (çoğaldı. Ehl-i beyt’in velayetini kabul eden bizler, artık onların dostlarıyla dost ve düşmanlarıyla düşman; bayramlarında sevinen ve Aşüra gibi

günlerde yasa bürünen ve yas meclisleri tutan bir topluluk haline geldik. İlk kez Kafsa’da tören ve şenlik düzenleyerek anmaya muvaffak olduğumuz Gadir’i Hum bayramında, Seyyid Hoi ve Seyyid Muhammed Bakır Sadr’a mektup yazarak basirete kavuştuğumu ve şii olduğumu bildirdim. Git – gide her – kes benim şii olduğumu ve halkı Ehl-i beyt’in mezhebine davet ettiğimi bildi ve o andan itibaren bizi hedef alan töhmet, iftira ve yalanlar ülke çapında yayılmaya başladı.

        İsrail casusu olmaktan tut halkı dininde şüpheye düşürmek, sahabeye sövmek fitne çıkarmak gibi türlü – türlü iftira ve yalanlara maruz kaldık. Ben başkentte Raşitel Gannuşi ve Abdulfettah Moru isimli arkadaşlarla görüştüm.

Bu ikisi şiddetle bana muhalefet ediyorlardı. Abdulfettah’ın evinde gerçekleşen görüşmede onlara “bizler müslüman olarak tarihimizi incelemeli, kaynaklarimızı ciddi bir şekilde gözden geçirmeliyiz” dedim ve örnek olarak Sahih’i Buhari’yi zikrederek onda akıl ve dine ters düşen rivayetlerin olduğunu söyledim. Bu sözüm onlara çok ağır geldi galiba. Bu yüzden sinirlenerek dediler ki, “sen kimsin ki Buhari’yi tenkit etmeye kalkışıyorsun?”

Ben her ne kadar soğukkanlılıkla onları ilmi bahse girmeye ikna etmek istediysem de başarılı olamadım; onlar bunu reddederek “Sen şii olabilirsin ama biz şii değiliz; bizim daha önemli meselelerimiz vardır. Her şeyden önce İslam ahkamını riayet etmeyen bir düzen ve siyasi otoriteyle mücadele etmekteyiz”. dediler.

Ben dedim ki “İslam’ın hakikatını bilmeden hakimiyeti ele geçirmeniz ne yarar sağlayabilir? eğer siz otoriteyi ele geçirseniz onlardan daha kötü bir icraya da duçar olabilirsiniz”.

Görşmemiz böylece sona erdi. Bu görüşmenin akabinde İhvan’ul müslimin’e bağlı bazı kişiler tarafından aleyhimize

 

yapılan şayiâlar daha da artış gösterdi. Bunlar kendi taraftarlarına, benim, devletin uşağı olduğumu ve müslümanları inançlarında şüpheye düşürerek devlete karşı verilen islami mücadeleden onları alıkoyduğumu söylüyorlardı.

Neticede İhvan’ul müslimin safında yeralan gençlerden ve sun tarikatlarına mensup ihtiyarlardan irtibatlarımız kopma ya başladı ve kendi vatanımız ve akrabalarımızın içerisinde zor dönemler yaşamaya başladık.

Ama Allah’u Teala daha hayırlısını bizlere nasib eyledi. Yavaş – yavaş diğer şehirlerden hakikatı incelemek için bazı gençler bize uğramaya başladı ve ben elimden geldiği kadarıyla onları ikna etmeye çalıştım. Böylece başkentli, Kirvan, Süse, Seydi ve Buzeyd’li bir grup genç şia mezhebine dahil oldular Yaz tatilinde Irak’a yaptığım Sefer’de Avrupa’ya da uğradım. Fransa ve Hollanda’da bazı arkadaşlarla görüştüm ve onlarla mezhebi konular hakkında tartıştık; ve Allah’a şükürler olsun ki onlar da basirete kavuştular.

Necef’te Seyyid Muhammed Bakır Sadr ile görüştüğümdc büyük bir sevinç içindeydim. O beni Tunus’da Ehl-i beyt mezhebini yayan ilk kişi olarak yanındakilere tanıttıktan sonra benim mektubumu alıp ilk olarak Tunus’da Gadir’i Hum bayramını kutladığımızı öğrenince sevinçten ağladığını söyledi. Ben Seyyid’e, karşılaştığımız zorlukları, şayiaları (söylentileri) ve yalnızlığımızı anlattım.

Seyyid sözlerinin bir bölümünde şöyle dedi: Zorluklara tahammül etmelisin; Çünkü Ehl-i beytin yolu zor ve çetin bir yoldur. “Bir kişi Resulullah’ın yanına gelerek dedi ki: “Ya ResuluIlah, ben seni seviyorum. Hazret Resulullah(s.a.v) buyurdu ki: Çok zorluklarla karşılaşmakla seni müjdeliyorum. Adam, amcan oğlu Ali(a.s) yi de seviyorum dedi Resulullah(s.a.v) buyurdu ki: Düşmanlarının çok olacağını sana müjdeliyorum. O kişi dedi ki: Ya Resulullah, Hasan ve Hüseyin’i de seviyorum. Resuluılah buyurdu ki; o zaman fakirlik ve belalarm çokluğuyla seni müjdeliyorum”.

Bizler hakka davvet uğrunda ne yapmışız? Oysa ki Hz. Hüseyin kendi canını, evlatlarını, dostlarının hepsini bu yolda kurban etti. (Hakiki) şiiler tarih boyunca bu uğurda çok büyük zorluklara göğüs germişlerdir; öyleyse hak yolunda zahmet ve zorluklara katlanmak ve fedakarlık göstermek gerekir.

Gerçekten eğer Allah bir kişiyi senin elinle doğru yola sevkederse, senin için dünya ve dünyada bulunanların hepsinden daha hayırlıdır”.

        Seyyid Sadr, bana inzivaya çekilmememi ve Ehl-i sünnet kardeşlere, benden kaçsalar bile daha fazla yaklaşmarnı tavsiye etti. Hatta aramızda, kopukluk olmasın diye onların arkasında namaz kılmarnı söyledi. Çünkü onlar asırlar boyunca tarihin tahrif edilerek anlatılmasının kurbanı olduklarından gerçeklerden habersizdirler ve insanlar, bilmedikleri şeylere düşman kesilirler.

Seyyid Hoi’de yine takriben aynı tavsiyelerde bulundu. Ve Seyyid Muhammed Ali Tabatabai Hekim de gönderdiği mektuplarla (Çeşitli, meseleler hususunda) bize devamlı nasihat ve tavsiyelerini yazıyordu ve yeni şii olan kardeşlerimizde çok müsbet bir te’sir’e sahipti.

Çeşitli münasebetlerde Necef’e ziyarete gidiyordum ve Necef alimleriyle görüşüyordum. Bununla da kalmayıp her yıl yaz tatilini Hz. Ali(a.s) nin kabrinin yanında gecirerek Seyyit Muhammed Bakır Sadr’ın derslerine katılmağa kararlaştırdım katılmaya muvaffak olduğum o derslerden, ben burada vasıf edemeyeceğim derecede faydalanmaya muvaffak oldum. Sonra 12 İmam’ın hepsinin türbelerini ziyaret etmeyi kararlaştırdım.

 

Ve Allah’u Teala’da beni buna muvaffak eyledi. Ve ben tüm imamların ziyaretine hatta İran’ın Meşhed şehrindeki Hz. İmam Rıza’nın kabrinin ziyaretine de gittim. Orada da yine bir çok alimle tanıştım ve onlardan çok istifade ettim. Dini merci’ olarak taklit ettiğim Seyyid Hoi, bana kendi devletimizde yeni şii olanlara kitap ve diğer şeyler yardım etmek için humus ve zekat’tan harcamam için izin verdi. Ve ben beldemizde önemli kaynakları içine alan her iki fırkanın kitaplarından müteşekkil yararlı bir kütüphane kurmaya muvaffak oldum; adını da Ehl-i beyt kütüphanesi “koydum. Allah’a şükürler olsun ki bir çok kişi oradan yararlanmaktadırlar.

Bundan onbeş yıl önce Allah’u teala bana bir başka lutufta bulundu ve bizim sevinç ve bahtiyarlığımızı iki katına çıkardı. O da Kafse şehrinin belediye Reis’inin benim bulunduğum caddeye Ali ibn-i Ebi Talib ismini vermeyi kabul etmesiydi.

Burada onun yaptığı bu hizmetlen dolayı tekrar ona teşekkürlerimi sunmak isterim; o değerli bir müslümandır ve Hz. Ali(a.s) ye olan sevgisi çoktur.

Ben kendisine El Müraciat kitabını hediye etlim; o da bunun karşılığında bizlere daha fazla hürmet edip alaka gösterdi. Allah ona hayırlı mükafatlar versin….

Bazı inatçı Ehl-i beyt düşmanları, Ali ibn’i Ebi talib’in ismini taşıyan tabloyu mahvetmeye çalişlılar ama muvaffak olamadılar ve Allah, caddenin isminin öylece kalmasını istedi.

Artık dünyanın her köşesinden bize gelen mektupların üzerinde Ali ibn’i Ebi talib caddesi diye yazılıyordu. Bu şerefli isim, bizim güzel ve tarihi şehrimizi mubarek kıldı.

Ehl-i beyt imamlarının ve Necef alimlerinin nasihatlarıyla amel ederek, elimizden geldiğince diğer mezheplere mensub kardeşlerimize yakınlık gösterdik Ye onların cemaat namazlarına katıldık; böylece aramızdaki kinler ve öfkeler azaldı; bu arada

 

bizim abdest alışımız ve namaz kılışımız hakkında soru soran gençlerin sorularına gücümüz kadarınca cevap verip onları ikna etmeye muvaffak olduk.

                                          HAKKIN LUTÜF VE HİDAYETİ

Tunus’un güneyinde yeralan bir köyde bir düğün merasimi esnasında biraraya gelen hanımlar bir karı ve kocadan sözettiklerinde onların içinde bulunan yaşlı bir hanım şaşırak “O hanım nasıl o erkekle evlenmiş olabilir?” demişti. Nedenini sorduklarında ihtiyar hanım, onların her ikisine de kendisinin süt vermiş olduğunu ve bu yüzden onların sütkardeşi olduklarını söylemiş. Bunu duyan hanımlar, olayı kocalarına anlatmış ve mesele böylece büyümüş. Kızın babası, kızına, dadılık yapan o hanımın süt vermiş olduğunu ve oğlanın babası, oğluna aynı hanımın süt vermiş olduğunu tastik etmişler. Bunun üzerine kız ve oğlan tarafları arasında kıyamet kapar ve her biri diğerini bu evlilikten sorumlu tutmaya başlar; aralarında çıkan çatışmada ellerine geçen taş ve sopayla birbirlerine saldırıyorlar. Özellikle bu evlilikten on yıl kadar bir süre geçmiş ve eşlerin bu evlilikten üç çocukları da varimiş. Kadın bu haberi duyar – duymaz babasının evine firar etmiş ve üzüntüden yemek bile yemezmiş; hatta böyle bir hadiseye tahammül edemediğinden ihtihar etmeye de kalkışmış; Biçare nasıl tahammul etsin ki habersizce kendi(süt) kardeşi ile evlenmiş ve ondan üç çocuğu da olmuştur. Kabileler arasında çıkan kavga sırasında her iki taraftan da bir kaç kişi yaralanmıştır. Ama ihtiyarlardan biri ortaya girip geçici olarak olayı yatıştırıyor. Ve onlara ulemanın yanına giderek bu konuda fetva almalarını nasihat ediyor, Onlar da büyük şehirlere gelip bu olayı halletrnek için bir çok meşhur alime başvuruyarlar, ama sordukları her alim onların

 

hemen birbirlerinden ayrılmalarını gerektiğine ve artık evlenmelerinin haram olduğuna fetva vermiş ve bu evlendiklerinin keffaresi için de ya bir köle azat etmeleri lazım geldiğini yahutta iki ay peşpeşe oruç tutmaları gerektiğini söylemişlerdir. Sonunda Kafse şehrine gelip buranm hocalarına da sormuşlar ama yine aynı fetvayı almışlardır; çünkü Maliki mezhebine göre hatta bir damla süt emmek bile süt baba annesi ve süt kardeşi olmak için yeterlidir.

İmam Malik, sütü şarab ile kıyas edip “insanı sarhoş eden şeyin çoğu haram olduğu gibi azının da haram olduğuna yani şarabın hem çoğu hem azının haram olduğuna istinat ederek onun gibi süt emzirmenin de bir damla bile olsa süt yoluyla mahremliğin oluşmasına sebep olacağını söylemiştir. Bir adam onları bir tarafa çekip benim evimin adresini onlara veriyor ve diyor ki, “bu gibi konuları Ticani’den sorun; çünkü onun tüm mezhepler hakkında bilgisi vardır. Ben kaç defa onun bu hocalarla tartıştığına hepsini güçlü delillerle mağlup ettiğine şahit olmuşum”, Kadının kocası gelip meseleyi bana söyleyince ben onu kendimle kütüphane’ye götürdüm, O tüm olayı evvelinden sonuna kadar teferruatıyla bana anlattı ve dedi ki; “efendim benim hanımım intihar etmek istiyor; çocuklarımız sahipsiz kalmış; bizim hiç bir çaremiz kalmamıştı ki senin adresini verdiler. Bu kadar kitabı senin yanında görmem, kalbime bir aydınlık ve ümit saldı. Belki siz bu düğümü çözebilirsiniz”. Bir kahve getirdim ve sonra biraz düşündükten sonra o ihtiyar hanımdan kaç defa süt emmiş olabileceğini sordum. Bilernem, dedi “ama hanımım iki veya üç defadan fazla süt emmemiştir; çünkü hanımımın babası kızını süt emmesi için ancak iki veya üç defa o ihtiyar hanımın evine götürmüş olduğunu söyledi”. Bunu duyunca ben dedim ki, “eğer bu doğru olursa sizlerin şer’an bir müşkülünüz yoktur; nikahmız sahih ve

helaldir”, Bunu duyar duymaz zavallı benim ellerime kapanıp elimi ve başımı öptü sonra şöyle dedi: “Allah kalbini sevinçle doldursun; beni ıztıraptan kurtardm ve esenlik kapısnı yüzüme açtın. Artık kahvesini bitirmeden ve benim sözlerimin kaynağını bile sormadan izin alıp çocuk ve hanımına müjde vermek için hemen yanımdan ayrıldı. Ama ertesi gün yedi kişiyle birlikte tekrar benim yanıma geldi ve yanındakileri bana tanıtarak şöyle dedi: “Bu benim babamdır ve bu da hanımımın babasıdır ve üçüncü şahıs köy muhtarı, dördüncüsü cami imamı, beşincisi kabile büyüğü, altıncı şahıs okul müdürü yedinci şahıs şeyh’tir. Bunlar süt mahremliği ile ilgili meseleyi tartışmak ve bizim evliliğimizin helal olduğuna dair verdiğin fetvanın delilini sormak için buraya gelmiş bulunuyorlar”.

Ben onları kütüphaneye götürdüm ve onlara kahve sunup biraz taltifte bulunduktan sonra kendilerini dinlemeğe hazır olduğumu söyledim. Dediler ki, “Seninle süt mahremiyeti
mevzuunu tartışmak için geldik. Allah Kur’an’ı kerim’de süt emzirmenin mahremiyete sebep olduğunu ve süt kardeşlerinin evlenmelerinin haram olduğunu açıkça buyurmuştur. Keza Resulullah, “neseb yoluyla haram olan, süt emzirme yoluyla da haram olur” buyurarak süt kardeşlerinin birbiriyle evlenmesini haram etmiştir ve İmam Malik’de böyle evliliğin haramlığına fetva vermiştir; Ama sen böyle bir evliliğin helal olduğuna fetva vermişsin!”

Ben bir kişiyim” dedim “ama maşaallah siz sekiz kişisiniz; eğer hepinizle tartışacak olursam o zaman sizleri ikna edemem ve asıl mesele, yan meselelerin içinde kaybolup gider; bu yüzden en iyisi sizler aranızdan bir kişiyi seçin ben onunla konuşayım. Diğerleri de hakem olarak konuşmamızı dinlesinler”.

Onlar benim bu teklifimi beğendiler ve aralarındaki şeyh’in en bilginleri olduğunu söyleyerek onu benimle tartışmak

için seçtiler. O söze başlayarak şöyle dedi: “Sen, Allah ve Resulul’lun ve mezhep imamlarının haram ettiği bir şeyi nasıl halal edebilirsin?”

Dedim ki: Ben böyle bir işe teşebbüs etmekten Allah’a sığınıyorum. Allah’u Teâla sütle mahremiyete yolaçtığını mücmel bir ayetle açıklamıştır ve meselenin teferruatını ve şartlarını beyan etmeyi Resulüne(s.a.v) bırakmıştır; Resulullah’da bunun şartlarını tefsilatıyla açıklamıştır”.

Dedi ki, “Ama İmam Malik, bir damla sütle dahil mahremliğin gerçekleşeceğine ve evlenmenin haram olacağına fetva “vermiştir.

        “Biliyorum” dedim; “ancak İmam Malik’in sözü muhalefeti caiz olmayan bir delil değildir! Acaba sizin diğer İmamlar hakkkındaki görüşünüz nedir?”

“Allah hepsinden razı olsun; dedi onların hepsi Resulullah’tan ilimlerini almışlardır”. Bunun üzerine ben eğer İmam Malik’in fetvası, Resulullah’ın hükmüyle muhalif olursa o zaman sen Resulullah’ın hükmünü bırakıp İmam Malik’i taklit edersen Allah’a ne cevap verirsin?” diye bir soru sordum; şaşırarak “Allah’u ekber; İmam Malik o büyüklüğüyle nasıl Resulullah’ın kesin hükmü ile muhalefet edebilir? diye cevap verdi. Orda bulunanların hepsi benim bu sözüme yani İmam Malik hakkında böyle cür’etkar konuşmama şaşırdılar. Hemen dedim ki: “İmam Malik sahabeden miydi? “Hayır” dedi. Tabiin’den miydi? dedim. “Hayır, dedi “o ancak etba-i tabi’lerindendir”. Dedim ki, “Acaba Ali ibn’i Ebi Talib mi Peygamber’e yakın idi yoksa imam Malik mi?

“Elbette Ali ibn-i Ebi Talib daha yakın idi. O, Hülefa-i Raşidindendir” dedi.

Oturanlardan birisi de kalkıp dedi ki;

        “Hz. Ali ilim şehrinin kapısıdır”.

 Dedim ki o halde neden ilim şehrinin kapısını bırakmışsınız da ne saha be ne de tabiin’den olan birine bağlanmışsınız?

O, fitneden sonra ve Resulullah’ın Medine’si, Yezid’in ordusu tarafından tecavüze maruz kaldıktan, sahabenin büyükleri öldürüldükten, namuslar tecavüze uğradıktan ve Resulullah’ın sünnetlerinin yerini bid’atler aldıktan sonra dünyaya gelmiştir. Öyleyse insan, cinayetkar sultanların istekleri doğrultusunda fetva verdikleri için onların rızasını kazanan imarnlara nasıl güvenebilir?

Onlardan biri dedi ki: Senin şii olduğunu ve Hz. Ali’ye taptığını duymuşuz”.

Ama yanında oturan arkadaşı dirseğiyle onu vurarak dedi ki: “Sus; böyle değerli ve bilgin birine bu sözleri söylemekten utanmıyor musun? ben şimdiye kadar hiç bir alimin bu kadar çok kitabı olduğunu görmedeim; bu adam sözlerini tam bir güvenle ifade ediyor”.

O adama dönüp “Evet ben şiiyim ama şia Hz. Ali’ye ibadet etmiyor sadece İmam Malik’in yerine Hz. Ali’ye uyuyorlar; çünkü kendinizin de dediği gibi Hz. Ali, ilim şehrinin kapısıdır”. dedim. Bunun üzerine Seyh dedi ki: “Acaba İmam Ali süt kardeşlerinin evlenmelerine izin veriyor mu? “Hayır” dedim Ama İmam Ali buyuruyor ki; süt emmek evlenmenin haram olmasına yani birinin diğerinin süt kardeşi olmasına ancak o zaman sebep olur ki onbeş defa peşpeşe bir çocuk bir hanımdan süt emmiş olsun; öyle ki bu onbeş defanın her defasında çocuk sütten doyarak ayrılsın; yahut çocuğun vucudunda et oluşuncaya ve kemiği sertleşineeye kadar birinden süt emmiş olsun. Kadının babası sevinerek dedi ki: “Allah’a andolsun ki benim kızım iki veya üç defadan fazla süt emmemiş; İmam Ali’nin bu sözünde bizim için bir kurtuluş yolu vardır; bizim bu ümitsizliğimizden

 

sonra, Allah bize bir ümit ve rahmet kapısı açmıştır”.

Mürşitleri olan Şeyh dedi ki; “bu konuda bize yakin verecek bir delil gösterir misin?”

Kalkıp Ayetullah Hoi’nin “Minhac’us salihin” isimli kitabını getirdim ve ona verdim; onun kendisi süt konusunu iyice okudu ve ikna oldu.

Hepsi sevindiler özellikle benim ikna edici bir delil gösteremeyeceğimden korkan hanımın kocası çok memnun gözüküyordu. Sonra kitabı benden istediler ki onu köylerinde delil olarak gösterebilsinler; ben de o kitabı onlara verdim ve onlar bana dua ederek ayrılıp gittiler.

Ama benim evden çıktıklarında bize muhalif olan birisiyle karşılaşmışlar o da bunları bazı kötü hocaların yanına götürmüş ve o hacalar da bu zavallılara benim İsrail uşağı olduğumu ve onlara vermiş olduğum. Minhac’us salihin kitabının baştan başa saptırıcı şeylerle dolu olduğunu ve Iraklıların hepsinin kafir ve münafık insanlar olduklarını, şiilerin ateşperest olduklarından dolayı, bacı ve kardeşin evliliğine izin verdiklerini söylemişler.

Evet, bu tür yalan ve iftiralarla onları korkutarak benim sözlerimi bir şeye saymamalarını tavsiye etmişler. Onlar da aldanarak veya korkarak önceden ikna olmalarına rağmen tekrar yoldan çıkmışlardıe. Bunun üzerine kadının hocasını Kafse şehrinin mahkemesine başvurarak boşama davası açmaya zorlamışlar ve mahkeme başkanı da onlara başkente gitmelerini ve cümhuriyet müftüsü ile görüşerek ondan meseleye bir çözüm getirmesini istemelerini söylemiş. Kadının kocası başkente gitmiş ve orada bir ay kaldıktan sonra Cumhuriyet Müftüsü ile görüşmeye ve meseleyi baştan sona ona anlatmaya muvaffak olmuştur.

Müftü, evliliğin sahih olduğuna dair fetva veren alimin ismini soruyor; kadının kocası da, “Ticani Semavi isimli bir

alimden başka evliliğin doğruluğuna kimse fetva vermemiştir”, diyor. Müftü benim ismimi not ederek hanımın kocasına diyor ki: “sen Kafse’ye dön, ben oranın mahkeme başkanlığına bir mektup yazacağım ve sizin meseleniz hallolacaktır”.

Bir kaç gün geçmeden genel cumhuriyet müftüsünün mektubu, Kafse şehrine ulaşıyor. Kadının kocası avukatı aracığıyla Müftünün mektubunda böyle bir evliliğin haram ve batıl olduğuna dair hüküm verdiğini öğreniyor.

Bütün bunları hamınm kocası bana anlattı.

O bunları apıatırken, meselenin bu kadar uzamasından ve sağa sola koşmaya mecbur kaldığından artık bitkin bir vaziyete geldiği anlaşılıyordu.

Beni meseleye soktuğu için özür diledi. Ben temiz duygularından dolayı ona teşekkür ettim ve Genel Müftünün, böyle bir evliliğin haram ve batıl olmasına dair hüküm çıkarmasından dolayı hayret içinde olduğumu söyledim. Ve sonra ondan, Genel Müftünün yazmış olduğu mektubu bana getirmesini istedim ki onu itiraz olarak Tunus’un gazetelerinde yayınlayayım ve Tunus’un ,Müftüsünün İslam mezheplerinden ve onların süt mahremliği konusundaki ihtilaflarından haberdar olmadığını halka açıklayayım.

Ama hanımın kocası; “beni, dosyamın içindekileri görmeme bile müsade vermediler “nasıl öyle bir mektubu getirebilirim”. dedi.

Bir kaç gün sonra Mahkeme Başkanı bir mektup göndererek beni, sözkonusu kitap ve o karı kocanın evliliğinin batıl olmadığına dair delillerle birlikte mahkemeye istedi.

Ben de – önceden hazırladığım ve gösterilecek yerlerinin arasına kolayca bulunması için kağıt koyduğum kaynakları alıp – tayin edilen saatta mahkemeye gittim. Mahkeme başkanının sekreteri beni karşılayıp başkanın odasına götürdü; içeri

 

girdiğimde, İbtidai Mahkeme Başkanı’nın, vilayet Mahkeme Başkanının ve cumhuriyet savcısının üç diğer aza ile birlikte orada bulunduklarını gördüm hepsi de resmi bir oturumdaymışlar gibi resmi elbiselerini giymişlerdi. Kadının kocası da orada idi; o da salonun sonunda onlarla karşı karşıya oturmuştu.

Topluluğa selam verdim ama farkına vardım ki, onlar nefret ve tahkirle bana bakıyorlar. Oturduktan sonra Başkan bana dönüp haşin bir selse dedi ki; “Ticani Semavi siz misiniz”,! “Evet” dedim. Dedi ki; siz mi bu olayda evliliğinin doğruluğuna fetva vermişsiniz? Dedim ki; hayır, ben müftü değilim ama müslümanların imamları ve alimleri bu fetvayı ver mişler. Dedi; biz de bunun için seni sesledik; sen şimdilik bir sanık durumundasın; eğer iddianı delille isbat edemezsen suçlu görülüp hapse gireceksin ve buradan direk olarak hapishaneye götürüleceksin.

Ben bu sözlerden, tehlikeyle karşı karşıya olduğumu anladım; elbette fetva verdiğim için değil; bazı kötü alimlerin benim fitne çıkarıp sahabeye dil uzattığıma ve Ehl-i beyt, mezhebini yaydığıma dâir bunlara ispiyonculuk yaptığı için. Hatta (duyduğuma göre mahkeme Başkanı ispiyonculuk yapmış olan o âlime demiş ki; eğer iki şahit getirirsen ben onu hapse atarım.)

        Bunlardan başka İhvan’ul Müslimin’e bağlı olanlardan bazıları da, bu fetvayı suistimal ederek halkın içerisinde yaymışlar ki; ben kardeşlerin birbiriyle evlenmelerine izin vermişim ve bu da şia mezhebinin fetvasıdır. Ben bu sözlerin hepsini önceden duymuştum.

Mahkeme başkanının beni hapisle tehdit ettiğini görünce artık kendimi tam bir cesaretle savunmaktan başka bir çarem kalmamıştı. Onun için mahkeme başkanına, acaba çekinmeden

 

konuşabilirmiyim?” dedim.

– Senin avukatı n olmadığına göre istedigin gibi konuşabilirsin. dedi.

– Her şeyden önce şunu bilin ki ben fetva vermek için kendimi ortaya atmış bir şahıs değilim; bu kadının kocasından sorun; bunun kendisi benim evime geldi ve müşkülünün çözümünü benden istedi. Bu yüzden, bildiğimi esirgemedan açıklamadan başka bir çarem kalmadı ve ben onlardan kaç kez süt emmiş olduklarını sordum; hanımın iki defadan fazla süt emmemiş olduğunu öğrendim ve buna istinaden İslam’ın hükmünü açıkladım. Ben ne müçtehidim, ne de kendi re’yiyle şeri hüküm çıkaran birisi.

Mahkeme Başkanı dedi ki; sen bu sözlerinle yalnız kendinin islamı bildiğini ve bizlerin İslam’dan habersiz olduğunu mu iddia ediyorsun? Dedim ki; ben onu kastetmedim, ama bu bölgede halk İmam Malik’in mezhebine bağlı olduğu için o mezhep çerçevesinden öteye geçilmemektedir. Ama ben tüm mezhepleri araştırdığım için bu meselenin çaresini bulmuşum. Başkan, çaresini nereden buldun? diye sordu” Dedim ki; acaba sizden bir şey sorabilirmiyim?

“Sor” dedi. Dedim ki; Acaba islam mezheplerini nasıl görüyorsunuz? Dedi ki; onların hepsi sahihtir; çünkü hepsi hükümlerini Resulullah’tan almışlar ve onların ihtilaflarında rahmet vardır. Kadının kocasını göstererek dedim ki; o zaman bu zavallıya rahmedin ki iki aydan fazladır hanımı ve çocuklarından ayrılmıştır; çünkü bazı İslam mezhepleri var ki bunun sorununu hallediyor. Başkan sinirlenerek dedi ki; meseleyi bu kadar saptırman yeter; eğer delilin varsa göster, biz sana kendini savunma hakkı verdik; sen ise başkasına avukatlık yapıyorsun.”

Çantamdan Ayetullah Hoi’nin “Minhac’us Salihin” isimli

259

kitabını çıkardım; ona verdim ve dedim ki; Bu Ehl-i beyt mezhebinin kitabıdır; delilleri de içerisindedir. O sözlerimi keserek “bizim Ehl-i beyt mezhebiyle işimiz yoktur; ne onu tanıyoruz ne de ona inanıyoruz” dedi. Ben bu cevabı bekliyordum, bu yüzden Ehl-i sünnet’in kaynaklarını da kendi yanımda götürmüştüm.

İlk önce Sahih’i Buhari’yi, sonra Sahih’i Müslimi ve sonra Şeyh Mahmut Şeltut’un fetvalarını ve sonra İbn’i Ruşd’un Bidayetul Müçtehid ve Nihayet’ul Muktesid adlı, kitabını ‘Ve ondan sonra ibn’i Cevzi’nin Zad’ul Mesir Fi İlmit’tefsir kitabını bir kaç kitapla birlikte çantama yerleştirmiş bulunuyordum. Başkan, Ayetullah Hoi’nin kitabına bakmayı kabul etmeyince ondan sordum ki hangi kitapıara inanıyorsunuz?

“Sahihi Buhari ve Sahibi Müslime” dedi.

Hemen Sahih-i. Buhar’yi çıkarıp, belirlenen yerini ‘açıp ona uzatarak,” buyurun okuyun” dedim. Dedi ki “kendin oku'” Ben okumaya başladım; orada yazmıştı ki: “Falan ravi falandan ve o da Aişe’den nakletmiştir ki “Resulullah dünyadan gitti ama süt emme miktarı, beş veya beşden fazla olmayınca’ “süt emzirmek nedeniyle evlenmeyi haram etmedi”.

Başkanın kendisi o kitabı benden alıp okudu, sonra yanındaki vekile verdi; o da okuduktan sonra yanındakine verdi. Ben o sırada Sahih’i Müslim’i çıkardım ve aynı hadisi onda da bulup gösterdim ve sonra “el Ezher” Şeyhi Şeltut’un fetvalarını içeren kitabı çıkardım. O kitabında süt konusunda Mezhep imamlarının ihtilaftarını nakletmiş ve bazı alimlerin emzirme onbeş defadan az olursa evlenmenin haram olmayacagına fetva verdigini, bazılarının yedi defa ve bazılarının ise beş defayı şart koştuklarını zikrettikten sonra yalnız İmam Malik’in nasla muhalefet ederek bir damlanın bile (evliligin) haram olmasına sebep olduguna dair fetva verdiğini

 

kaydetmişti sonra Şeyh Şeltut şöyle yazmıştı: ben bu fetvanın vasatını kabul ediyorum; yani yedi ve yedi defadan fazla süt emerse haram olur.

Mahkeme Başkanı bunları gördükten sonra dönüp hanımın kocasına “Git hanımın babasını getir bizim yanımızda şahitlik versin ki kızı, iki yahut üç defadan fazla süt emmemiştir; sonra gidip hanımını evine götürürsün” dedi.

O zavallı sevinçli bir halde hemen kalkıp gitti.

Savcı ve diğer azalar da görevlerinin başına gitmek bahanesiyle izin istediler; Başkan’da onlara izin verdi. Artık ikirnizden’ başkası orda kalmamıştı. Başkan bana yönelip özür dileyerek dedi ki: “Beni affet hocam! seni başka türlü bana anlatmışlardı ve senin hakkında olmadık şeyler demişlerdi. Şimdi anladım ki o sözleri, söyleyenlerin hepsi yalancı ve inatçıl insanlarmış”,

Bu kadar kısa bir süre içinde böyle bir tahavvulun gerçekleşmesi, beni çok sevindirdi; dedim ki: Allah’a şükürler olsun ki O (Allah) sizin elinizle bana nüsret verdi. Dedi ki; duyduğuma göre senin büyük bir kütüphanen var; acaba “Heyat’ul heyvan’il kubra” isimli kitabınız varmıdır? Evet, dedim. Dedi ki: onu iki yıldan beridir arıyorum acaba o kitabı bana ödünç olarak verir misiniz? Dedim ki, “Ne zaman isteseniz o kitabı kütüphenemizden alabilirsiniz. Dedi ki; Benim büroyu gelmek için vaktiniz olur mu acaba? ki (Oturup) konuşalım ve sizden istifade edeyim.

“Rica ederim” dedim; “ben sizlerden isıifade etmeliyim; çünkü siz, yaş ve makam yönünden benden daha üstünsünüz; ben haftanın dört günü tatilim ve bu müddette sizin hizmetinizdeyim,”

Onunla her cumartesi günü duruşması olmadığı için biraraya gelmeyi kararlaştırdık.

 

O, sahih’i Buhari ve Müslim’i ve şeyh şeltut’un fetvalarını içeren kitabı, içindeki süt mevzuü ile ilgili olan nasları yazmak için onun yanında bırakmarnı istedi; ve ben sözkonusu kitapları ona bıraktım. Ayrılmak için kalktğımda o da benimle birlikte kalkıp beni uğurladı.

Ben sevinçli bir halde ve bu başarıdan dolayı Allah’a şükrederek oradan ayrıldım. Oysa oraya girdiğimde korku içindeydim, ve hapise girmek tehdidi ile karşılaşmıştım. Ama oradan ayrıldığımda artık Mahkeme Başkanı, bana saygı gösteren ve benden istifade etmek isteyen samimi bir dost olmuştu.

Bunların hepsi, Ehl-i beyt’in bereketlerindendir ki onlara sarılan asla umutsuzluğa düşmez ve onlara sığınan amanda olur.

Kadının kocası bu olayı kendi köylerinde anlatıyor ve bu haber, tüm komşu köylere de yayılıyor ve kadında kendi kocasının evine dönüyor ve onların meseleri böylece hallouyor. Bunun üzerine halkın içerisinde meşhur oluyor ki, ben devletin Genel Müftüsünden bile daha bilgiliyim.

Bir süre sonra kadının kocası büyük bir araba ile gelip beni ve ailemi köylerine davet eııi ve köy halkının beni görmek istediklerini ve üç tane kurban kesmek istediklerini söyledi. Ben Kafse’de işlerimin sıkı olması nedeniyle özür dileyerek gelemeyeceğimi söyledim ve onlara söz verdim ki ileride munasib bir vakitte onların ziyaretine gidecegim.

Mahkeme başkanı da bu olayı kendi arkadaşlarına anlatıyor ve bu olay daha da yayılıyor.

Böylece; Allah’u teala bize tuzak hazırlayanların tuzağını kendilerine çevirdi.

Hatta bize karşı komplo hazırlayanlardan bazıları bile gelip özür dilediler ve Allah onlardan bazısının basiret gözünü açtı; onlar da hakkı kabul eylediler ve ihlaslı dostlarımızdan
oldular.

 “Bütün bunlar, Allah’ın bir lutfü idi ki O, dilediği kullarına bağışlar ve Allah büyük lutüf sahibidir.”

Ve son sözümüz şudur ki, bütün hamdler, (övgüler) Allah’a mahsustur; Onun salat’ı Efendmiz Muhammed (s.a.v.)e ve onun pak Ehl-i Beyt’ine olsun.

Prof.Dr.Muhammed TİCANİ SEMAVİ

Mütercim: Hasan YILDIRIM
Yayınevi : Ensariyan Yayınevi