GADİR-İ HUM’UN TARİHTEKİ YERİ

Gadir Hum tarihin inkâr edilemez bir gerçeğidir. Peygamber efendimizin son veda haccında Allah’ın emriyle Hz. Ali (a.s)’ı kendinden sonra Müslümanlara halife ve vasi olarak tayin ettiği hadisedir. Fakat şöyle bir soruyu sorarak tarihe göz atmak gerekir; Niçin Peygamber efendimizin bu emri yerine getirilmedi? Hangi olaylar veya hangi cereyan eden olaylar buna engel oldu?

   Ehlisünnet ve Şia kaynaklarının kesin olarak kabul ettikleri ortak nokta; böyle bir olayın gerçekleştiği ve Peygamber efendimizin “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” diye buyurduğudur. Bunun dışındaki olayları Ehlisünnet âlimleri kabul etmezler. Hutbenin sadece bu bölümünü kabul ederler ve hutbede geçen “Mevla” kelimesinin de; “dost, sevdiği” manasında olduğunu iddia ederler. Biz her şeye rağmen bu kadarını da göz önünde bulundurarak Gadr-i Hum olayına bir göz atıp sorumuzun cevabını bulmaya çalışacağız.
   Şimdi Mevla kelimesini kaldırıp yerine dost ve sevdiği kelimesini bırakalım; “Ben kimi seviyorsam Ali’de onu seviyor” manası çıkacaktır. Bu neyi ifade eder? Arapça’da istihkâmı olmayan bir cümledir. Mana tamam değildir. Hiçbir şeyi ifade etmez. Ehlisünnet kaynakları Hz. Ali (a.s) ile bazı sahabelerinin arasında ihtilaftan dolayı Peygamber efendimizin böyle buyurduğunu iddia eder. Peygamberimiz, Hz. Ali (a.s) ile tartışan kimseleri kınamak ve Hz. Ali (a.s)’ın haklı olduğunu bildirmek için şöyle buyurduğunu yazarlar. Hal böyleyken; Peygamber efendimizin “Ben kimi seviyorsam Ali’de onu seviyordur” diye buyurmasının hiçbir manası yoktur. Öyleyse Mevla kelimesinin dost veya sevdiği manasına gelmesi doğru değildir. Kaldı ki binlerce hacıyı durdurup sadece böyle bir şeyi buyurması da düşündürücüdür!
   Yine çok ilginçtir. Belki birçoklarının dikkatini çekmemiştir; ama üzerinde düşünülmesi gereken soru işaretleri ile dolu bir hakikat… Muteber tarihi kaynakların fihristinde Gadir-i Hum olayından hemen sonra Peygamberin (s.a.a) vefatı konusu işlenir. Acaba bu yetmiş günde hiçbir hadise olmamış mıydı da tarihçiler yazmadı? Yoksa vardı da sansüre mi uğradı? Peygamber efendimizin en ince hal, hareket ve davranışlarını nakleden, bazen gazvelerde Peygamber efendimizin çadırının bekçisinin ismine kadar yazan bu kaynaklar niçin yetmiş gün içinde vuku bulan olayları yazmadılar? Acaba hadis yasağının bir sebebi de bu mudur? Bu süre zarfında olan olaylar belki de; birçok tarihi gerçeklere ışık tutabilecekti… Acaba birileri Peygamber efendimiz için bazı planlar mı hazırlıyordu da bilinmesini istemiyorlardı? Evet, Peygamber efendimizin son anlarıyla ilgili bazı bilgiler elimize ulaşmıştır. Bunlarda da düşündürücü noktalar vardır. Örneğin Peygamberimiz “Bana bir kâğıt kalem getirin size öyle bir şey yazayım ki benden sonra asla ihtilafa düşmeyin” dediğinde birileri “Bu adam sayıklıyor” demişti. Bazı kaynaklar bu sahabenin kim olduğunu zikretmiştir. Ama her şeyden daha ilginç olanı; Peygamberin sözünden ziyade, Peygamber’e sayıklıyor diyen kimsenin sözünün dinlenip itaat edilmesidir. Niçin birileri kalkıp “Yahu sen Peygambere karşı nasıl böyle konuşuyorsun” deyip de kolundan tutup dışarı atmadı… veya “Sus utan Peygamberin yanında niçin böyle konuşuyorsun” demedi ve diyenlerde olduysa sesleri cılız kaldı ve çoğunluk ötekinin sözünü kabul etti.
   Bir diğer ilginç ve düşündürücü olay da “Usame’nin ordusu” dur. Peygamber (s.a.a) Ali’den (a.s) başka bütün sahabenin Medine’yi boşaltmasını istiyordu. Genç birisi, sahabenin önde gelen, yaşlı ve aksakallarına komutan oluyordu… Acaba Peygamberimiz (s.a.a) Usame’yi bilerek mi seçmişti? Bir şeyler mi anlatmak istiyordu? Elbette ki Peygamber (s.a.a) bunu bilinçli yapıyordu. Peygamber’in (s.a.a) hangi işi bilinçsiz olabilir ki! Arap yarımadasında töre haline gelmiş ihtiyar birisinin, kırk yaşını geçmiş kimselerin önder olabileceği tabusunu yıkmak istiyordu. Bunu çok iyi derk eden kimseler de Usame’nin ordusuyla bir türlü hareket etmemişti. Peygamber’i (s.a.a) yalnız bırakmak istememeyi bahane etmişlerdi. Vasiyet yazmak istediğinde “Bu adam sayıklıyor” deyip hazretin yanında söz dalaşına girenler bunu söylüyorlardı. Peygamber efendimiz (s.a.a) hem vasiyet yazamamıştı hem de Usame’nin ordusunu bir türlü Medine’den çıkaramamıştı. Sonunda âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber ruhunu yaratanına teslim etti ve İslam âlemini büyük bir yasa boğarak, kırgın bir kalple dünyadan göçtü.
   Hem vasiyet hem ordu…olay bitmedi tabi ki; birileri kalkıp “Kim Peygamber öldü derse boynunu vururum” dedi. Sonra bir sahabe geldi de mübarek Kuran’dan şu ayeti okudu; “Eğer o ölse veya öldürülse siz gerisin geriye mi dönüvereceksiniz?”… ölümle tehdit eden sahabe; “Bu ayeti hiç duymamıştım” dedi. Oysa bu ayeti sahabeden birileri daha önce okumuştu da tehdit eden kabul etmemişti. Evet; ikincisi sadece birincisinin okumasıyla o ayeti kabul etti. Yine, acaba neden? Diye sormak lazım. Yoksa birincinin gelmesini mi bekliyordu? Gelse de ne olacaktı ki!? Bir planları mı vardı? Diye düşünesi geliyor insanın… ama düşünemiyoruz… Soramıyoruz zaten, tarihte her şeyi sorabilirsiniz ama ashap hakkında hiçbir şeyi soramaz ve düşünemezsiniz…
   İlerleyen zamanlarda olaylar daha da karmaşık bir hal alıyordu. Tarihi kaynaklar Gadr-i Hum olayı ile Sakife olayı arasında ortalama yetmiş günlük bir zaman olduğunu yazarlar. Ensar yani Medine’nin yerli halkı aralarından bir halife seçmek için toplantı mekânı olarak kullanılan bir bağda toplandılar. Toplantı esnasında nereden haber almışlarsa üç kişi sahneye girdi; “Biz Kureyş’teniz. Hilafet bizim hakkımız, Araplar bizden başkasının halife olmasına razı olmazlar dediler”. Evet, söz doğruydu. Arap Kureyş’ten başkasının halife olmasına razı olmaz, boyun eğmezdi. Bir anda Kureyş’ten olan Muhacirlerden birincisi halife olarak seçildi. Birileri aradan cılız bir sesle “Biz Ali’den başkasına razı olmayız” dedi de kimse sesini duymadı… duyulması da mümkün değildi… çünkü Ensardan olanlar bir şeyler anlamıştılar da Muhacirden önce Sakife’de toplanıp hilafetin Muhacirin eline geçmesini istemiyorlardı. Onlarda çok iyi biliyorlardı ki bu hilafeti Kureyş Ali’ye vermez… Ensar korkuyordu. Çünkü Muhacirlerin akrabalarından müşrikleri öldürmüşlerdi. Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra intikam almak istemelerinde korkuyorlardı… çok ilginç bir sonuç olduğu zannedilebilinir. Fakat garipsememek lazım; Sakife de halife seçildikten sonra Hz. Ali’nin (a.s) evine yöneldiler. Bütün kaynakların ortak olarak kabul ettikleri nokta şudur; Hz. Fatıma’nın (s.a) kapısına dayandılar; “Evdekiler dışarı çıkıp yeni halifeye biat etmelidir, yoksa bu evi yakarız” dediler. Yine tarihi kaynaklar bu şahsın kim olduğunu yazmaktadır. Bu evde Peygamberin kızı Fatıma vardır, nasıl yakarsınız bu evi denildiğinde, “Fatıma dahi olsa bu evi yakarız” dediler. Peygamberin yegane yadigarı yeryüzünde tek hatırası tek evladı Fatıma için bu sözler deniliyordu…Çok düşündürcü değil mi? Yani bu hükümet için biz çok şeyi göze almışız, biz Gadir-i Hum’u bilmeyiz. Gerekirse Peygamber kızı dahi olsa her şeyi yakıp yıkarız diyorlardı. Bu dehşet verice sözler bir anda mı ortaya çıktı? Yoksa o yazılmayan yetmiş günlük Gadir-i Hum’dan Sakife’ye kadar olan yetmiş günlük süre zarfında mı bir takım komplolar kuruldu…
   Şimdi bir ilginç soruyla daha karşı karşıyayız; Gadr-i Hum ile Sakife arasında yetmiş gün vardır. Bu yetmiş gün içerisinde bütün sahabe mi unuttu Gadr-i Hum’u..? Niçin hiç kimse kalkıp; “Peygamber efendimiz Ali’yi (a.s) Gadr-i Hum’da seçti” diye bağırmadı? Bütün sahabe mi yanlış yapmıştı acaba? Cılız sesler bastırılmıştı. Ali’den başkasına razı olmayız diyenler susturulmuştu. Ondan öteye Ensar’ın adayı da şüpheli bir şekilde ölmüştü. Cinler öldürdü denilmişti…
    Bu sorunun cevabını tarihe sormak lazım. Üçüncü halife seçildiğinde Cündep ısrarla Ali (a.s) halife olmalıdır diye bağırıyor, gerekirse savaşarak alırız dediğinde Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştu “Ey Cündep! On kişiden birisi bana biat eder mi? Evet, öyle zannediyorum dedi Cündep. Hz. Ali (a.s) hayır ben öyle zannetmiyorum diye buyurdu. Allah’a andolsun ki yüz kişiden bir tanesi bile benimle biat etmez dedi. Sana (olayın aslını) haber vereyim; insanlar Kureyş’in (ağzına) bakıyorlar. Onlar Muhammed’in kavmi ve kabilesidir. Kureyş’te kendi arasında şöyle diyor: “Bir gün Muhammed nübüvvet ile insanlara üstün oldu. O kendisini önder biliyordu, Kureyş’i değil. Eğer Muhammed’in ailesi,kabilesi toplumun önderi olursa (hilafeti ele geçirirlerse) bu hükümet ve rehberlik onların elinden çıkmaz. Başkasına hükümet yetişmez. Ama hükümet ve rehberlik başkalarının elinde olursa kendi aralarında elden ele dolaşacaktır. Bundan dolayı Kureyş elinden geldiği kadar bu hükümetin,hilafetin bizim elimize geçmesine izin vermeyecektir. Allah’a and olsun ki! Bu insanlar isteyerek hilafeti bize vermezler.” Evet! Kureyş kararını vermişti; bu hilafet asla Ben-i Haşim’in yani Peygamber (s.a.a) kabilesinin eline düşmemeliydi. Çünkü bu kabile Arap yarımadasının en güçlü otoritesi olan Kureyş’in, en güçlü koluydu. Eğer hilafet bu kabilenin eline düşseydi bir daha asla çıkmayacaktı. Bu kabilede istidatlı, imanlı, yetenekli, güçlü, otoriter, vakarlı insanlar fazlaydı. Hz. Ali’den sonra Hz. Hasan daha sonra Hz. Hüseyin her biri liyakatli ve Peygamber hanedanından olan kimselerdi. Kureyş kabilesi irili ufaklı yirmi yedi boydan oluşuyordu. Büyük çoğunluğun aldığı karar ile hilafet Ben-i Haşim boyuna ulaşmamalıydı. İlerleyen tarihte de bunu görmek mümkündür. Ben-i Adiy, Ben-i Teym ve Ben-i Ümeyye boyları ele ele verip hükümeti elden ele dolaştırdılar.
   Doğrusu Peygamber efendimizin biricik kızının evine saygı göstermeyenler Gadr-i Hum’u nasıl umursayabilirlerki, Gadr-i Hum’u umursamayan bir topluluğa, Peygamberin Gadr-i Hum’da ki buyruğunu hatırlatsan ne yazar…
   Hz. Ali (a.s) bulduğu ilk fırsatta Gadr-i Hum’u hatırlatmıştı ashaba; hükümeti zamanında Kufe şehrine girdiğinde ashabı bir araya toplayarak Gadr-i Hum’a şehadet vermelerini istedi. On yedi sahabe itiraf etti. Aralarından birisi itiraf etmekten kaçındı. Hz. Ali’nin (a.s) nifrin etmesiyle kötü bir hastalığa müptela olarak dünyadan gitti.
   Şimdi asıl sorumuza dönelim; Niçin Peygamber efendimizin bu emri yerine getirilmedi? Hangi olaylar veya cereyanlar buna engel oldu?

   Bu soruların cevabı biraz olsun netlik kazandı. Yazılmayan vasiyet, hareket etmeyen Usame’nin ordusu, Ensar’ın halife adayının şüpheli ölümü, Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin yakılmasının istenmesi… Bunların bir anda gelişen olaylar olduğunu düşünmek biraz sadelik olur. Sistematik bir çalışma veya işbirliği olmadan Peygamber’in emrini bir kenara itmek kabul edilecek bir şey değildir. Tarihi parçalar yan yana bırakıldığında aslında Gadr-i Hum’u yok etmek için perde arkasında büyük bir komplonun oynandığını görmek mümkündür.

Turgut Atam

…………………….