KUR’AN VE AKIL ÇERÇEVESİNDE HZ. ALİ(A.S)’NİN İMAMETİ

KUR’AN VE AKIL ÇERÇEVESİNDE HZ. ALİ(A.S)’NİN İMAMETİ

MUHAMMED CEVVAD MUGNİYYE

 ÇEVİRİ: NEDİM AYBACI

B İ R İ N C İ K İ T A P

 ALİ (A.S) ’NİN İMAMETİ VE AKIL

بِسْـــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيم

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

YAZARIN ÖNSÖZÜ

“Kur’an ışığında Hz. Ali” ile “Hz. Ali’nin İmameti  ve Akıl” adlı kitaplarım dört kez basıldı, her defasında  bütün nüshaları kısa zamanda tükendi. Bu durum, her iki kitabımın da hakkettikleri ilgiyi gördüklerini göstermektedir.

Bu nedenle  ve bir çok yerden gelen yoğun isteğe dayanarak  her iki kitabı “Kur’an ve Akıl  çerçevesinde Hz. Ali’nin İmameti” adı ile tek bir kitap halinde   yayımlamağa karar verdim. Başarı Allah’tandır

  1. C. MUĞNİYYE

 

ÇOĞU HAKTAN NEFRET EDER

HAK’TAN BAŞKA İMAM YOKTUR

Herkes “Hak’tan başka imam yoktur” der, ancak iş fiile geldiği zaman büyük çoğunluk bunun tersini yapar.

Örneğin: Hak der ki “Sen başkasının hatalarından önce kendi hatalarından sorumlusun, başkalarının hatalı olabileceği gibi sen de hatalı olabilirsin.”  İnsanın  hırsı, taraftarlığı, öğrenimi, eğitimi, yetişme tarzı; araştırmacı ise  eksik  araştırması, sıradan  okuyucu ise tek yanlı kitap okuması gibi değişik faktörler hatanın oluşmasında büyük rol oynar. Bütün bu unsurlar başkası için ne kadar geçerli ise senin için de o kadar geçerlidir.

Eğer başkasının delillerini yeterince  incelemeden senin yüzde yüz haklı, ötekilerin  yüzde yüz haksız olduğuna inanıyorsan kendine Haktan başka imam  edinmişsin demektir. Bu durumda sen, Hak yolunda değilsin.

Evet başkasının düşünceleri  yanlış olabilir; peki bunun tersi mümkün değil mi?  Onların düşünceleri de sağlam bir temele dayanmış olamaz mı? Eğer, “ne olursa olsun  ötekiler hatalıdır” diyorsan her şeyden önce önyargılı olduğun için hatalı olan sensin. Onların düşüncelerinin doğru yada yanlış olduğuna karar vermeden önce araştırma ve inceleme yapmalısın.

Eğer kendini hatadan ve çelişkiden sakınmak  istiyorsan, düşünceleri  atalarının düşüncelerine ters düşse bile peşin hükümlü olmaktan vazgeçmeli, seni gerçeğe götürecek yolları aramalısın. Bunun yöntemi, gerçeğini öğrenmek istediğin şeye  göre değişir. Görülebilir, işitilebilir  veya dokunulabilir ise, bunun göz, kulak veya dokunma yoluyla yapılması mümkündür. Ancak akli bir konu ise bunu sadece akıl yolu ile bulabilirsin. Örneğin Hz.Muhammed’in (s.a.a), İmameti, Nass’la (metin) Hz.Ali (a.s)’ye bıraktığını okursan veya duyarsan  bunun doğru olup olmadığına hemen karar vermeyebilirsin, ama emin olmak istiyorsan  senin  muteber kabul ettiğin hadis kitaplarını incelemen yeterlidir.(1)

“Hakka ve doğruluğa giden yol bellidir” diyebilirsin. Mutlaka bu böyledir; ancak her hataya düşen hatalı olduğunu bilmemekte, dolayısı ile Hakka giden yolu arama gereği duymamaktadır. Hatalı insanları iki gruba ayırmamız mümkündür:

Bilinçli olarak hatasında ısrar edenler ve bilgisizlikten dolayı hatalı olduğunu bilmeyenler.

Hatasından bilinçli olarak  dönmek istemeyenlere  yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Onlara  bin bir delil de getirsek hatalarından dönmeyeceklerdir.

Bilgisizlikten dolayı hatalı olduğunu bilmeyenlere  ise delilleri göstermek ve elimizden geldiğince onları ikna etmeğe çalışmak vazifemizdir.

AKILDAN BAŞKA İMAM YOKTUR

Akıldan başka imam yoktur, bu gerçek Kur’an-ı Kerim ve Hz.Muhammed (s.a.a) tarafından dile getirilmiştir. Hz.Muhammed (s.a.a) insanlara aklı imam ve önder edinmelerini emretmiştir.  Yağmurun gerçekliği bile aklın ve düşüncenin ürünüdür. Hatta bir hadise göre Hz.Muhammed (s.a.a) “Dinimin  aslı akıldır” demiştir.

Aklın elle tutulan, gözle görülen veya kulakla işitilen bir şey olmadığı şüphesizdir. O dokunamadığımız ama içimizde hissettiğimiz bir şeydir. Aklın İmametinin anlamı Hakkın imametidir. Her kim ki Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberse akıl ve din buyruklarına göre imam odur.

Soru: Bu vasıfta biri var mıdır?

Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed (s.a.a)’tir

Soru: Bu vasıfta Hz.Muhammed (s.a.a)’ten başka  biri var mıdır?

Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed (s.a.a) kim için “Hak daima onunla ve o daima  Hakla beraberdir” demişse odur.

Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali İbn-i Ebu Talib  (a.s) için:

“علي مع الحق والحق مع علي، يدور معه كيفما دار”

“Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberdir, ne tarafa dönse  Hak  onunla  döner”

dediği bütün Müslümanlarca   bilinmektedir.(2)

Bunun anlamı  “Hz Ali (a.s)  hiç hata yapmayan bir alim, hiç zulüm yapmayan bir adil, Allah’a hiç karşı gelmeyen bir itaatkar”dır.

Eğer din ve akıl böyle birine itaat etmeyi emretmiyorsa, insanlığın ne bir anlamı ne de bir kıymeti vardır!

 

 

TUHAF BİR İDDİA

 İlginç olan bir durum da bazılarının, “Mademki Hak Ali ile beraberdir o halde Hak ondan önce hilafete gelenlerle de  beraberdir, çünkü Ali Halifelerle birlikte idi” demeleridir.  Bunu  diyenler aynı zamanda Abdurrahman İbn-i Avf’ın hilafeti Hz.Ali (a.s)’ye vermek için Allah’ın Kitabı, Peygamberin sünnetinin yanı sıra  iki şeyhin -Ebu Bekir ve Ömer’in- yolundan gitme şartını ileri sürdüğünde, Hz. Ali (a.s)’nin: “iki şeyhin yolundan gitmektense Hilafeti  hiç almam” dediğini gayet iyi bilir. Buna rağmen Abdurrahman İbn-i Avf’ı haklı kabul ederler.

Çelişkiyi görüyor musun sayın okuyucum,  “Ali Hak’la beraberdir…..” hadisi Hz. Ali (a.s)’nin haklı olduğunu ispat ettiği kadar iki şeyhin haklı olduğunu da ispat etmektedir, çünkü Ali onlarla birlikte idi!. Aynı zamanda Hz. Ali (a.s) iki şeyhin yolunda yürümediği için  haksızdır.  Biri sana “Halil’in bütün serveti  babası İbrahim’den, İbrahim’in bütün serveti

oğlu Halil’den miras kaldı”  derse ne kadar mantıklı bulursun?.

Çelişkinin gerçek netliğini, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’i ’incelediğimizde  görebiliyoruz, Sahih-i Buhari’nin  El Fiten kitabının birinci bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır:

” قال النبي: (ص) أنا فرطكم على الحوض، ليرفعن إلي رجال منكم ، حتى إذا أهويت لأناولهم اختلفوا دوني ـ أي أخذوا – فأقول: أي ربي أصحابي … يقول: لا تدري ما أحدثوا بعدك”

“Peygamber dedi ki: Ben Havz’ın başında bana yükseltilecekleri beklerken, eğilerek ellerini tutmak istediğim kişiler göreceğim; ancak bazılarının bana ulaşması engellenecektir ‘Allah’ım bunlar benim Sahabem”,  diyeceğim, Allah da  bana ‘senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun’  diyecektir.”

Sahih-i Müslim, baskı 1348 H, cilt 2, S:61’de ise şöyle yazmaktadır:

“إني على الحوض انتظر من يرد علي منكم، فوالله ليقطعن دوني رجال ، فاقو لن : أي ربي مني ومن أمتي… فيقول لا تدري ما عملوا بعدك؟ . ما زالوا يرجعون على أعقابهم.”

Havz’ın başında  sizden gelecek kişileri bekleyeceğim zaman,  gördüklerime elimi uzatacağım ancak benden uzaklaştırılacaklardır, ‘Allah’ım bunlar benden, benim ümmetimden’ diyeceğim, Allah da  bana ‘senden sonra ne yaptıklarını  bilmiyorsun’ diyecektir.”

Bu hadisler Al-i İmrân suresinin 144. ayeti ile pekişmektedir.

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإْن مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ}(آل عمران/144)

“Muhammed Bir peygamberdir ondan önce de peygamberler gelip gitmiştir, şimdi ölür yada  öldürülürse gerisin geriye mi  döneceksiniz ?”

Buna rağmen derler ki “Ayırt edilmeksizin bütün sahabeler adildir.”  bize göre bu konudaki ısrarlarının nedeni, Halifelerin haklılıklarından kuşku duymamak için Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim hatta Kur’an-ı Kerim’den bile olsa gerçek delilleri görmek istememeleridir. Neden mi: Ata inancı söz konusudur.

O inanç, Kur’an-ı Kerim’in ve sahihlerin delillerine  karşı da olsa kıyasın temelidir.

İMAMETİN AKIL İLE İLİŞKİSİ

 AKIL VE AKIL DIŞI

Akla İbrahim’in evin içinde olup olmadığını sorarsan, sana bunun kendi ihtisas alanına girmediğini söyler. Ama onun nerede olduğu veya yerin altında ne gibi hazinelerin ve madenlerin olduğunu öğrenmek istediğini söylersen, senden araştırmanı, deney ve gözlem yapmanı ister ve doğrulara ulaşman için her zaman sana ışık tutacağını söyler.

            Bu tür bilgiler akıldan gelmez; ama akıl sayesinde gelir. Görsel veya işitsel delillerin bile aklın yardımına ihtiyacı vardır; çünkü insan akıldan yoksun olduğu zaman bir hiçtir. Ancak, aklın delilleri  kabul etmesi ayrı, delilleri  eleştirip doğrusuna ulaşması ayrıdır.

Eğer akla “İbrahim evde olabilir mi” diye sorarsan sana hemen evet cevabını verir ki bu bilgi akıl dışından değil aklıdan gelir. Çünkü  doğru bilgiye ulaşmak sadece akıldan veya sadece deney ve gözlemden gelmez;  eğer öğrenilmesi istenen gerçek, araştırmayı gerektiren  nazari bir olgu ise mümkün olup olmadığını ancak akıl sayesinde öğrenebilirsin. Ama eğer gerçek  sadece maddi ise –cismin kapsadığı elementleri öğrenmek gibi- o zaman bunun yöntemi deneydir.

Eğer Uluhiyet (Tanrısallık), Peygamberlik veya İmametle ilgili konuları sorarsan bu sorular aşağıdaki detayları gerektirir.

ULUHİYETLE  İLGİLİ

Yaratıcıyı ancak akıl yoluyla idrak edebiliriz; çünkü doğa ötesini deneyle öğrenmemiz imkansızdır. Allah’ın vahyi ile onun varlığını kabul etmek, doğru ve Hak olduğu iddia edilen bir şeyin doğru olduğu iddia edildiği için kabul etmeye benzer. Bu yüzden Allah’ın varlığını ispat etmekte aklımızı kullanmalıyız. Kur’an-ı Kerim de, insana Allah’ın varlığını akıl yoluyla idrak edebileceğini söylemiştir.

Eğer akla: “Allah’ın varlığının ispatı nedir?” diye sorarsak, bize: “Evrene,  evrenin içindeki harekete, düzene ve dengeye bakın, sonra bunu açıklamak için dilediğiniz kadar teori ve varsayım düşünün ilim ve mantığın, tek bir açıklama dışında  hepsini reddettiğini göreceksiniz, o da  her şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah’tır diyen açıklamadır.” der. Mantık ehline göre imkansız olan şey aklın imkansız kabul ettiği şeydir.  Örneğin, iki çelişiğin  birleşmesi veya birlikte yükselmesi gibi,  eğer “evrende su vardır” iddiası gerçekse  bunun tersi olan “evrende su yoktur” iddiası gerçek dışı demektir. Bir şeyin aynı anda iki çelişik şeyle vasıflandırılması düşünülemez. Bu durumda “evrende her şey rastlantı sonucu meydana geldi” teorisi yalan ise, bizim “evren bir irade ve tasarı sonucu meydana geldi” diyen tezimiz doğrudur.

            Bu konuda bir örnek vermek istiyorum, eğer adının ve  soyadının ufukta ışıkla  yazıldığını görürsen, bunun zekalı bir insan tarafından  yapılan bir aletle gerçekleştiğini düşünürsün. Bunun yerine “çarpışan iki otomobilin veya iki trenin veya patlayan yanardağın saçacağı ışıkların rastlantı sonucu senin adını soyadını havaya yazmalarının mümkün olduğunu” ileri sürer ve  “bu bir varsayımdır” diyecek olursan, şüphesiz bunu akıllı hiç bir insana kabul ettiremezsin.

“Varsaydığımız  bir şeyi gözümüzle görmedikçe elimizle dokunmadıkça o varsayımın ne anlamı  var” diyebilirsiniz. O zaman, gözümüzle görmediğimiz, elimizle dokunmadığımız aklının varolduğu varsayımının da bir anlamı yoktur. Doğa bilimcileri bile delile ihtiyaç duymaksızın  varsayımın geçerliliğini  kabul etmekteler. Görmeden  dokunmadan akılları ve önsezileri ile atomun varlığını hatta şeklini, özelliklerini ve etkinliğini belirlediler. Eğer bilim adamları sadece duyularla bilinenlere değer verselerdi bilimin kapıları her zaman  kapalı kalmaz mıydı?. “Bu dünyanın gerçeğini en iyi anlatan şey gözle görülmeyen, bilinmeyen, gizemli, ancak aklımızla ve vicdanımızla var olduğunu bildiğimiz yönleridir” diyen ne kadar doğru söylemiştir. (3)

PEYGAMBERLİK

Peygamberlik, Allah (c.c)’la kulları arasında bir elçiliktir, İyiliğe davet eder,  şerden sakınmayı tavsiye eder,

peygamberliğin varlığı gereklidir ve gerekli olanın varlığı kaçınılmazdır. İnsana, kedisine ve topluma karşı olan görevlerini ve haklarını belirler. Filozofların çoğu: “Akıl, insanın Allah’a karşı yapmakla yükümlü olduğu hükümlerin var olduğunu bilir, yalınız bunun ne olduğunu ancak peygamber yardımı ile öğrenebilir” der.

Bu durumda biz, Peygamberliğe Hz. Muhammed (s.a.a)’in penceresinden bakarız, onun hayatı, sıfatı, şeriatı ve öğretileri bizi şüphe duymaksızın  Peygamberliğin varlığına inandırır. Onun şeriatı ve öğretilerine peygamberlik dışında bir varsayım düşünecek olursak mantıklı bir düşünce olmayacaktır. Bilim ve bilgiden uzak bir ortamda büyüyen bir ümmi, insanlığın bilmediği farklı bilim ve  sanatlarda  insanlığın o güne kadar tanımadığı, yüceliği ve azameti akıllara durgunluk veren, bunlarla insanlığı karanlıktan ışığa çıkaran muhtelif öğreti ve nazariyeler getirsin!. Bunu ancak doğaüstü olarak açıklamamız mümkündür.

Hz. Muhammed (s.a.a),  peygamberliğini inkar edenlere Kur’an-ı Kerim’le meydan okumuştur. Bizde aynı şeyi yaparak, “ümmi bir kişinin hiç kitap okumadan, bilim ve bilim adamları hakkında hiçbir şey duymadan nasıl yasa, ahlak, tıp ve matematik konularında bir kitap yazabileceğini peygamberlik dışında bir açıklama ile açıklamaları için ihtisas sahiplerine meydan okuyoruz.” Nasıl  bu evrenin düzeni mutlaka güçlü bir düzenleyen olmadan açıklanamıyorsa,  bu doğa üstü olayın açıklaması da  sadece vahiy ve peygamberliktir. Bilim, öğretmen olmadan öğrenmeyi, tedavi olmadan ölüyü diriltmeyi – bilimsel olarak açıklamaktan aciz kaldığı zaman metafiziğe başvurmak zorunda kalmaktadır.

İMAMET

            Burada kastettiğimiz imam, peygamberden sonra peygamberin istisnasız bütün yetkilerini kullanan yetkilidir. Bu, tamamen peygamberlik gibi ilahi bir makamdır. Bunun için “Peygamberin Hilafeti” olarak adlandırılır ve ümmetin  peygamberine yaptığı itaati İmam’ına yapmasını gerektirir.

            İmam Zeyn El Abidin (a s) “Sahife i Seccadiye” de imamı dua üslubu ile tarif ederken şunları söylüyordu:

            “Allah’ım; kitabını, haddini (ceza uygulamasını), şeriatını ve peygamberinin sünnetini onunla tesis et, zalimlerin senin dininde yok ettiklerini onunla dirilt, yolundaki zulmün pasını onunla gider, yolundaki sıratı onunla inşa et, haksızları sıratından onunla uzaklaştır, eğri yolun yolcularını onunla yok et, senin yolunda olanlara karşı  onu yumuşat, düşmanlarına karşı onun elini serbest bırak, Allah’ım bize onun şefkatini, rahmetini, acımasını ihsan et ve bizi onu dinleyen ve ona itaat edenlerden kıl.”

            Dedesi Ali İbn-i Ebu Talip (a.s) ise imamın görevlerini anlatırken: “İmam, Rabbinin emirlerini vaazla bildirmek, nasihatte içtihat yapmak,  sünneti ihya etmek, hak edenlere haddi uygulamak, hakkı sahiplerine vermekle yükümlüdür.” Der.

            Bu sözler akıl ile imametin ilişkisini açıklamaktadır. Aynı ilişki, Allah’ın kitabını, haddini, şeriatını, peygamberlerinin sünnetlerini uygulamak, zalimlerin yok ettikleri din izlerini diriltmek, Allah’a giden yolu aydınlatmak, Allah’ın yolundan sapanları uzaklaştırmakla bağlantılıdır. Bu konuyu özetlememiz gerekirse, Aklın İmamet konusundaki hükmü, bilimin, adaletin ve itaatin iyi, çirkinliğin, cehaletin, zulmün ve günahın kötü olduğunu kabul ettiği hükme eşittir.

TUHAF BİR DURUM

            İlginç  ve tuhaf durumlardan biri de, Şiilerin İmamda “ilimde hatasız, amelde günahsız” şart ve sıfatlarını arama, hatta olmazsa olmaz kabul etme görüşünü,  Ehl-i Sünnetin kınaması  ve hor görmesidir. Bunu kınamalarının sebebi, onların, “cahil ve fasık da olsa yöneticinin itaati vaciptir (gereklidir)” demeleri ve ona karşı gelmeyi haram saymalarıdır!  Şeyh Ebu Zehra “Mezehib El İslamiyye” adlı kitabının “yönetici şeriattan  dışarı çıkarsa” bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır. “Ehl-i Sünnete göre imamda aranan şartlarda esas tercih onun adil, erdemli ve hayır sahibi olmasıdır. Eğer değilse zalimin zulmüne  katlanmak ona karşı gelmekten daha iyidir.”

Ebi Ya’la El Ferra, (Vefatı 458 Hicri), “El Ahkam El Sultaniyye” adlı kitabında  (Baskı yılı 1938) 4. sayfada derki”  Fasık olmak imametin devamını engellemez, ister bu ahlak, -yani şehvete kapılarak günah işlemek olsun-, ister inanç -yani yorumda Haktan şüpheye düşmek olsun.!-“

            Bunun anlamı da cahil ve fasık bir kişi Müslümanların imamı olabilir. Allah ve din adına hükmedebilir!… Doğrusu anlayamıyorum! Bir cahil, fasık ve günahkar nasıl insanları Hakla yönetecek ve Hakka yönlendirecektir?! Keşke bunu, Kur’an, Şeriat ve İslam adına hükmedene değil de kendisini seçen ve imam kabul eden kişilerin imamı olarak kabul etselerdi.

            Ayrıca “Kur’an-ı Kerim  (Bakara  suresi ayet 193) derki: 

َقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلَّهِ فَإِنْ انتَهَوْا فَلاَ عُدْوَانَ إِلاَّ عَلَى الظَّالِمِينَ (البقرة/193)

Bir fitne kalmayıncaya, din tamamıyla Allah’ın dîni oluncaya dek onlarla çarpışın. Vazgeçtikleri zaman,  düşmanlık ve saldırı sadece   zalimleredir.”

            Buna karşın Sahihi Buhari, 9. bölüm, kitabı Fiten’de, Peygambere mal edilen  şu hadis geçmektedir:  “yöneticilerinden kötü bir şey görenler sabretsin”. bu durumda; ya Hz. Muhammed (s.a.a)’in sözleri ona vahiy inen Kur’an-ı Kerim’le çelişkilidir ya da ona mal edilen bu hadis yalan ve iftiradır. Şiiler, birinci şıkkın imkansız olduğunu bildiklerinden ikincisini kabul ettiler. Dolayısı ile bütün sahabelerin adil olduğuna inanmadılar. Ehl-i Sünnet ise, tam tersine bütün sahabelerin adil olduğuna inanarak Buhari’nin naklettiği hadisleri aynen kabul ettiler. Oysa bunun kaçınılmaz sonucu, Peygamber (s.a.a)’in  sözlerinin Kur’an-ı Kerim’le çelişkili olduğuna inanmaktır. Allah da Peygamber de bundan münezzehtir.

İLAHİ ADALET

  

MUAMMALI EVREN

            Evrende bulunan her şey Allah’ın bilgisi ve gücünü gösteren birer  ispattır.  Modern keşiflerden önce gördüğümüz deliller, gecenin ve gündüzün değişimi, yerde biten bitkiler, yediğimiz ve içtiğimiz, veya gözümüz görmeden aklımızın görebildiği idi. Bilim ve bilimsel araçlar geliştikçe öğrendik ki, çok küçük olan atomdaki güç, bir saniyede şehirleri, dağları yıkıp milyonlarca canlıyı öldürebilmektedir.

            Ayrıca, evrendeki yıldız sayısının kum tanelerinin sayısından daha fazla olduğunu, en küçük yıldızın dünyadan bir milyon kat daha büyük olduğunu,  her yıldız kümesine galaksi dendiğini ve her galaksinin yüz milyondan fazla yıldız barındırdığını, galaksi sayısının iki milyondan fazla olduğunu ve bütün bu evrenin hacminin boş uzaya göre dünyanın boşluğunda uçan bir sinekten farksız olduğunu biliyoruz. Bu örnek modern bilimin keşfettiği ve Allah’ın gücünü gösteren milyonlarca örneklerden sadece biridir.  Kur’an-ı Kerim’in ayeti de alim ve mucitlere belirgin bir Arapça dili ile “Size verilen ilim çok azdır. İbret alın ey akıllı insanlar” demeye devam etmektedir.

EVRENDEN DAHA MUAMMALI OLAN:  AKIL

            Ya aklımız? O evren hakkında okuduğumuz ve öğrendiğimizden de ötedir. Evren maddedir, çapı ve ölçüsü vardır. Enistein, evrenin çapını 70 milyon ışık yılı olarak hesapladı. Akıl ise dibi olmayan  bir kuyu, tavanı olmayan bir gök ve sonsuz bir evrendir. O, her şeyi kendisine sığdırır ama hiçbir şey onu kendisine sığdıramaz. O, Hz. Ali’nin (a.s) aşağıdaki beyitlerinde sözünü ettiği büyük alemdir.

“وتزعم  أنك  جرم  صغير

                   وفيك  انطوى  العالم  الأكبر

“Küçük varlık olduğunu iddia etmektesin – oysa büyük alem sende saklıdır.”

Evet akıl evrenden daha büyüktür, ve ondan daha büyük sadece onun yaratıcısıdır. Ancak benzetme yapacak olursak kelimenin kelimeyi  söyleyenle oranı, veya daha azıdır.

İLAHİ ADALET

            İlahi Adalet, tıpkı İlahi güç gibi sadece onun (c.c) bilgisinin kapsamındadır Evrende, insanda, Allah’ın şeriatı ve hükümlerinde delil ve belirtileri vardır. Bunu, şu şekilde izah etmek mümkündür:

HÜCCET

            Eğer birinden alacağın varsa, alacağını istemen senin hakkındır. Eğer ödemeyi reddederse eksiksiz olarak zorla alma hakkın doğar, bağışlarsan Allah bağışlayanları sever.

            Allah da (c.c) Adil ve Cömerttir. Cömertliği ve rahmeti ile günahları denizin köpüğü kadar olsa bile günahkarı affedebilir, mükafatlandırabilir de… :

وَإِذْ قَالَ اللَّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ  أَأَنتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّي إِلَهَيْنِ مِنْ دُونِ اللَّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِنْ كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ}(المائدة/116 مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلاَّ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنْ اعْبُدُوا اللَّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ وَكُنتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ}(المائدة/117{إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيم المائدة/118 {قَالَ اللَّهُ هَذَا يَوْمُ يَنفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنهارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيم (المائدة/119 لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا فِيهِنَّ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ }(المائدة/120

            “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, “beni ve annemi Allah’tan başka iki Tanrı bilin” diye sen mi söyledin? Buyurduğu zaman o, “Haşa! Seni tenzih ederim;   hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz, hem ben söyleseydim sen şüphesiz onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalınızca sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim ve sizin Rabbiniz olan  Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde olduğum müddetçe onlar üzerinde kontrolcü oldum. Beni vefat ettirince  onlar üzerinde gözetleyici yalınız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin. Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin

Maide Suresi 116-117-118-119-120

 

Yukarıdaki  ayette “Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin” dediğini okuduk. Bu Allah’ın dilediği kimseyi  –başkasını ilah edinse bile- affedebileceğini göstermektedir. Kulun amelinde  yeterli neden olmadan ve aşağıdaki şartlar oluşmadan adalet sahibi Allah (c.c)’ın azap ederek  cezalandırması imkansızdır.

TEBLİĞ

            Geçerli nedenin oluşması için ilk şart, tebliğin emin bir Peygamber tarafından yapılmasıdır. Tıpkı devlet memurunun ödemen gereken gelir vergini veya birine olan borcunu ödemen gerektiğini, ödemen için gerekli mühleti ve ödemediğin takdirde hapis ile cezalandırılacağını veya malına el konulacağını ihtar ederek bildirmesi gibidir. Devlet, vatandaşın ödemeyeceğini bilse de gerekli ihtarı yapmadan nasıl cezalandırmıyorsa, Allah da (c.c) emrettiği zaman kulunun itaatsizlik yapacağını günah işleyeceğini bildiği halde cezalandırmaz, önce emrederek ona gerekli fırsatı verir. itaatsizlik ve isyandan sonra duyduğu,  anladığı ve bilerek karşı geldiği için cezalandırır. Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de diyor ki.

وَلَوْ أَنَّا أَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِهِ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلاَ أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولاً فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَذِلَّ وَنَخْزَى}(طه/134)

Eğer biz bundan önce onları bir azapla helak etseydik, derlerdi ki: Rabbimiz! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık!”       

Taha  suresi: 134.

وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً}(الإسراء/15)

“Biz bir peygamber göndermedikçe –kimseye – azap edecek değiliz.

İsra Suresi: 15″

رُسُلاً مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ ِلأَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا}(النساء/165)

Müjdeleyici ve sakındırıcı peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın!

Nisa Suresi: 165”

ÜSLUP VE AHENK

İkinci şart, tebliğin yapısı ve üslubudur. İkna edici olmalıdır ki önyargıdan ve taraftarlıktan  arınan insanlar inansın… ikna için gerekli olan üslup, dava sahibinin dava gerçeğini basitleştirerek, yumuşak ve davet edilen kişiyi çekecek şekilde yapmasıdır. Ayrıca izah etmek için örnekler vererek düşünme, inceleme, olayları dikkatle tartma ve ondan sonra karar vermeyi salık vermesidir. Davasını emrivakiyle dayatmaması, kendini daha alim, üstün ve kutsal göstermemesi gerekir. Allah (c.c) der ki:

إِنَّ اللَّهَ لاَ يستحي أَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً (البقرة/26)

“Şüphesiz Allah, bir sivrisineğin üzerindekinden  – yani sivrisinekten küçük  misal vermekten çekinmez.  İman  etmişlere gelince onlar böyle misallerin Rablerinden gelen Hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kafir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne demek ister?. Derler.” Bakara suresi 26

Ayrıca, Hz. Muhammed’e (s.a.a)

ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ … (النحل/125)

“Sen  Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış… Nahl:125″

 diye seslenir. Hz. Musa ve Hz. Harun’a da

اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى/ {فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً  لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى}(طه/44)

Firavun’a  gidin çünkü o iyice azdı, ona yumuşak söz söyleyin belki o aklını başına alır veya korkar.” Taha:44

 

Diye hitap eder. Hak İnsanlara anlatılırken gönüle yakın olması için daima güzel ve mütevazı bir üslup kullanılmalıdır.

Bütün şüphe ve kuşkuları gidererek ikna etmenin en temel şartlarından biri de,  çağrı sahibinin yaptığı çağrıyla uyum içinde olmasıdır. Uyum sözü ile sadece davet ettiği şeyleri kendisinin uygulaması değildir. Yaptığı çağrının, canı, kanı ve eti ile kaynaşması ve kişiliği ile bütünleşmesi gerekir.  Konuştuğu zaman sanki çağrı konuşuyor,  eylem yaptığı zaman sanki çağrı eylem yapmış olmalıdır.

“Buna karşın “Benim bir şeytanım vardır. Bazen beni etkiler” diyen bir kişi, (4) Kur’an-ı Kerim’de “O arzusuna göre konuşmaz , bildirdikleri vahiyden başka değildir” denilmiş olan – peygamberin Halifesi olamaz. O, tıpkı dünkü ve bugünkü yöneticiler gibi kendi zamanının dünyevi bir yöneticisidir! O kendisini seçenlerin ve onu kabul edenlerin adıyla konuşabilir. Eğer Allah ve Peygamber adına hükmettiğini iddia ederse bu iddia onu bazen etkileyenden  kaynaklanır!

Diyebilirsin ki:  “Hz. Muhammed  (s.a.a)’den  başka,   bu  İslam  çağrısıyla   -yukarıda izah ettiğimiz şartlara-  uyum sağlayacak kişi var mıdır?”

Cevap: Evet! Kim söz ve fiille Hz. Muhammed (s.a.a)’in uzantısı ise İslam çağrısı ile uyum içerisindedir.

İkinci soru: Hz. Muhammed (s.a.a)’in  süreği var mıdır?

             Cevabı öyle birine bırakıyorum ki, o mecbur kalmadan ve ancak kaçma imkanı bulamadığı zaman Hz Ali (a.s)  veya oğulları ile ilgili bir fazilet anlatır. Öyle bir hadisçi ki Ehl-i Sünnet ona güvendiği kadar hiç kimseye güvenmez. Yani Buhari’den söz ediyorum. Buhari, Sahihinin beşinci kısmında bulunan Hz Ali (a.s)’nin faziletleri bölümünde şöyle demektedir: “Peygamber Hz. Ali’ye dedi ki: Sen bendensin bende sendenim.”  Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a.a) Hz. Ali (a.s) ‘nin ne babası nede oğludur. Sen bendensin derken, kendi ruhunu Ali (a.s)’nin  ruhuna, aklını aklına, ilmini  ilmine, İmanını  imanına, ahlakını  ahlakına empoze ettiği anlamına gelmektedir.  Hz. Muhammed (s.a.a)  onu istediği gibi yetiştirdikten sonra bütün sahabelerin içinden kardeşliğine seçti.

Kardeşliğin sırrı da burada yatmaktadır. Ahmed’in Mesned’inde Hz. Ali’nin peygambere “Ben hariç bütün dostlarını birbirine  kardeş ilan ettin” dediği zaman Hz. Muhammed (s.a.a) ona “Çünkü seni kendime ayırdım, ben senin kardeşinim  sende  benim kardeşimsin. Senden başka bunu kim iddia ederse yalancıdır” diye yazmaktadır.

Bu konuda Hz. Ali (a.s) “Peygamber (s.a.a)’i yavru devenin annesini takip ettiği gibi takip ederdim, her gün ilminden bir şeyler verir ve onun gibi uygulamamı isterdi.” Demektedir.

Üçüncü ve son olarak diyebilirsin ki “Ehl-i Sünnete göre en büyük ve en güvenilir Muhaddis (Hadisi Şerifi nakleden) olduğu halde nasıl Buhari için O mecbur kalmadan ve ancak kaçma imkanı bulamadığı zaman Hz Ali (a.s) veya oğulları ile ilgili bir fazilet anlatır diyebiliyorsun?”

Cevap vereyim: Zaten onun büyüklüğünün ve yüceliğinin sırrı da budur! Şimdi Ali ve oğullarına karşı olan taassubunu gösteren bir örnek vereyim: El Hafız El Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El Buhari adlı 1959 baskılı kitabının C:8 S:71’de aralarında Nesai’nin de bulunduğu bir grup Alim ve Muhaddisten naklederek harfiyen  derki: “Hiçbir sahabe hakkında Ali (a.s) kadar doğru hadis anlatılmamıştır” aynı bölümün 76’ncı sayfasında da İmam Ahmed dedi ki: “Ali (a.s) hakkında duyduğumuz kadar hiçbir sahabe hakkında hadis duymadık.”

Buna rağmen Buhari bu sayısız hadislerden çok azını zikretmiş ve bu çok az olan hadisleri de normal hali ile bırakmamıştır! Tahrif, budama, değiştirme ve eksiltme yoluna başvurmuştur.

Müslim dahil bir çok Muhaddis “Al Raye” (sancak) hadisini “Sancağı öyle bir kişiye  vereceğim ki Allah’ın Fethi onun eli ile gerçekleştirecektir. O  Allah’ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulu de onu sever.Diyerek sancağı Ali’ye verdi.” Diye anlatır.

Buhari hariç hepsi “O Allah’ı ve Resulü’nü sever Allah ve Resulu de onu sever.” ibaresini nakletti. Doğrusu Buhari’nin bu cümleyi neden eksilttiğini anlayamadım.! Buhari, Allah’ın ve Resulü’nün  sevdiğini sevmediği için mi?  yoksa çok sahih (doğru) (!) olan kitabını onurlandırabilmek için Muaviye ve ciğer yamyamı olan annesini yazarken fazileti dünyayı dolduran kişiden bahsetmek zorunda kalınca faziletini budayarak yazdı? Ancak zavallının unuttuğu şey onun adı Levhi Mahfuzda yazıldığı gibi kalplerin ve akılların derinliğinde de yazılıdır.

Demek ki Buhari’ye ve kitabına duyulan bu güvenenin  ve mal edilen bu yüceliğin sırrı, onun Ali ve oğullarına karşı olan taassubunda gizlidir.

KUDRET

            Azap veya cezalandırmanın vuku bulması için Allah’ın ( c.c ) kuluna emrettiği şeyi mutlaka yapma, sakın dediği şeyden sakınma  gücü vermesi gerekir. Yoksa imkansızı istemek anlamına gelirdi. Buda Şiilere göre Allah’ın adaleti ve hikmeti ile ters düşer. Kul, yapma gücüne rağmen Allah’ın emrettiğini yapmazsa kusuruna karşı cezalandırmayı hakkeder.

            Bu duruma  göre hüccetin tamamlanması için mutlaka çağrı sahibinin çağrısı ile özdeşleşmesi lazımdır… Ayrıca peygamberin Halifesi olabilmek için bütün Halife ve vasiler gibi mutlaka ve mutlaka vahiy hariç bütün sıfatlarında peygamber gibi olması gerekir. Böyle olunca da kendisi için “hatalı yorum yaptı veya içtihadı hatalıydı” denen  kişi asla peygamberin Halifesi olamaz!. Hakkında  nass  olan kişiyi, hakkında nass olmayan kişi ile  kıyasladığımız zaman; sanki doğruyla yanlışı, eksikle bütünü kıyaslamış oluruz. (5)

 

 

İLGİNÇ İDDİALARDAN BİRİ

            Sünnilerin ilginç iddialarından biri de, Allah’ın ne adil ne de zalim olduğudur. Çünkü adil, Allah’ın emrettiğine itaat eden,  sakının dediğinden sakınan, zalim de bunun tersini yapandır. Allah ise, emredilmeyecek bir amir, uyarılamayacak bir uyarıcıdır. Bu, onların şu sözünün sonucudur: “Allah’ın vacipleri yoktur, yaptıkları da kötülenemez. İyi şey şeriatın emrettiği, kötü şey de  şeriatın sakın dediğidir. Eğer emrettiği şey için sakının deseydi  kötü, sakının dediği şeyi emretseydi iyi olurdu.”

(Ayci’nin yazdığı ve  Cürcani’nin şerh ettiği Mavakif kitabı C:8, S: 19 ve 181, İbni Rüşt’ün Menehic El Edille Kitabı S:113, Adalet ve Zulüm bölümünün dördüncü husus kısmında)

            Oysa unuttukları şey, adalet insan eksiğinin tamamlayıcısı, Allah(c.c)’ın  ise mükemmel zatının eserlerinden ve gereklerinden biri olduğudur.  Hatta  bizzat  kendisidir. Ayrıca, adaleti Allah’a mal eden ve (hükmü koyan) ne özel ne  genel anlamda asla bir nass koymamış olsa da Fakih kendi takdirini kullanarak hüküm verir. Şiiler kıyası, Şari (şeriatı emreden), olaya neden olan konuda açık bir hüküm koymamışsa kabul etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme neden olan olayda nassı gerektirir.  Allah’ı kötülükten tenzih eden sayısız ayet ve hadisler vardır. Bu konuyu “Maalim El Felsefe El İslamiyye” adlı kitabımızda detaylı bir şekilde işlemiştik.   

  

HZ.MUHAMMED, ( S.A.A ) HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ( A.S ) İLE İLGİLİ

  

KİŞİLİK

Her insanın kişiliği, parmak izi gibi kendine özgü  olduğu doğrumudur?

            İnsan kişiliği; kendi nefsi, duyguları ve görüşleridir. Kişilik dokunulan veya nesneler gibi büyüteçle görülebilen bir şey değildir…. Kişiliğin gerçekliği, gözle görülmeyen Gaip alemindendir… Tabi bu, kişiliğin hiç anlaşılamayacağı anlamına gelmez. Örneğin cömertlik ve cesaret nefsin sıfatlarındandır. Cömerdi, yaptığı iyilik ve bağışlarla, cesuru fedakarlık ve atılganlığıyla tanırsın. Şahsın kişiliğini veya başkasından ayıran özelliğini tanımanın yolu görsel özellik ve izlerdir. Bunlarla,  cömerdi cimriden, cesuru korkaktan, hatta cömerdi daha cömertten, cimriyi daha cimriden ayırabiliriz. O zaman, her insanın, tıpkı ses tonu, yüz hatları ve parmak izi gibi kendine has; başka hiçbir insanın katılmadığı ayrı bir kişiliğinin olması mümkündür. Hatta insanın özel duyguları olmazsa hayatı da olmazdı. Bu teklik,  Allah’ın hikmetinin ve büyüklüğünün sırlarından biridir.

            Evet, iki kişilik arasında düşünce ve diğer temel özelliklerde birden fazla benzerlik olabilir. Hz. Ali (a.s) ‘nin kişiliğinin,  Hz. Muhammed ( s.a.a) ve Hz. İsa’nın (a.s) kişiliğine – peygamberlik ve vahiy dışında – benzemesi gibi.

HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ ( A.S ) İLE  İLGİLİ

            Hepimiz, Hz. İsa (a.s)’ya getirilen zina suçlusu kadının olayını biliriz. Ona recm edilmesini (taşlanarak öldürülmesini) arz ettiler. yine hepimiz, Hz. İsa (a.s.)’nın “hanginiz günahsız ise ona taş atsın” dediğini biliyoruz. Bu sözden sonra Hz. İsa (a.s) ve havarileri haricinde herkes utanarak uzaklaştı.

Vesail ve El Cevahir vb. kitaplarda had cezası bölümünde, şöyle bir olay anlatılır: Kadının biri, İmam’ın önünde zina suçunu itiraf etti. İmam tellalı gönderip halkı çağırdı. Halk toplandığında Allah (c.c)’a  hamd-ı sena ettikten sonra ” ey ahali, yarın bu kadına hadd uygulayacağım ellerinizde taşlarla toplanın” diye seslendi. Ertesi  sabah,  İmam kadını meydana çıkardığında herkesin elinde taş vardı. Recm vakti geldiğinde katırına bindi, iki parmağını kulaklarına koyup bütün sesi ile “ey ahali, Allah peygamberine, peygamber de bana bir ahitte bulundu:  “Kim haddi hakkediyorsa o had uygulamasın.”  “Bu kadın gibi günahı olan kim varsa ona taş atmasın” dediğinde herkes dağıldı. Sadece kendisi, Hasan ve Hüseyin kaldı. Tamamen İsa’nın  yanından herkesin uzaklaşıp havarilerinin kaldığı gibi.

            Bu ahit (söz) yaratan tarafından gelir. yaratılandan değil! Ahdin içeriği ise, Günahların kirli ve lekeli eller tarafından değil, temiz, pak eller tarafından yıkanmasıdır. Çünkü  Allah’ın haddi ve hükümleri sadece müminlerin ellerine emanet edilir. Bu ahit Kur’an-ı Kerim, Tevrat ve İncil’de “kirli eller; tahir elleri kirletmemek, iyilerin rolünü üstlenmemek için kesilir veya zincirlenir” diye kaydedildi. Bu yüzden, ülke ve vatandaşların kaderi  ilim ve ahlakta yeterli olanlara verilmesi, akıl ve akıllılar tarafından  benimsenmiştir.

Bundan dolayı, günahkarlar uzaklaştığında sadece Hz. İsa (a.s) ve Havarileri, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin (a.s) kaldı…. Allah’ın peygamberine vahiy ettiği, peygamberinin de vasisine tebliğ ettiği bu ahdin en çarpıcı yanı, günahkar insanda  pişmanlık ve vicdan azabı duygusunu uyandırması, kendi kendinin vaizi olması ve kendine istemediği şeyi başkasına istememesine yöneliktir.

Hz. İsa (a.s) “Ben, kurtuluşun yolu ve kapısıyım” dedi.

Hz. Ali  (a s ) de “Ben karanlıktaki kandil gibiyim, karanlığa giren benimle önünü görür”  dedi.

İmam, bu cümlesi ile “size iki değer bırakıyorum” hadisine işaret etmektedir. Bu hadis Müslim’in, 348 H baskılı, sahihinin Cilt 2,  bölüm 2, sayfa 109, Hz. Ali’nin Faziletleri kısmında anlatılmaktadır. Hadisin tamamı harfiyen şudur:

“قال رسول الله: إنما أنا بشر، يوشك أن يأتي رسول ربي، فأجيب، وأنا تارك فيكم الثقلين: اولهما كتاب الله ، فيه الهدى والنور وأهل بيتي.”

“Allah’ın peygamberi: Ben  bir beşerim, Allah’ın elçisi  beni davet etmek üzere ve ben daveti kabul etmek üzereyim. Size iki değer bırakıyorum, birincisi Allah’ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır. İkincisi ise Ehl-i Beytimdir.”

“Ehl-i Beyt kimlerdir?  Zevceleri ( Hanımları ) değil midir?” diye Sorabilirsin.

Cevap: Müslim, yukarıda anılan bölümün 116. sayfasında şöyle yazmaktadır, “Ayşe dedi ki: …peygamber (s.a.a) ertesi gün  üzerinde siyah yünlü bir kisve ile çıktı – bir nevi Yemen elbisesi – Hz.   Hasan (a.s.) geldiği zaman içine aldı. Sonra sırasıyla Hz. Hüseyin (a.s.),  Hz.Fatıma (a.s.)  ve Hz.Ali (a.s.) geldikleri zaman onları da içine aldı ve: “Ey Ehl-i Beyt! Allah (c.c) sizden  günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor” dedi. Ehl-i Beyt (a.s), Hz.Muhammed (s.a.a) ‘in  kisvesinin altına alarak belirlediği  kimselerdir.

Bir başka soru da: Bazılarına göre zevceleri  de (hanımları) Ehl-i Beytten’dir. Hatta bazılarına göre Ehl-i Beyt sadece peygamberin zevceleridir.

Cevap: bunu söyleyenler, aynı zamanda Müslim’in  güvenilir, kitabının da sahih (doğru) olduğunu  söylediler. “Müslim’e güvenilir” ve “Ehl-i Beyt peygamber (s.a.a)’in zevceleridir.” gibi daha birçok benzeri çelişkinin nedeni, Ehl-i Beyt (a.s)’e velayet etmeyen zümrenin kendi duygularına uymasından kaynaklanmaktadır.

– Hz. İsa (a.s) der ki : “İnsan kendini yitirdikten sonra dünyayı kazansa ne işe yarar.”

-Hz. Ali  (a s ) de der ki: “günah kişiyi kazanırsa. kişi hiçbir şey kazanamaz.”

-Hz. İsa (a.s) der ki: “İnsan sadece ekmekle yaşamaz.”

-Hz. Ali (a.s) de der ki: “Dünya için sonsuza kadar yaşayacak gibi çalış, ahiret için de yarın ölecek gibi hareket et.”

-Hz. İsa (a.s) der ki: “Sizden nefret edenlere iyilik edin.”

-Hz. Ali (a.s) de der ki: “Gücün düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap.”

İmam’ın bu cümle ile kastettiği sadece affa davet değildir. Aynı zamanda itaatin en yücesini ve ibadetin en hayırlısını aşılamağa çalışmaktır. Çünkü İbadet ve Allah’a şükretmek sadece namaz, oruç, hac ve zekatla sınırlı değildir. Namaz, var olduğu için; oruç, sağlıklı olduğu için; zekat da,mülk sahibi olduğu için, kulun Allah(c.c)’a şükretmesidir. Affetmek de, güçlü kılınmanın Allah’a şükür yöntemi olarak uygun bulunmuştur. İbadetin bu gizemini sadece peygamber, peygamber vasisi veya ibadeti Allah’ın yüce zatına yapan kişi bilir.

Çoğaltacak olursak ciltler dolduracak olan bu örneklerden bu kadarı ile yetinelim.

HZ.MUHAMMED (S.A.A) VE GÜNEŞ

İddiacılardan biri, diyebilir ki: kim ki yücelikte ve Allah’ın katında Hz. Muhammed (s.a.a) ‘in dengi var derse o Müslüman değildir;  çünkü o peygamberlerin sonuncusu, elçilerin efendisidir. Allah (c.c) da, düsturunu ona indirerek tamamlamıştır. Öyle ki, onun belagatlı sözlerinden ve mükemmel ahlakından daha üstün, sadece Yaratan vardır.

Başka biri: “Hz. Muhammed (s.a.a) neden son peygamberdir?” diye sorabilir.

Ona cevap olarak “çünkü Hz. Muahammed ve onun dini mükemmelliğin bütün şartlarını tamamlamış, amaç ve sonuca ulaşmıştır. Tıpkı Güneşin ışık ve aydınlatmanın zirvesine ulaştığı gibi. Güneş ışığının varlığında ne  bir yıldıza ne de elektriğe gerek kalmadığı gibi Hz. Muhammed (s.a.a)’ten sonra yeni bir peygamberin insanlık yararına getirebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Ancak, Güneş batarsa insanlar Ay ışığından yararlanır. Yalnız Ayın kendinden ışığı yoktur. Onun ışığı Güneştendir. İmam, peygamberin gaybetinden sonra peygamberliğin ışığı ile insanlara iyiliğin yolunu gösterir. Hz. Muhammed (s.a.a) Güneş, Hz. Ali (a.s) de Ay gibidir. Onun hidayetinden mükemmelliğinden alarak yayar. Burada hedef birdir. O da, daha iyiye yöneltmektir. ” Güneşi ışık kaynağı, Ay’ıda Nur yapan kendisidir -(Allah c.c)’tır- “

KUR’ANI KERİM’İN VE HZ. MUHAMMED (S.A.A) ‘İN ÜSLUBU

El Hafez El Askalani, Feth El Beri Bişerh Sahih El Buhari adlı 1959 baskılı kitabının C:8 S:71’de şöyle yazmaktadır: “Ali İbn-i Ebu Talib, İbn-i Abdul Muttalib  El kureşi El Haşimi, Ebu El Hasan, Allah Peygamberinin amcasının oğludur. Babası ile Peygamber’in babası -anadan ve babadan- kardeştir. Peygamberliğin  doğuşundan yaklaşık on yıl önce doğdu ve  peygamber (s.a.a) onu büyüttü. Vefat edinceye kadar onunla birlikte kaldı ve ondan hiç ayrılmadı.

 Allah’ın peygamberi, seçkini ve muhatabı ile olan beraberliği sayesinde Hz. Ali (a.s),  İslam’a büyük destek sağlayan  Sahabenin bile ulaşamadığı yüksek mertebeye ulaşmıştır. Beraberlikleri doğumdan ölüme kadar sürmüştür. Peygamber onu kucaklamış, yüklemiş, yatağında yatırmış, hatta bir anne gibi lokmayı çiğneyip ona yedirmiştir.

Sabit gerçekler arasında Allah (c.c)’ın  kendine en yakın Meleklerinden birini, sütten kesildiği andan itibaren, Hz. Muhammed (s.a.a)’le beraber kalması, ona ahlak ve faziletleri öğretmesi için görevlendirdiğidir. Hz. Ali (a.s)’ye de çocukluğundan beri Hz. Muhammed (s.a.a)’le birlikte olma lütfünda bulunmuştur. (6) Yavrunun annesini takip ettiği gibi takip eder, peygamber ona ilminden ve ahlakından öğretir, onun gibi davranmasını öğütlerdi. Peygamber (s.a.a) öğretileri ile onu Allah (c.c) ‘a, Muhammed (s.a.a)’e ve Kur’ana yakışır bir tarzda yetiştirdi. Bunları öğrendiğimiz zaman Hz. Ali (a.s)’nin şu sözlerini daha iyi anlarız:

– O susan bir Kur’an bende konuşan bir Kur’anım.

-Beni kaybetmeden soracağınızı sorun.

-Peygamber (s.a.a) bana ilminden, her kapısı bin kapıya açılan bin kapı öğretti (7)

-Hiçbir zaman Allah’ın Peygamberi (s.a.a) benim ne sözümde bir yalan işitti, ne fiilimde bir kusur gördü.

-Hiç kimsenin benden alacağı bir şey, aleyhimde konuşacağı bir sözü olmamıştır.

-.Zelil, hakkını alıncaya kadar gözümde değerli, güçlü de hakkı ondan alıncaya kadar güçsüzdür.

-Allah’ın hükmüne razı olduk, durumumuzu Allah’a teslim ettik.

-Peygamber (s.a.a) adına yalan mı söylüyorum! ona ilk inanan ben değil miyim? Asla onun adına yalan söylemem.

Büyük Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s) ve faziletleri  hakkında söylemiş olduğu sözlere gelince, hadis ve fazilet kitaplarını doldurmuştur. (8) bunların bir kısmı Hz. Ali (a.s) dışında biri için söylenmiş olsaydı, Haktan sapanlara göre bu hadisler her şey  diğer hadisler bir hiç olurdu.

  1. MUHAMMED (S.A.A) VE HZ. ALİ (A.S)

Şimdi büyük Peygamber (s.a.a) ile  öğrencisi ve vasisi Hz. Ali İbn-i Ebu Talib (a.s)’in kişiliklerinden örnekler verelim:

. Allah’ın elçisi dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki bu işten vazgeçmem için Güneşi sağ elime, Ayı sol elime verseler; Allah (c.c)’tan bir emir gelmedikçe ve ben ölmedikçe vazgeçmem.”

Öğrencisi  İmam Ali de dedi ki : “Allah’a yemin ederim ki, bana yörüngesindekilerle birlikte yedi göğü verseler, bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu  alarak Allah’a itaatsizlik edemem.

. Dünyanızın tamamı benim için bir çekirgenin ağzındaki yapraktan daha değersizdir.”

Son Peygamber (s.a.a) dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki, Fatıma hırsızlık yapsaydı  elini keserdim”.

Vasilerin efendisi de “Müslümanların malına el uzatmış valisine dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, Hasan ve Hüseyin senin yaptığını yapsaydı asla onlara acımaz, mutlaka onlardan hakkı alırdım. “

Kureyş, Elçilerin  Efendisine eziyet etti. Onu evinden çıkardı, onunla savaşmak için ordular kurdu.  Savaşı Müslümanlar kazandığında, Hz. Muhammed (s.a.a) ” Sizi affediyorum, serbestsiniz” dedi.

Kureyş’in Hz. Muhammed (s.a.a)’e yaptığının aynısını Cemel vakasının müsebbipleri Hz. Ali (a.s)’ye yaptı. Allah (c.c)’ın desteği ile zafer kazanınca o da Peygamberin yaptığı gibi  affetti. Aynı şekilde Amr İbn-i As ve İbn-i Artaa’yı affetti ve Şam askerlerinin kendisinden esirgediği suyu  kendisi onlardan esirgemedi.

Hz. Ali (a.s), Hz. Hatice (a.s.)’yle birlikte Peygamber (s.a.a)’ in arkasında ilk namaz kılan kişidir. Bu, öyle bir iftihar kaynağıdır ki, Hz. Ali (a.s)’nin başka hiçbir fazileti olmasaydı bu ona yeterdi.

Altı sahihten birinin yazarı Nesai’nin yazdığı “El Hasais” Kitabında bu olay için şöyle bir hadis vardır: “Afif El Kindi bu –

üç kişiyi ilk namaz kılarken gördüğünde Abbas İbn-i Abdul Muttalib’e ‘Bu büyük bir olaydır’ dediği ve Abbas’ın ona ‘Büyük bir olay mı? Vallahi yeryüzünde bu üçünden başka bu dine inanan yoktur” diye cevap verdiği yazılıdır.

            Dr. Ali Sami El Naşşar: “İslam’da Felsefi Düşüncenin Oluşumu” adlı kitabının ikinci bölümünün önsözünde şöyle yazmaktadır: “Küçük delikanlı Peygamber (s.a.a)’in sahabelerinin birincisi ve havarilerinin ilki idi. Küçük ve güzel elini gururlu ve onurlu bir edayla uzatıp gerekirse onu canı ile feda edeceğini dile getirerek ona biat ediyordu. Olaylar gelişti küçük havari de gençliğe doğru ilerledi. Peygamber (s.a.a) arkadaşı ile Hicret ederken,  küçük havari uzun zaman geçmeden  Kureyş şeytanlarının kılıçlarının ona uzanacağını bilerek onun yatağında yattı. Buna rağmen ne korktu ne de umursadı; çünkü onun ruhu peygamberle birlikte idi.”

            Evet! İmam ölümü de düşünmedi, başının üzerinde parıldayan kılıçları da. Düşündüğü tek şey peygamberin hayatı, çağrısının ve davasının başarıya ulaşması idi. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) ona yatağında yatmasını teklif ettiği zaman;  İmam: “Senin hayatın kurtulur mu?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca, İmam “Senin için seve seve ölürüm” diye cevap verdi. Namazına gelince; tarihte bir ilkti. Tarihte ilk İmam Hz. Muhammed (s.a.a), tarihte arkasında ilk namaz kılan kadın Hz. Hatice (a.s) ve yine  tarihte arkasında ilk namaz kılan erkek Hz.Ali (a.s)’dir.  Bu  bütün insanlık tarihinin bu şekli ile kılınan ilk namazıydı!

Yoldan sapanlar, bu durum için dediler ki “Evet ama Ali çocuktu diğer erkek ise yetişkindi(!)”

Cevap olarak deriz ki: “Evet, Hz. Ali (a.s) çocuktu.  Zaten yüceliğinin sırrı da burada yatmaktadır. Şartlar ve tesadüfler söz konusu kişinin, putperestlik, şirk ve cahilliye günahları ile boynuna kadar batarak yetişmesini, putları secdeyle doyurmasını ve ancak yetişkin yaşa girdikten sonra şahadet kelimesini getirmesini sağlarken, Allah’ın iradesi,  Hz. Ali (a.s)’nin peygamberliğin, taharetin ve imanın kucağında yetişmesini sağlıyordu. Daha çocuk yaşta iken putları kaidelerinden indirip Peygamber (s.a.a)’in ayakları altına sermişti. Allah (c.c); onun, Uluhiyet ve Peygamberliğin iradesine göre yetişmesini ve Hilafete hazırlanmasını istiyordu. Eskiler “İnsan ne ile yetişirse onunla yaşlanır” demişlerdi. Böyle insanlar ( Hz. Ali gibi olanlar ) en azından geçmişteki kişilikleri ve imanları ile yeni kişilik ve imanları arasında bocalamaları söz konusu değildir.

            Bunun yanı sıra Hz. İsa (a.s) kundakta iken konuşmuştu. Hz. Muhammed (s.a.a) de doğar doğmaz yüzü peygamberlik nuru ile ışıldamış; çocukluğunda daima yalandan, tezyiften, ihanetten ve puta tapmaktan nefret etmişti. Bu da onun faziletlerindendir. Ayrıca  kutsal kişiliğinin ilk günden beri peygamberlik gizemine sahip olduğu bütün Müslümanlarca kabul edilmektedir. Aynı durum Hz. Ali (a.s) ve çocukluğu için de geçerlidir. Çocukluğunun ilk günlerinden beri kendisinde İmametin  ve yüce Peygamber (s.a.a)’in Hilafetinin sırrı teşekkül etmişti.

            Bu kerameti kim Hz. Muhammed (s.a.a)’e kabul eder de Hz. Ali (a.s) için inkar ederse bilerek veya bilmeyerek kendini çelişkiye ve mantıksızlığa düşürmüş olur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi bu durum arzularına uyup  doğru yoldan saptıklarından kaynaklanmıştır.

            Bu durumda imamet ve hilafetin yükünü, ancak hayatı çocukluktan ölüme kadar aydınlık ve taharet içinde süren bir kişi taşıyabilir. Buna karşın hayatında bir kez bile Allah (c.c)’tan başkasına secde eden bir kişi, tövbe etse de Peygamber (s.a.a)’in yerine İmam ve Halife olamaz. Şüphesiz İslam kendinden önceki dönemi affettirir; ama İslam’ı kabul etmekle Hilafet için yeterli olmak aynı şey değildir. Yoksa her “Lailahe İllallah, Muhammed Resulu llah” diyenin yeterli olması gerekirdi.

            Buna göre, kim  Hz. Ali (a.s)’nin ve diğer sahabenin tutum ve davranışlarını inceleyip tetkik eder, akıl ve fıtrata (sağduyuya) başvurursa, mutlaka aşağıdaki neticeye ulaşacaktır. “Ya Ali (a.s) tek başına Hilafete layıktır, ya da hiç kimse bu mertebeye layık değildir!” O zaman da Hilafet müessesesini temelinden inkar etmemiz gerekir.

            Bu akıl ve mantığın hükmüdür. O halde neden Allah’ın yarattığı akıl ve fıtrata başvuran ve inanan insanlara insafsızca hücum ediliyor?..

BİR SORU KALDI

            Bu soruyu herkese soruyoruz; ancak akıl ve vicdanınıza  dayanarak cevap veriniz: Reşit olmayan birinin malına bir veli tayin edecek olsanız, ve karşınızda iki aday bulunsa, biri hayatı boyunca  Allah  (c.c)’a   en  ufak  bir  itaatsizlikte  bulunmamış,  diğeri  uzun  zaman,   -yetişkin olduktan sonra da-   itaatsizlik etmiş, daha sonra tövbe etmiş olsa  hangisini tercih ederdiniz. Birincisini mi ikincisini mi?

وَمَا يَسْتَوِي الأَحْيَاءُ وَلاَ الأَمْوَاتُ إِنَّ اللَّهَ يُسْمِعُ مَنْ يَشَاءُ وَمَا أَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ}(فاطر/22)

“Görenle görmeyen, ışıkla karanlık, asılla gölge, sağlarla ölüler bir olur mu? şüphe yok ki Allah, duymak isteyene duyurur, sen mezardakilere duyuramazsın. Fatır:22”

Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a) doğru söylemişlerdir.

(NOT: Şii müfessirlerinin “Allah duymak isteyene duyurur” açıklamasına karşılık  Ehl-i Sünnet müfessirleri “Allah dilediğine duyurur” şeklinde açıklamışlardır. Türkçe meallere de -genel olarak- Sünni açıklaması hakimdir. Ç)

 

HALİFE

LİDERE DUYULAN İHTİYAÇ

Bana  göre insanların, kendilerini yönetecek lidere ihtiyaç duyması ispat gerektirmeyen bir gerçektir ki sosyal durum da bunu gerektirir. Hatta hayvan aleminde bile kuş, arı ve karıncalarda durum böyledir. Her insan,  dini, siyasi, cumhuriyetçi veya kralcı -türü ne olursa olsun – tıpkı yemeğe ve suya ihtiyaç duyduğu gibi kendiliğinden, Liderin varlığına ihtiyaç duyar. Bunun için delil sunmak anlamsızdır.

            Siyasi liderlikler konumuz dışındadır. İlk ve son hedefimiz Peygamber (s.a.a)’in Halifesi ve bu Hilafet rütbesine layık temel sıfatlardır.

PEYGAMBER (S.A.A)’İN GÖREVİ

            Eğer Hz. Muhammed (s.a.a)’in hayatını ölçüt alarak  peygamberliğin görevini inceleyecek olursak;  bu görevlerin: “insanları tek bir Allah’a ve ahret gününe imana davet etmek, insanlara Allah (c.c)’ın helal ve haram hükümlerini belirtmek, onları sevapla rağbet ettirerek veya cezayla korkutarak bunlara yöneltmek, özel ve genel hakları temin etmek, bu hakların ihlali durumunda ve inceliğin sonuçsuz kaldığı durumlarda bu hakları kuvvetle savunmak, saldıranları cezalandırarak caydırmak ve engellemek.” Olarak görürüz.

            Peygamber (s.a.a) bu görev ve yetkiyi sadece Allah (c.c) ‘tan almaktadır. bu hükümleri isteseler de istemeseler de insanlara farz kılan Allah (c.c)’tır. İnsanlar, Peygamber (s.a.a)’in tebliğle ilgili her konuda masum (hatasız) olduğunu bilir. Dolayısı ile onlardan kim bu tebliğleri reddeder veya bunlara  karşı gelirse Allah (c.c)’a karşı gelmiş olur; çünkü çağrısı Allah (c.c)’ın çağrısıdır.

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ… (الأحزاب/36)

“Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakındır (yetkilidir) Ahzap suresi, ayet 6”

 “Allah ve Resûlü, bir işe hükmetti mi erkek olsun, kadın olsun, hiçbir inananın, o işi istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkân yoktur. Ahzap suresi, ayet 36”

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا}(النساء/65)

 ” Hayır, Rabbine ant olsun ki  aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabul etmedikçe iman etmiş sayılmazlar. Nisa suresi ayet 65″

Buna benzer ayet ile hadisler yorum kabul etmeksizin, açıkça  Peygamber (s.a.a)’in iradesi söz konusu olduğu zaman -kim olursa olsun-  hiç kimsenin iradesi söz konusu olamaz. Bunun tek nedeni de batılın, Peygamber (s.a.a)’in ne önünden ne arkasından ne de yanlarından gelemeyeceği gerçeği ve Allah (c.c)’ın vahyi ile konuşmasıdır.

            Birisi, aşağıdaki ayetleri kastederek:

فَاعْفُر عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

(آل عمران/159)

“Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış … Âli İmrân Suresi- 159” ve

 وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (الشورى/38)

 “Onların işleri, aralarında danışma iledir. Şura Suresi -38”

Bu ayetler için ne diyorsun? Diye  sorabilir.  Alimler ve müfessirler  bu ayetleri açıklarken şöyle yazarlar: “Peygamber (s.a.a) dini değil, dünyevi konularda sahabelerine danışırdı. Ordunun düzenlenmesi, savaş taktiği vb. gibi” ikinci ayet için de “bu peygambere değil mükelleflere hitap ediyor” dediler.  Ayetin  başlangıç kısmı da bunu açıkça göstermektedir. Dünya işleriyle ilgili konuları,  tecrübe ve fikir sahiplerine danışmasını tavsiye ediyor. Bu konuda Peygamber (s.a.a)’in bir çok hadisi vardır. Bunlardan biri: “Kim bir konuda danışırsa o doğru yolu bulur” der. Dini konulara gelince  Allah (c.c)’ın kitabına, Hz. Muhammed (s.a.a)’in sünnetine başvurulur. Yoksa bunları insanlara soracak olsaydı ne peygamberlere ne de indirilmiş kutsal kitaplara ihtiyaç olurdu.

HALİFE

            İslam’a göre, peygamberin yerini alabilecek, din ve dünya işlerini yönetecek bir Halifenin varlığına ihtiyaç var mıdır? Var ise bu makamı ele geçiren kişinin yerleştiği  makama ve elinde tuttuğu yetkilere “kutsaldır” demeğe hakkı var mıdır? Yoksa bu sadece Peygamber (s.a.a)’e özgü müdür. Yani İslamiyet’te  Hilafet var mıdır yok mudur?

            Halifeliğin İslamiyet’te gerekli olduğunu kabul edersek, bu gereklilik, akıl yoluyla mı, Yoksa  duyum ve şeriatla mı anlaşılmıştır? Özellikle Halifenin varlığı peygamberin varlığı kadar gerekli olduğunu ve bu konuda  şeriat kaynaklı bir nassın (metin) olduğunu göz önünde bulundurursak; bu durum, kurul yöntemi ile seçimi değil;  aklın yolunu pekiştirmektedir.

            Gereklilik nedeni ne olursa olsun! Halifeyi tanımlayıp filanın oğlu filandır demenin yolu nedir? Bunun yöntemi bizzat Peygamber tarafından nassla tayini mi, seçim mi, yoksa akıl mı? Kişiyi bu muazzam ve tehlikeli rütbeye layık kılan meziyetler nelerdir?

            Müslümanlar arasında mükemmel denebilecek iki kişi varsa,  biri diğerinden daha mükemmel ve daha yetenekli ise, onun bırakılıp daha az mükemmel ve daha az yetenekli olanı başa getirmek caiz midir?

            Bu konu inanç ve kelam kitaplarında  sayfalar dolusu yazıldı.  Şii ve Sünni alimler arasında da büyük tartışmalar ve mücadeleler yarattı. Ben, aşağıdaki paragrafta bir yandan kitabın hacmine uyması,  bir yandan da okuyucuyu sıkmaması için bu konuyu özetlemek istiyorum. Çünkü  kelimeler –özellikle yazılı olanı – okuyucu bulamazsa, veya okuyucuda etki yaratamazsa ölü harf sayılır ve sahibi ile birlikte ölür gider.

HALİFELİĞİN GEREKLİLİĞİ

            Şiiler ve Sünniler Hilafetin gerekliliği konusunda anlaşmış durumdalar. Ancak Hilafetin tayinini kimin belirleyeceği konusunda ihtilafa düştüler. Allah (c.c) mı,  Müslümanlar mı?

Şiiler, İmam’ın insanları itaate yaklaştırıp hayra yönlendirdiğine; varlığının isyankarlıktan ve şerden uzaklaştırdığına inandıkları için Allah’ın lütfü gereği Allah  (c.c) tarafından tayin edilmesi gerektiğine inanırlar.

            Sünniler ise, Allah (c.c) tarafından tayin edilmesinin gerekmediğine, çünkü Allah (c.c)’a hiç bir şeyin vacip olmadığı ondan ne iyi ne kötü hiçbir şeyin gelmeyeceği, dolayısı ile imamı tayin etmenin yolu akli yolla değil meşru yolla Müslümanların işi olduğuna inanırlar.

            Durum ne olursa olsun, bir halifenin varlığının şart olduğu konusunda anlaştıklarına göre bu ihtilaf ve çekişmeden daha önemli konu Hilafete gelecek kişinin Peygamber (s.a.a)’in Hilafetine layık olup olmadığını belirleyen sıfatları, onu başkasından ayıran özellikleri ve bunları anlamanın yollarıdır.

HALİFENİN SIFATLARI VE KURTULUŞ YOLU

            Şiilerle Sünniler, Halife ve İmam’ın sıfatları özellikle masumiyet sıfatı konusundaki  tartışmaları çok uzundur. Ayrıca bunu belirleme yönteminin nass mı, seçim mi olduğu konusunda da uzun uzun tartışmışlardır.

            Bana göre, Halifenin sıfatları, özellikleri, onu belirleme yolları ve buna benzer ihtilafların hepsinin veya  çoğunun tek bir kaynağı vardır.  “Kutsal Peygamber (s.a.a)’in Halifesinin Allah’a itaati,  helal ve haram konularında ki masumiyeti  gerekli mi; yoksa  cahil ve fasık olabilir mi” Konusudur . 

            Birinci şıkka göre masumiyet yeterliliğin ölçüsüdür ve Hilafet kesinlikle masum olan kişinin hakkıdır. Eğer şeriatı emreden Allah (c.c) tarafından bir nass gelmişse bu akıl hükmünün kesinleşmesi anlamına gelir. İkinci şıkka; yani masumiyetin şart olmadığı varsayımına karşı bir sorumuz vardır:  Halifenin alim ve adil olması gerekir mi yoksa hem cahil hem fasık biri halife olabilir mi? Onu  belirlemenin yolu nass mı, seçim mi?

            Doğrusu, her şeyden önce araştırmanın bu noktadan başlayarak başka noktalara yönelmesi gerekir. Bize göre masumiyet peygamberden ayrı düşünülmeyeceği gibi hiçbir şekilde Halifeden ayrı düşünülemez.  çünkü masumiyet peygam-berin şahsına değil işgal ettiği makam ve görevi için gereklidir. Halife de  vahiy haricinde aynı görevi üstlenecek, Peygamber  gibi Allah (c.c)’a davet edecektir. Allah’ın hükümlerini zan ve içtihada dayalı olarak değil; Allah’ın ve peygamberinin belirlediği gibi gerçekçi ve kesin bir şekilde belirleyecektir. Böylece Hakkın kullara olan hücceti yerine gelmiş olacaktır.  Dolayısı ile masumiyet Halifeye gerekli değilse Peygamber (s.a.a)’e de  gerekli olmamalıydı. Eğer Peygamber (s.a.a)’e gerekli ise Halifesine de gereklidir. Cemaat karar versin!

Burada sorarsın: ” Ehl-i Sünnet, Her iki fırkanın da masum olmadığı hususunda anlaştığı Ebu Bekir’in Hilafetine dayanarak masumiyetin gereksizliğini iddia etti.  Ebu Bekir’in hilafeti yeterli bir delil değil midir?  ( El Ayci C:8, S:350 )

            Cevap: Bu iddia, ortaya atanın aleyhinedir. Çünkü her iki tarafın masum olmadığına kanaat getirmesi  Ebu Bekir’in Hilafeti hakketmediğini gösterir.

            Diyebilirsin ki: ” Vahyi  bildirmek için Peygamber (s.a.a)’in, masum olması gerekirdi, Halifeye vahiy gelmeyeceğine göre masum olmasına gerek yoktur. Onun  görevi her içtihat sahibinin yaptığı gibi şeriatı Allah (c.c)’ın  kitabı ve  peygamberin sünnetine başvurarak açıklamaktır. Bilindiği gibi onlara başvurmak ve onlardan hüküm çıkartmak için masumiyet şart değildir. Yoksa  bu her alim ve içtihat sahibi için geçerli olurdu.”

            Cevap: Bilinen bir gerçektir ki, Allah (c.c)’ın kitabına ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetine başvurmak, onları yanlış anlamamak ve hükümleri doğru çıkartmak için yeterli bir neden değildir. Böyle olsaydı ilim ve fıkıh adamları arasında hiçbir ihtilaf olmaz, Hz. Muhammed (s.a.a)’in ümmeti de birbirini kafirleştiren mezheplere bölünmezdi! Eğer Kitabın ve sünnetin varlığı alimler ve din önderleri arasındaki ihtilafı önleyemiyorsa o zaman ihtilafa düştükleri  ve mahkemeleştikleri zaman hiç hata yapmayan yanlışı doğrudan ayıran bir merci (Başvurulacak kişi) olması gerekir. Hakkı hiç şüphe götürmeksizin açıklayacak kişinin ya Peygamber (s.a.a) ya da O Hakka kavuştuğu zaman onun yerini tutabilecek bir Halife olması gerekir. Eğer peygamberin Halifesinin diğerleri gibi hata yapabileceğini kabul edersek ihtilafın hep kalacağını, Halifenin kendisini doğru yola çevirecek bir mürşide ihtiyacı olacağını o mürşidin de  hata yapması halinde onun da bir mürşide ihtiyacı olacağını kabul etmemiz gerekirdi.  Bu durumun, sonu belirsiz olduğuna göre imkansızdır. O zaman iki seçenekten birini kabul etmekten başka çaremiz kalmaz: ya şeriatı anlama ve beyan etme konusunda Halifenin masum olması gerekir; ya da İslamiyet’te Hilafet yoktur ve Muhammed (s.a.a)’in ümmetindeki ihtilaf kıyamet gününe kadar devam edecektir. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in ve sünnetin  anlaşılması ve beyanı konusunda hata yapabilecek bir Halifenin caizliğine inanmak, vahiy ve vahyin beyanı konusunda hata yapabilecek bir Peygamberin caizliğine inanmakla birdir. Cemaat karar versin!

            Halifenin varlığı bütün Müslümanlar tarafından gerekli görüldüğüne göre masum olması zorunludur. Ebu  Bekir de tüm Müslümanlar  tarafından masum olmadığı kabul edildiğine göre Halifelik unvanını ondan alarak masum olduğu kesin olan  kişiye vermek gerekir.

Ve son soru: Peygamber (s.a.a)’in sahabelerinden herhangi birinin masum olduğu kesinleşti mi?

                        Cevap: Evet, Hz. Muhammed (s.a.a) Hz.Ali (s.a)’nin masumiyetini ikrar etmiştir. Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali İbn-i Ebu Talib  (a.s) için “Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberdir, ne tarafa dönse  Hak  onunla  döner” dediği bütün Müslümanlarca   bilinmektedir. Ne yazık ki  Allah (c.c)!ın Kur’an-ı Kerim’ de dediği gibi

وَأَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ (المؤمنون/70)

“…. ancak çoğu Haktan nefret eder. Müminun suresi: 70”  (9)

Hatta Sünniler de iltizam (zorunluluk) ilkesine bağlı olarak Ali’nin masumiyetini ikrar ederler. Dediler ki: “Ümmet neye ittifak etmişse o Haktır; çünkü Peygamber hadisinde : (Ümmetim dalalette birleşmez) demiştir. Dolayısı ile ümmet, çevresinde bütünleştiği konularda masumdur (hatasızdır). “Ümmetin tamamının Ali’yi kabullendiği ve  Ebu Bekir ile Ömer hakkında  ihtilafa düştüğü” Herkesin bildiği bir gerçektir. Ve “Ali (a.s)’nin Hilafet için kendini Ebu Bekir’den daha layık gördüğü” herkesin bildiği başka bir gerçektir.  O halde masum olan ümmetin itirafı ile Hz.Ali (a.s.)’dir. Hilafet konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer’den daha layık olduğunu söylüyorsa haklıdır. Onlar da, Hilafeti kendilerine istemekle haksızlardır. (10)

ÜSTÜN VE DAHA ÜSTÜN OLAN

            Ehl-i Sünnet: “İki kişi fazilet ve üstünlükle nitelenirse daha faziletli ve daha yetenekli kişi ihmal edilerek ondan daha az faziletli ve daha az yetenekli kişi başa getirilebilir” dediler. Bu düşünceyi Ebu Bekir’in “Başınıza getirildim ve ben en iyiniz değilim” lafına dayanarak savunurlar. Hilafet için masumiyetin gereksizliğine de Ebu Bekir’in Hilafetini delil olarak gösterirler.

Onlar Ebu Bekir’in Hilafetini Hakla değil, Hakkı Ebu Bekir’in Hilafeti ve sözleri ile tanımlarlar. Yani kişileri Hakla değil, Hakkı kişilerle tanırlar.Şiiler ise bunun tam tersine inanır ve Hz. Ali (a.s)’nin Hilafetinin delillerini Allah (c.c)’ın Kitabı, Peygamber (s.a.a)’in Sünneti,  akıl, masum ümmetin Ali(a.s)’de bütünleşip Ebu Bekir ve Ömer’de ihtilafa düşmesinde gördüler. Şüphesiz ki insanın mantığı daha az yeteneklinin önderliğini reddeder. Hatta uzmanların belirttiği gibi hayvanlar bile daha düşük ve daha zayıfın komutasını reddeder. Eğer Ehl-i Sünnetin görüşü doğru olsaydı, Peygamberin zamanında ondan daha iyisinin varlığı caiz olurdu ki bunu söylemeye hiç bir Müslüman’ın cüret edeceğini sanmıyorum.

BENZERLİK VE ORTAKLIK

Hz. Peygamber (s.a.a)’in hayatını ve çağrısını başından  sonuna kadar inceleyen kişi, Hz. Ali (a.s)’nin, Peygamber (s.a.a)’in kazandığı bütün zaferlere, çağrısı uğruna çektiği bütün çilelere  ortak olduğunu, Hz. Ali (a.s)’nin hiçbir yerde Resulü Ekremden ayrılmadığını ve her alanda desteklediğini görecektir. Hatta Tebük savaşında Medine’yi ona emanet ederken “Musa için Harun’un yakınlığı ne ise, benim için senin yakınlığın odur.” dedi.  Hz.Ali (a.s) Peygamber(s.a.a)’in  cihadında onunla birlikte olmasaydı bu gün İslam diye bir şey olmayacaktı.

            Bunun yanısıra Hz. Ali, (a.s) Hz. Muhammed (s.a.a)’in en yakını ve ona vahiy dışında her özellik ve sıfatta benzeridir. Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)  ile ilan ettiği kardeşliğin nedeni de budur. Allah (c.c) nasıl çağrısı için kimin daha layık olduğunu biliyorsa Hz. Muhammed (s.a.a) de bilerek bütün sahabelerin içinden Hz. Ali (a.s)’yi seçmiştir. İslam devletinin temelini  oluşturan Faziletteki bu benzerlik, cihattaki bu ortaklık ve ilkeler için yapılan  fedakarlıklar Ali (a.s)’yi Halife yapmak için yeterli değilse İslamiyet’te  Hilafet yok demektir! Eğer Muhammed (s.a.a)’in bir Halifesi var ise o Hz. Ali(a.s)’dir. Kim, Hilafeti kendisi veya  Hz. Ali (a.s) dışında  başka biri için talep ederse  Allah (c.c)’ın aşağıdaki ayetinde anılanlara benzer:

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أُوْلَئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الأَشْهَادُ هَؤُلاَءِ الَّذِينَ كَذَبُوا عَلَى رَبِّهِمْ أَلاَ لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ}(هود/18)

 

“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir! Onlar Rablerine arz edilecekler, şahitlerde: “İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir” diyecekler. Bilin ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. Hud suresi. 18”

 

            Soru: Eğer Hilafet Ali (a.s) ‘nin hakkı ise, neden Ömer; peygamberin mübarek cesedi henüz sıcakken Ebu Bekir’e biat etti.

            Cevap: Ömer, Müslümanların büyük çoğunluğunun Hz.Ali (s.a)’ye yöneleceğini bildiği için onun önünü kesmek ve komplo girişimini garantilemek istemiştir. Kronolojik ve bilimsel araştırmalar da bu gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu olaylardan bin üç yüz yetmiş üç yıl sonra 1965 yılında yayınlanan El Kâtib dergisinin 0046 nolu sayısında anılan derginin yayın müdürü ve tanınmış Mısır edebiyatçısı Ahmad Abbas Saleh, “Orta tabakadakiler iktidarı ele geçirdi.” başlıklı makalesinde şunları yazdı:

            “Hz.Ali (a.s) yakınları, dostları ile birlikte Peygamber (s.a.a)’e ağlarken ve defin işleri ile uğraşırken; hatta bazı tarihçilere göre henüz mübarek cesedi  soğumamışken; Ömer, Hilafet işini bağlamak için Ebu Bekir’i Sakife’ye (biatın gerçekleştiği çardak) sürüklüyordu. Olay, Ali (a.s)’ye bildirildiği zaman kızdı, yakınları ve destekleyicileri ile birlikte biat etmeyi reddetti. Tam altı ay biat etmedi.” Yine aynı makaleden: “Ali (a.s), yokluğunda toplanan Sakife toplantısını Ömer’in komplosu olarak niteledi ve aralarında çok uzun süren bir  düşmanlık oluştu. -Sayın Saleh ayrıca- Ömer’in kişiliğini, araştırılması ve incelenmesi gerekli garip bir kişilik olarak gördüğünü belirtti.” Elimizde bu kişiliği araştıran çok sayıda çağdaş araştırmalar olmasına rağmen bence hala  araştırmağa  ihtiyaç vardır. Bu adam güçlü, adeta ikisi bir anda oluşan seri bir düşünce ve uygulamaya sahip muazzam bir girişimcidir”

İnsaf sahibi bir araştırmacı bu konularda ne kadar şüpheye düşerse düşsün Ömer’in  Hz.Ali (s.a)’ye komplo kurduğundan,  onu arkadan vurduğundan hiç şüphe duymaz. yoksa, Halife seçmek gibi önemli bir konuyu onun yokluğunda ve ona danışmadan nasıl uygular?.  İmam da, bu konuyu Ebu Bekir’e hitaben söylediği bir şiir beytinde şu şekilde dile getirir:

فان كنت بالشورى ملكت أمورهم

                  فكيف بهذا والمشيرون غيب

            Şura ile hükmettinse gerçekten!

            İstişare edilen yoktu (!)

Acaba neden?

“İSLAM’DA   FELSEFİ   DÜŞÜNCENİN VAR OLUŞU” KİTABININ YAZARI NAŞŞAR  İLE

  

TARİH

Tarih, ilk yazıldığı zaman ihtiyaca göre, eğilime yönlendirilerek yazıldı…  veya en azından inceleme  ve araştırma yapılmadan….  Bundan emin olmak isteyen kişi, günümüzde doğu veya batı dünyasında yayınlanan gazetelerin durumunu değerlendirsin. Görecektir  ki şüphe ve güvensizlik uyandıran konularla doludur. Bu şüphe ve güvensizliğin haklılık payı mutlaka çok büyüktür. Örneğin herhangi bir ülkede önemli bir olay meydana geldiği zaman, o ülkenin gazeteleri bir kaç saat sonra aynı olayı farklı, hatta çelişkili bir şekilde verdikleri görülür. Bu farklılığın ve çelişkinin nedeni kişilerin taraftarlığı ve tutuculuğudur. Eğilim ve cehalet ne belli bir zamana ne de belli bir topluma özgüdür. Bu sıfatlar insanlığın var olduğu ilk günden beri vardır.

Eskilerin yazdıkları tarihi olaylar, bilhassa karşıt mezhebe mal ettikleri inançlarla ilgili yazılar yalan, tezvir, tezyif ve kehanetlerle doludur. Şüphesiz ilmin birinci kuralı akıllı insanın duyduğu veya duyduğu konu hakkında şüphe etmesi, daha sonra araştırıp incelemesidir. Müslümanların, şüphe duymadan  Hak kaynağı olarak kabul ettikleri kitap sadece Kur’an’ı Kerim’dir.

İnsan, kitap okurken özellikle Hz. Muhammed (s.a.a)’e isnat edilen hadis söz konusu olursa hiç şüphe ve araştırma  gereği duymadan  körü körüne inanıyorsa  akıllı düşünme özelliğini kaybetmiş demektir. Tıpkı  sadece şüphe için şüpheye düşen insan gibi.

Evet, bir çok okuyucu okuduğuna veya sevdiği yazara şimşek hızıyla inanır. Özellikle kendilerinin ve atalarının ait olmadığı bir topluluk hedef alınıp hurafe ve saçmalıklar yazılmışsa, okumaktan zevk bile alır.

YÖNTEM VE HEDEFLER

Buradaki yöntem, insanın gerçeği ararken başvurduğu yoldur. Bu yol; bazen duygu, -Duygunun   yol olması ne kadar doğrudur?(!)-  bazen akıl, bazen  açıklama veya geleneksel ata fikirleri  olmaktadır. Bazı araştırmacılar, suyun her kaba girip kabın şekil ve rengini aldığı gibi; ilkesizce,  durum ve şartlara göre değişebilmektedirler! Şiiler hakkında yazanları ve yayımlayanları izledim. yazılarına temel aldıkları kaynak ve yöntemleri dikkatle inceledikten sonra şu sonuca ulaştım: Yöntemlerin, hedef ve güdülere göre değiştiğini gördüm. Kimi kin ve düşmanlık duyguları ile yalanı, iftira ve aldatıcılığı temel ilke edinerek yazmış, (Muhibbiddin Al Khatib’in ‘El Hutut  El arida’, Hafnawi’nin ‘Ebu Süfyan’ adlı kitapları gibi.) kimi de  ataların inançlarına uymayan her şeyi  önyargılı olarak reddederek, aklına ve kalbine hükmeden gelenek ve soya bağlılıkla yazmıştır -Bunlarda çoğunluğu teşkil etmektedir-.

Kiminin de belli hiçbir yöntemi yoktur.  Bazı durumlarda hiç inceleme gereği duymadan kâh eski kaynaklardan kâh yeni yazarlardan gelişigüzel alır, veya sezgi ve tahmine dayanır. Üçüncü bir yöntemi de önce bir şeyi kesin bir dille yazar daha sonra kendi kendiyle çelişkiye düşerek ve sanki başka bir insanmış gibi tam zıddını yine aynı kesin dille yazmaktan çekinmez. Bütün bu saydıklarım, çok açık ve net bir şekilde İskenderiye Üniversitesinde İslam Felsefesi Hocası Dr. Ali Sami Al Naşşar’ın yazdığı “Neş’et El Fikr El Felsefi Fi El İslam (İslam’da Felsefi Düşüncenin Oluşumu)” adlı kitabının bir ve ikinci cildinde görülmektedir. Aşağıdaki paragraflarda kitaptaki saçmalıkların ve dedikoduyu temel almanın örneklerini göreceksiniz.

İBN-İ SEBA HURAFESİ

Dr. Al Naşşar çocukken okuduğu okuldan ve öğretmenlerinden, Hz. Ali (a.s)’nin kutsallığının kaynağı İbn-i Seba olarak öğrenmiş, kendisi de Doktora kazanıp Üniversitede okutunca öğrencilerine aynı şeyi öğretmiştir. 1965 baskılı Kitabının  1.C, 46. Sayfasında  şöyle yazmaktadır: “Neredeyse bütün İslam inanç kitapları, Ali (a.s)’nin  kutsallık fikrini ilk ortaya atanın Yahudi kökenli İbn-i Seba olduğunu yazmaktadır.”

Doğrusu anlamadığım bir şey var burada, neden filozof (!) Al Naşşar  İbn-i Seba hakkında   çocukken öğrendiği, büyüdükten sonra da öğrencilerine öğrettiği  şeyleri hatırlıyor da   Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetleri hatırlamıyor !.

 

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا}(الأحزاب/33 )

 

“Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi (33)” 

İle:

قُلْ لاَ أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ}(الشورى/23)

 

 “Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir” Şura: 23

Ve bu ayetlerle Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s) , Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s)’nin  kastedildiğini, Muslim’in de sahihinde bunu ikrar ettiğini unutuyor.

            Şimdi bu durumda Ehl-i Sünnet, Hz. Ali (a.s)’ yi Allah (c.c) ‘ın emirlerine değil de İbn-i Seba’ya dayanarak mı kutsallaştırdılar!

Dr. Ali Sami Al Naşşar, 1964 baskılı, İslam’da Felsefi Düşüncenin Oluşumu adlı kitabının C:2, .28. sayfada: harfiyen şöyle yazmaktadır. “Ehl-i Sünnet Hz.Ali (a.s) yi, Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetinin derinliğine inerek açıkladı ve Peygamber (s.a.a)’in “Ben ilim şehriyim Ali de kapısıdır” hadisine dayanarak kutsallaştırdılar. ve onu ruhsal anlamda Ebu Bekir ve Ömer dahil olmak üzere bütün sahabelerden üstün olduğuna inandılar.”

—————————————————————–

NOT: Şüra Suresinin 23. ayetinde de tefsirciler çelişkiye düştüler. Ehl-i Beyt  (a.s) taraftarı tefsirciler : “Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir” Diye açıklarken  Ehl-i Sünnet tefsircileri  “Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.” Diye açıklamışlardır. N.A

Yani Şiiler Hz. Ali (a.s)’yi kutsallaştırırken Allah (c.c)’ın ve Peygamber (s.a.a)’in sözlerine uyarak değil İbn-i Seba’ya uyarak kutsallaştırmışlar. Ehl-i Sünnet ise Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetinin derinliğine inerek açıklamış ve Peygamber (s.a.a)’in “Ben ilim şehriyim Ali’de kapısıdır” hadisine dayanarak kutsallaştırmışlar. Doğrusu “El İnsaf” dedirten bir mantık.!

İlim ve araştırma uzmanları, İbn-i Seba’nın bir hurafe, hiç yaşamayan vehmi bir kişilik olduğunu ve uyduranın sadece Şiileri kötülemek ve onlara eziyet etmek için uydurduğunu ispat ettiler. Dr.Taha Hüseyin, “Ali ve Çocukları” adlı kitabında da bu konuyu belirtmiştir. (11) 1965 yılında Mısır’da yayınlanan El Kâtib dergisinin Mart ayı  sayısının 56. sayfasında;  Ahmad Abbas Saleh, harfiyen şöyle yazmıştı: “Şüphesiz İbn-i Seba  vehmi bir kişiliktir. yoksa bunca önemli olayda neden hiç rolü olmadı? Vehmi bir kişilik yaratıp ona olağanüstü rol vermek ancak safdillikle nitelenebilir ki eski kaynak kitaplarında da bu kişiliğe hiç rastlanmamıştır. Demek ki onun  hakkında yazılan bunca hurafe, haleflerin (sonrakilerin) uydurmasıdır!

ONİKİ İMAM İNANCI

Dr. Naşşar: kitabının C:1, 448. ve C:2, 218. sayfalarında  “Oniki İmam düşüncesi İslam’da yoktur” diye yazmaktadır. Bu sözü cahil biri yazmış olsaydı onun cahilliğine veya saflığına vererek mazur görebilirdik.  Ancak bu sözleri yazan; Üniversitede İslam Felsefesi hakkında konferans veren, İslam’da Felsefi Düşüncenin Oluşumu ile ilgili, sayfaları iki bin iki yüzü aşmış bir kitap yazan bir profesör olunca, ne diyeceğimizi bilemiyoruz! Onun bu fikri temelden inkar etmesi İmamete karşı olan olumsuz duygularını yansıtmaktadır. Bu fikir hakiki bir İslam  fikridir ve bunu ileri süren; Arzularına göre konuşmayan Allah’ın Resulüdür. Buhari Sahihi’nin, C:9, El Ahkam Kitabında ve Müslim Sahihi’nin, 2. kısım, 1. bölüm el İmare kitabında: ” Halifeler 12 dir  hepsi de Kureyş’tendir.” Diye yazmaktadırlar.

Üniversite Başkanı Üstat Efram El Büstani’nin hazırladığı Dairet-ul Maarif El Lübnaniyye’nin (Lübnan Ansiklopedisi) 6. cildinde bu konuyu tafsilatıyla işledim. “El Hafez El Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El Buhari” adlı kitaptan naklen: Şiiler ve Sünniler, Tahir ve Mümin İmamların sayısının 12 olduğunda anlaştılar; ancak kim oldukları konusunda anlaşmazlığa düştüler. Hatta Ehl-i Sünnet’in bir kısmı bu 12 rakama Hz. Hüseyin(a.s)’in katili ve Kâbe’yi yıkıcısı Muaviye’nin oğlu Yezid’i ve Kur’an-ı Kerim’i yırtan Mervan oğullarından Velid İbn-i Yezid’i katmaktadırlar.! Bu şahıs bir gün  Kur’an-ı Kerim okurken :  

 

وَاسْتَفْتَحُوا وَخَابَ كُلُّ جَبَّارٍ عَنِيد /  مِنْ وَرَائِهِ جَهَنَّمُ وَيُسْقَى مِنْ مَاءٍ صَدِيدٍ (إبراهيم/15/16(

 … ve her inatçı Cabbar, mahrûm olup gitti.  Önünde de cehennem vardir, orada kanlı, irinli su içirilecek ona.  İbrahim 15-16

Ayetine rastladığı zaman Kur’an-ı Kerim’i hedefe koyarak onu  okla parçalamış ve  şu şiiri okumuştur:

أتوعد   كل  جبار  عنيد

                فها  أنا  ذاك  جبار  عنيد

إذا  ما  جئت  ربك  حشر

              فقل  يا رب  خرقني  الوليد

“Her inatçı ve Cabbarı tehdit mi ediyorsun?  İşte o inatçı ve Cabbar benim. Yarın Mahşerde Rabbini  görürsen ona de ki   ‘Beni Velid parçaladı.’ “

Diyebilen biridir.!

 

 CAHİLLİYE ÖLÜMÜ

Naşşar kitabının C:6, 217. sayfasında “Zamanın İmam’ını tanımadan ölen, cahilliye üzerinde ölmüştür.” Hadisinin, Şiiler tarafından mezheplerinin doğrulanması amacıyla konduğunu yazmaktadır. Bu ifadeyi kitabının değişik yerlerinde de tekrarlamıştır. Bu durum  Doktorun Hadis ilminden uzak değil en uzak kişi olduğunu göstermektedir. Çünkü bu hadisi Ehl-i Sünnet, Hz. Ali (a.s)’nin en büyük düşmanı  Muaviye’den naklettiler, El Emini, Gadir kitabının C:1, S:158.de   bu hadisi nakledenler arasında: El Hafez El Heysemi Mecme El Zevaid kitabını, Ebu Davd El Tayalisi  Mesned kitabını zikretmektedir.

ON İKİ İMAMA İNANANLAR

Naşşar, yazdığı kitabın ikinci cildinin önsözünde şunları yazmıştır:

Yaygın olan düşünce, Ehl-i Sünnet ve  Mutezilenin İslam felsefesini Hıristiyan, Yahudi, Zındık  ve bazı felsefe sahiplerine  karşı savunurken, Şiilerin yegane işinin İslam Toplumuna karşı sataşmak ve fikirlerini çürütmek olduğudur. Bu da büyük bir hatadır. Çünkü Şii Alimleri, İslam’ın ilk çağlarında olduğu gibi  son çağında da  İslam’ı düşmanlarına karşı  İslam ruhuna uygun bir tarzda savundular. Ehl-i Sünnet ve  Mutezile ile birlikte  Hıristiyan, Yahudi, Zındık  ve bazı felsefe sahiplerine  karşı tetikte durup, aydınlatıcı meşaleler misali İslam inancının ahengi ve  bütünlüğü için çalıştılar. Tarihi bir gerçektir ki, Hz.Cafer Sadık (a.s)’ın Medresesinin büyük alimi  Hişam İbn-i El Hakem bu uğurda büyük rol oynamıştır.

Aynı önsözde şu yazısı da yer almaktadır:

Şiilik tarih boyunca vardı, halen de İslam aleminde milyonlarca Şii vardır. İsna Aşeriyya (Oniki İmama inananlar), İsmailliye, Zeydiyye, ve Gulatlar (aşırı olanlar). Ancak  çağımızda en büyük fırka olan “İsna Aşeriyya” hakiki bir İslam fırkasıdır. Asla diğer kapalı  gruplara benzememekte,  inançları  neredeyse Sünni inancının aynısıdır.

El Naşşar, aynı bölümde 11. sayfada “Bu gün İsna Aşeriyya Şiilerinin sayısı seksen milyondur.”

  1. sayfada ise, “…..Bu gelişmeler mezhebin – İsna Aşeriyya- canlılığını, esnekliğini ve akli gelişmeleri kabul ettiğinigöstermektedir.” demiştir. 

Gördüğünüz gibi O bu sözlerle İsna Aşeriyya’yı kesin bir şekilde  İslam fırkası olarak görmekte  ve inançlarını  neredeyse Sünni inancının aynısı olarak nitelemekte, akli gelişmelere açık bir mezhep ve aydınlatıcı  meşaleler misali İslam inancının ahengi ve  bütünlüğünü Yahudilere ve diğerlerine karşı savunduklarını ifade etmektedir.

Ancak Naşşar çoğu zaman bir konuyu kesin bir dille  yazdıktan  sonra, çelişki ve tutarsızlığa düşeceğini  fark etmeden onun tam tersini  yine aynı kesin dille yazmaktan geri kalmaz!. Örneğin: “Tutucuların fikri, ılımlı olanlara bile tesir etmiştir” başka bir yerde “Şiilerdeki tutucu fikrin nedeni Yahudilerdir.” Demektedir.

Doğrusu anlayamıyorum Naşşar, Ehl-i Sünnet inancını tutuculuktan uzak tuttuğu halde nasıl tutucu olarak kabul ettiği İsna Aşeriyyanın fikrini Ehl-i Sünnet’ in fikirlerine benzetti?! Ayrıca Şiiler İslam’ı Yahudi ve diğerlerine karşı savunurken, tutuculuğu nasıl Yahudilerden aldı?!

Naşşar’ın kendi yazdığı ile çelişip tutarsız olduğu yer sadece burası değildir…

  1. sayfada İsna Aşeriyya mezhebinin ılımlı ve gelişmeye kabil olduğunu yazdıktan sonra 228. sayfada: “İsna Aşeriyyanın ne kıyası ne icmaı vardır, sadece Kur’an-ı Kerim’in ayeti veya İmamların birinden hadis veya zil sesine benzer içtihatları vardır” demiştir.

Anlamadığım şeylerden biri de zil sesinin Naşşar’ın aklına nereden geldiği ve  birinci fikrinden birkaç adım uzaklaşmadan neden vazgeçtiğidir? Yani bunlar İslam’ın Felsefi Düşüncelerinden mi, Yoksa kendi modern felsefesinin metotlarından mıdır?

Eğer Naşşar, Şiilerin Usul ve  İstidlal (delil yardımı ile sonuçlandırma) kitaplarına göz atsaydı, onların teşri (yasa) kaynaklarının Kur’an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve akıl olduğunu görecekti. Ayrıca, Peygamber (s.a.a) sünnetini Şii veya Sünni güvenilir kaynaklardan alırlar. Onların yanında “Rivayet ettiklerini alın ama görüşlerinden uzak durun” ilkesi vardır. Ben bu görüşü en güvenilir kaynaklardan naklettim ve “Mâ Eşşia El İmamiyye” (İmamete inanan Şiilerle) ile “Eşşia ve Etteşeyyü”( Şiilik ve Şiileşme) adlı kitaplarımda ve gazetelerde Şiilere fütursuzca iftira atanlara defalarca cevap olarak yazdım. Ama kendi bildiğinden şaşmayan ve gerçeği sadece kendi vehminde arayan kişilere ne yapabiliriz.?!

Şiilerin içtihat ehli olduklarını, (12) içtihat  kapısını açtığını ve hâla o kapının ardına kadar açık olduğunu herkes –hatta çocuklar ve yaşlılarda-  bilir. Akli usullerde yazılan onlarca kitapları bunun somut örneğidir. Bunların arasında Necef Üniversitesinde ve bazı İran Enstitülerinde okutulan Şeyh  Ensari’nin Feraid el Usul kitabı, Şeyh el Horasani’nin Kifayet kitabının ikinci cildini sayabiliriz. Eğer Naşşar bu kitapları okumadıysa bile İslam Felsefesinde Doktor olduğuna göre şüphesiz felsefe ve kelam kitapları okumuştur ve okuduğu  kitaplarda mutlaka Şiilerin: “iyiliğin ve kötülüğün akli olduğuna, Allah’ın iyiliği iyi olduğu için emrettiğine kötülüğü de kötü olduğu için men ettiğine”  inandıklarını, buna karşılık Ehl-i Sünnet’ in: “akli iyilik ve kötülüğü reddettiğini, iyiliğin Allah emrettiği için iyi, kötülüğün de Allah (c.c)  men ettiği için kötü olduğunu, eğer Allah (c.c) 

kötü şeyi emretseydi iyi, iyi şeyi men etseydi kötü olurdu.” Dediklerini  bilir.

Kıyasa gelince, Şiiler hakkında meşru nass olmayan konularda bile şeriatla çelişmemesi, ilim ve şeriata uygun olması şartı ile aklın bütün ilke ve kurallarını kabul eder.   Kesin  olması halinde tatbik ederler. Çünkü; ilim, aydınlatıcı kitap ve hidayet olmadan Allah hakkında tevil yapmazlar. Şeriattan kaynaklanmayan ve  zanna dayalı hareket etmek istemezler. Sünnilere gelince, onlar;

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنًّا إِنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنْ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ}(يونس/36)

“Şüphe yok ki Allah, onlar ne yapıyorlarsa hepsini bilir. Onların birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah  onların ne yaptıklarını bilir. Yunus Suresi 36”

Ayetini okudukları halde zanna dayanarak hareket edebiliyorlar.

Naşşar da bilinen nağmeleri çaldı, “Recat (Geri Dönüş), Cifr, (Hz. Ali (a.s)’ ın yazdığı ve geleceği haber verdiği varsayılan bir kitap), Bidâ  ( İmam olacağı söylenen kişinin ölmesinden kaynaklanan şüphe ), Takiyye, Guluv (tutuculuk), Mushaf-ı Fatıma, Mehdi” gibi. O da  bunları bin küsur yıldan beri çalan yüzlercesi gibi hiçbir şey eklemeden, araştırmadan çaldı. Bunun için kendisine “El Mehdi El Muntazar ve El Akıl” ile “Eşşia ve Etteşeyyu” adlı kitaplarımı okumasını tavsiye ediyorum. Ben bu kitaplarda Şiiler hakkında yapılan her tenkidi, onlara atılan her iftirayı ve onlara mal edilen her eksikliği topladım, şaşkın fikirleri, gerçek ve sabit rakamlarla çürüttüm. Burada uzatmamak için tekrarlamak istemiyorum.

İMAM ALİ

Naşşar, İkinci cildinin dördüncü bölümünde “Ehl-i Sünnet ve Mutedil Şiilere göre  Hz. Ali (a.s)” başlığı altında şunları yazmış: “Sünniler İki şeyhin, -Ebu Bekir ve Ömer’in- velayetini kabul ederken Şiiler kesinlikle onları inkar etti. Buna karşılık  Hz. Ali (a.s)’yi Sünniler de Şiiler de kendilerine mal ettiler. Sünniler (Selefleri dahil) Hz. Ali (a.s)’nin ilk inanan  çocuk olduğunu, (13) Peygamber (s.a.a)’in kucağında büyüdüğünü, Peygamber (s.a.a) tarafından yetiştirildiğini, Müslümanların ilk anneleri olan Hz. Hatice tarafından da korunup sevildiğini, ilk andan itibaren ve her konuda Peygamber (s.a.a)’e destek olduğunu kabul eder. Büyük hicret gününde Peygamberin yatağında ve meleklerin nezareti altında Kureyş zalimlerine karşı duruşuna duydukları hayranlık Şiilerin hayranlığından daha az değildir. Ali (a.s) daha sonra Hz. Fatıma (a.s) ile birlikte Medine’ye hicret etti.  Haşimilerin bu genç yiğidi Savaşlarda da nice Kureyşli azılıyı öldürdü. Hz. Muhammed (s.a.a)’i savunmak için defalarca ölüme atıldı.”

            Naşşar aynı bölümün 28. Sayfasında şunları yazmıştır: “Ehl-i Sünnet, ‘Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır’ hadisine binaen Hz. Ali (a.s)’yi İslam’ın alimi olarak kabul etmektedir. Çünkü o Kur’an-ı Kerim ve Sünnet fıkhının  derinliğine inmiştir. Ebu Bekir’in de  Ömer’in de Fakihi (Alimi) idi –Fıkıh konusunda ona başvururlardı– her iki şeyhin zamanında da züht hayatını tercih etti. Ayrıca Ehl-i Sünnet’ in kitaplarında İmam olarak anılan tek sahabedir. Hatta Hasan El Basri ona bu ümmetin Rabbanisidir. derdi. Emevilerin yaptığı bütün kötüleme propagandalarına ve Nâsibilerin düşmanlığına rağmen; Ehl-i Sünnet’e göre Peygamber (s.a.a)’in amcasının oğlu ve damadı olan Hz. Ali(a.s) İslam’ın ruhsal önderi idi. Ruhsal anlamda da istisnasız bütün sahabelerin Ebu Bekir ve Ömer’inde üstünde idi.”

Naşşar, ayrıca şunları beyan etmiştir:

1964 baskılı kitabının C:2, 223. sayfasında: “Gerçek o ki Hz. Ali (a.s) Hilafetin, Ebu Bekir yerine kendisinin, kendisinden sonra  çocuklarının ve torunlarının hakkı olduğunu görüyordu.”

  1. sayfada: “Ebu Bekir, Hz. Fatıma (a.s)’yı hatırladığı zaman ağladı ve ölümü sırasında adamlarının onun evine zorla girmesinden duyduğu pişmanlığı dile getirdi. Şüphesiz Hz. Fatıma (a.s) daHalifeliğin, Hz. Ali (a.s)’nin İlahi bir Hakkı olduğunu görüyordu.”
  2. sayfada: “Hz. Muhammed (s.a.a), Ebu Bekir’e Küçük İmamlık sayılan namaz kıldırmateklifini yaptığı için Müslümanlar kıyasla büyük İmamlığın da –Hilafetin– ona verilmesini uygun gördüler.”
  3. sayfada: “Eşariler –Yani Ehl-i Sünnet– ‘Ümmetim dalalette birleşmez’ hadisine inandıklarını ilan ettiler.” Diye yazmıştır.Bizde bütün bunlardan şunları anlayabiliriz:

1-     Ümmetin tamamı Hz. Ali (a.s)’yi kabul etmiş, buna karşın Ebu Bekir ve Ömer’i ümmetin bir kısmı kabul etmiştir.

2-     Bütün ümmetin çevresinde toplandığı konu Haktır; aksi taktirde masumiyetin bir anlamı olmayacaktır. (14)

3-     Hz. Ali (a.s) Hilafet konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer’e karşı hak sahibi olarak görmüş, onların hilafeti sırasında züht ve yoksul bir hayatı tercih etmiştir.  Peygamber (s.a.a)’in bir parçası olan Hz. Fatıma (a.s) da,  Hz. Ali (a.s)’nin Hilafetteki hakkının  İlahi olduğuna ve bu hakkın sadece onda olduğuna inanmıştır.

4-     Ebu Bekir Hz. Fatıma (a.s)’ya eziyet etmiştir. (15) Allah da Kuranı Kerim’de – Ve bir şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah’a âittir. Diye buyurmuştur.  Ehli Hakkın az olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah da “Çoğu kavrayamaz” diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına göre masumiyet için, mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum değildir hatta çoğu zaman Hak azınlığın tarafında olmaktadır.

5-     Ehl-i Sünnete göre Hz. Ali (a.s)’nin yerine Ebu Bekir’in halifeliğinin gerekçesi cemaat namazındaki imamlığıdır.

Sünnilerin inandığı, Naşşar’ın da kitaplarından ve kaynaklardan naklettiği bu beş konu bizim için yeterlidir.  Eğer bu konuları toparlayıp birbirine bağlayacak olursak, şu hükme varabiliriz: Hilafet Hz. Ali (a.s)’nin ilahi bir hakkıdır. Çünkü mutabakat ümmetin masumiyetinin ispatıdır ve ümmet Hz. Ali (a.s)’de mutabakata varmış, başkasında ihtilafa düşmüştür. Çünkü masum olan ümmetin tamamının kabul ettiği şahıs Hak sahibi olduğunu ilan ediyorsa bu Hakkı  inkar etmek dalalettir.  Yani gerçeği  itiraf etmek ve aksini yapanları savunmak ve kesin  olan sonucun nedenini görmezden gelmektir…

Naşşar’ın yaptığı da tam olarak budur. Ön olayları kabul edip, sonucunu inkar etti. Durumu tıpkı “senin sağ elin var sol elin de var ama iki elin yok !” diyenle aynıdır.  İşte; bağnazlık  kişiyi Akıldan  uzak tutarak  bu hale getirir.  Delillerle artı olduğu ispat edilmiş, kabul edilmesi gerekeni reddeder. Yine delillerle eksi olduğu ispat edilmiş ve reddedilmesi gerekeni kabul eder. Bundan daha tuhaf olan şey, Naşşar’ın ve benzerlerinin Ebu Bekir’in namaz kıldırmasının Hz. Ali (a.s)’nin Hilafetteki İlahi Hakkını iptal ettiğine inanmasıdır. Zaten bu görüşü ileri sürenler aynı zamanda İyinin ve Kötünün, Adilin ve Fasıkın arkasında namaz kılmayı caiz görenlerdir. Bir gerçektir ki İslam dininin ve  İslam Peygamberi’nin  Müslüman mallarından uyuz bir dişi keçiyi bile emanet etmeyeceği çok sayıda kişiler cami imamı oldular.

İşte, kısaca Şiilerin Hilafet konusundaki inançları budur. Hilafet başkasının değil Hz. Ali (a.s)’nin hakkıdır. Başka İslam fırkaları ile aralarındaki gerçek fark budur. Sünni kaynaklardan nakledilenler bu inancı meşru kılmakla kalmaz, açıkça ve kesin olarak haklı olduklarını gösterir. O halde bu inanç nasıl “mantıksız ve kabul edilemez” olur?  Sünni kitaplarına göre İbn-i Seba bu mezhebin temelini ve kurallarını oluşturdu diye mi? Halbuki İbn-i Seba hurafe ve vehmi bir kişilikten  başka bir şey değildir! Yoksa sadece Hz. Ali (a.s)’yi kabul ettikleri için mi? Eğer masum ümmet Hz. Ali (a.s)’de birleşip başkasında ihtilafa düştü ise Şiilerin günahı nedir? Şiilerin,  Ali (a.s)’de birleşen masum ümmeti yalanlaması mı gerekirdi? Şiiler, Peygamber (s.a.a)’e ve onun birer parçası olan Ali ile Fatıma’ya inandıkları ve hilafetin Ali’nin ilahi hakkı olduğunu kabul ettikleri için mi? Masum olan ümmetin kabullendiği ve başkasında ihtilafa düştüğü Hz. Ali (a.s), Hilafetin kendi hakkı olduğunu  söylüyorsa nasıl haklı olmaz? Eğer onun  her söylediği  gerçek ve doğru ise ona inananlar, dediğini tutanlar, çizdiği yolda yürüyenler nasıl haksız ve müfteri olabiliyorlar?!

Hayır! Doğrusu ben bütün bu delil ve ispatlara rağmen Şiilere sataşanların, onların hakkında yazı yazıp kötüleyenlerin inanarak yazdıklarına inanmıyorum. İşin içinde onların ağızlarını açan, kalemlerini oynatan gizli bir sır vardır. Bu sır kara tutuculuk da olabilir, cep meselesi de…

SINIRSIZ VE TEMELSİZ

Naşşar kitabına bu yöntemle devam eder.  temel olmadan sınır tanımadan ispat gereği duymadan ahkâm keser. Bazen hiç inceleme zahmetine katlanmadan  bir müellifin yazdığına bakarak gelişi güzel yazar (İbn-i Seba örneği gibi).  Bazen de hayal ve uydurmaya dayanarak yazar  (İsna Aşeriyya fikrinin İslami bir fikir olmadığı gibi).  başka bir becerisi de bir konu hakkında kesin hükmünü verir daha sonra yine aynı kesinlikle tam tersini ileri sürer! (Şiiliğin gelişmeye kabil ve ılımlı olduğunu yazıp daha sonra onları taşlaşma ve donuklukla itham etmesi gibi). Başka bölümlerde yazdıklarının gerçeğe  yakın olduğu görülür (Osman ve Emevi taraftarlığı ve Hz. Ali (a.s)’nin büyüklüğü konularında olduğu gibi). Ancak hataları, Hak ve gerçek konularında olumlu yaklaşımını ve kitaba  verdiği emeği boşa çıkartmıştır. Yukarıdaki konularda Naşşar’ın olumsuz ve tutarsız konularını işledik şimdi Hak ve gerçek konusunda dile getirdiklerini yazacağız. Bunu yapmaktaki amacım koskoca bir kitabı sağa sola yalpalayarak nasıl belirsiz bir hedefe doğru götürdüğünü göstermektir.

OSMAN VE EMEVİ TARAFTARLARI

            Naşşar’ın Kitabından Alıntılar:

            1965 Baskılı kitabında C:2, S:228: “Osman’ın ve Emevilerin taraftarları, büyük bir kinle İslam’dan, Peygamber (s.a.a)’den, Peygamberin Ehl-i Beytinden (a.s) ve sahabelerinden nefret ettiler. Nefretleri Ebu Bekir’e, Ömer’e ve Ali (a.s)’ye eşit derecede idi. Ancak Osman’ın öldürülmesi bekledikleri fırsatı ellerine verdi. Şam sokaklarında Şehit Şeyhin sözde intikamı için harekete geçtiler. Şam halkı aldandı. Halk, iki  şeyhi (Ebu Bekir ve Ömer) bayrak yapanların gerçekte iki şeyhin en büyük düşmanı olduklarını ve onların iktidarı zamanında sadece Müslüman halktan korktukları ve yeni toplumda kendilerine yer edinebilmek için boyun eğdiklerini bilmiyordu. Oysa onlar daha düne kadar Tulaka (azat edilenler) ve müellefe-i kulûblerdendi  (kalbleri İslam’a ısındırılmak istenenlerdi)”.

  1. sayfada: “Araştırmacılar, Harb’in oğlu Ebu Süfyan’ın cahilliye döneminde olsun, Mekke’nin fethinden sonra istemeden İslamiyet’i kabul ettikten sonra olsun, İslamiyet’e duyduğu büyük nefret ve kinin nedenine dikkat etmediler, sebep onun İslamiyet’ten önce zındık olması idi. Yani Yaratıcının varlığına inanmıyordu. Huneyn savaşında Allah’ın Resulü ile beraberken bile beraberinde Azlam (fal okları) vardı ve ona başvuruyordu. O münafıkların mağarası durumundaydı. O Araplığına bile sadık değildi. Çünkü Yarmuk’ta Müslümanların zayıflamasına sevinmişti!”
  2. sayfada Osman için ise şunu yazıyordu:  “Hilafet Ali’den alınıp, tükenmekte olan, yaşlı, idareyi bilmeyen adaleti sağlayamayan  bir ihtiyara verildi.

            C:2, 33. Sayfada: “Ali İbn-i Ebu Talib(a.s)’in öldürülmesi ile, Azat edilmişlerden, ciğer yamyamı kadının oğlu Muaviye iktidarı ele geçirdi. ancak Hasan (a.s) hayatta iken o rahat edemiyordu. Bu yüzden ondan kurtulmağa karar verdi ve zehirle öldürttü. Sonunda, hilafeti oğlu Yezid’e sağladıktan ve Hicr İbn-i Adiy gibi bir çok büyük sahabeyi öldürdükten sonra o da öldü. Ve yönetim Emevilerin tekelinde kalan zalim bir iktidar şekline dönüştü.”

  1. Cildin önsözünde de: “İktidar, Ebu Sufyan’nın oğlu Muaviye’nin eline geçti. Halk henüz onun babasının putperest ve Mecusi olduğunu ve hiçbir zaman Allah’a inanmadığını unutmamıştı. Hatta Müslümanlar ona Attalik İbn-i Talik(Azat edilmişin oğlu azat edilmiş) ve El Veseni İbn-i El Veseni (Putperestin oğlu putperest) adını takmıştı. Muaviye için ne denirse densin, eski selefler ve Ehl-i Sünnet’ in bir kısmı ne kadar onu sahabelerin arasına sokmağa çalışırsa çalışsın; Muaviye  hiçbir zaman İslam’a inanmayan, İslam’a çok büyük kötülükler yapan ve daha fazlasını yapmadıysa elinden gelmediği için yapamayan biri idi!  Fatıma (a.s)’nın oğulları ise  kanları ile efsane yazmağa başlamışlardı.

            Görünüşe göre Naşşar, Ebu Süfyan, Oğlu Muaviye ve torunu Yezid hakkında yazarken dikkatle düşünmeye zaman ayırmış ve kesin olarak onların Müslüman olmadıklarına ve  İslam’a düşman olduklarına hüküm vermiştir. Keşke kitabının diğer konuları için de aynı şeyi yapsaydı, eğer böyle davransaydı Müslümanları birbirine yaklaştırma konusunda İslam’a büyük bir hizmet sunmuş olacaktı. Ne yazık ki Müslümanların arasına; sadece Siyonist ve sömürgecilerin işine yarayan setler ve engeller koydu. Felsefe doktoru olan El Naşşar, İslam’ın en büyük probleminin Şiiler ve Şiilik değil Siyonist ve sömürgeciler olduğunu bilmiyor mu? Acaba neden Naşşar ve benzerleri tam da bu birliğe ihtiyaç duyulduğu zamanda İslam fırkalarının arasındaki farklılıkları kullanıp büyük büyük ciltler yazarak Muhammed (s.a.a)’in ümmetini bölmeye çalışarak aralarına sınırlar ve setler koyarlar. Naşşar bu gerçeği anlamakta aciz mi kaldı? İslam ve Müslümanlara karşı sorumluluk duygusu taşımıyor mu? Yoksa şaşkın mıdır? Acaba Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır’ın o zaman ki adı), Arap ve İslam toplumlarına Naşşar ve benzerlerinin kitapları ile mi önderlik etmek istemektedir.?!

  1. ALİ (A.S) KİMDİR?

            Rivayetler der ki: Hz. Muhammed (s.a.a)’in, Hz. Ali (a.s)’ye, “Ey Ali, Allah(c.c)’ı sadece Ben ve sen tanıdık, Beni de sadece Allah (c.c) ve sen tanıdınız, seni de sadece Allah (c.c)  ve ben tanıdım.” Demiştir.

            Bu rivayet gerçek olsun olmasın, Müslümanlar Hz. Ali (a.s)’yi Alim, Zahit ve cesur olarak tanır. Bu akıllarının kavrayabildiğidir. Ancak Hz. Ali (a.s)’nin gerçeğini sadece ona denk veya ondan üstün olanlar bilir. Ata sözü der ki “Fazileti sadece Fazilet ehli bilir.” Kendisi de der ki: “Alim cahili tanır ama cahil Alimi tanımaz.” İnsanlar olaylara, ahlakları ve gelenekleri ışığında özel mantıkları ile açıklama getirirler. Hz. Ali (a.s)’nin  ise halkın ahlakı ve gelenekleri ile benzerliği yoktu! İşte kişiliği, özelliği, meziyeti ve iç yüzü ile ilgili  çelişkili, hatalı açıklamaların ve takdirlerin nedeni budur.

            Hz. Ali (a.s)’nin Hayat serüvenini derinliğine inceleyip tetkik eden kişi, mutlaka şu neticeye varacaktır. “Eğer Hz. Ali (a.s) insan ise diğer insanlar, insan değildir!” ona yakıştırılan “insan” vasfı öylesinedir. Tıpkı siyah cariyeye “Fıdda (Gümüş)” veya “Selce (Kar Tanesi)” adının verilmesi  gibi. Eğer diğerleri insansa  Hz. Ali (a.s) insan üstüdür.

            Şüphesiz, aynı cinsten olan sebze ve meyve tohumlarının değiştiği gibi insanlar da çalışkanlık ile uyuşukluk, cömertlik ile cimrilik, cesaret ile korkaklık, iyilik ile kötülük, zeka ile geri zekalılık konularında farklıdırlar. Ama bu farklılık ne kadar olursa olsun özlük ve tür konusunda birdir. Ancak farklılık Hz Ali  (a.s) örneğinde olduğu gibi aydınlıkla karanlık, hayatla ölüm boyutunda olursa farkın yukarıdaki örnekler gibi olduğunu söylemek bilgisizlik ve cehalet olur.

            Sanırım, “Hz. Ali (a.s) bütün insanlardan daha üstündür” demem için onun yaptıkları ile başkasının yaptıklarını mukayese etmem gerekmiyor. Her ne kadar onların yaptıkları ile kendisinin yaptıklarından anlatılacak çok derin şeyler varsa da bunun sırrını ancak Ali (a.s)’nin büyüklüğüne ve rütbesine  denk veya ondan daha üstün olan bilir. Uzatmağa hiç gerek yok; aşağıda anlatacağım örnekler yeterlidir:

            Ayşe devenin üzerinde “Bu kel kafalının başını getirene bu keseyi vereceğim” diye haykırıyor; ama o galip gelip Ayşe’nin hayatı iki dudağı arasında kaldığı zaman  ona başka keseler de veriyor ve  saygı gösteriyor. İbn-i Mülcem, bir kahpenin kışkırtması ile ona ölümcül bir darbe vuruyor; o da ona kendi yemeğinden yedirip,  suyundan içiriyor, öleceğini anlayınca da çocuklarını çağırıyor katili için iyi şeyler tavsiyede bulunuyor ve onlara “af etmek takvaya daha yakındır” diyor.

Alçağın biri Ali (a.s)’ye  saldırıp öldürmek isteyince, Hz. Ali (a.s.) onu yere savurmuş göğsüne oturup kılıçla vurmağa hazırlanmıştı ki öleceğini anlayan alçak onun yüzüne tükürmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s.) onu serbest bıraktı. durumu hayretle seyreden kişiler nedenini sorunca onlara: “Ben onu öldürseydim Allah (c.c)  için değil bana hakaret ettiği için yani kendim için öldürmüş olacaktım.” dedi. Çatışmaların birinde, onunla çarpışan müşriklerden birini yere çalıp başını kesmek isteyince adam: “Ey Ali beni öldürürsen çocuklarıma kim bakacak?” deyince Hz. Ali (a.s.):  “seni çocuklarına bağışlıyorum” diyerek onu bıraktı.

            Başka  bir çatışmada da vuruştuğu bir atlıya kılıç çekip başına vurmak üzere iken atlı “Ey Ali bu kılıcını bana hibe eder misin” dediği zaman ona kılıcını vermiş ve karşısında silahsız kalmıştır. Bu olayların bir çok örneği vardır. Hepimiz Amru İbn-i El As’ın  ve Bişr İbn-i Artaa’nın hezimete uğrayınca ölmemek için edepsizce avret yerlerini nasıl açtıklarını biliriz!

            Bunların açıklaması nedir? El açıklığı mı, cömertlik mi, züht mü, yoksa İlahi İradenin tercümesi mi? Allah (c.c)  şiddete karşı şiddeti, ölüme karşı ölümü mubah kılmadı mı? Benim çok iyi bildiğim şey, onun bu özellik ve meziyetleri insanların yaratılışı ve tabiatları ile bağdaşmıyor. Yani, Ali (a.s) insan ve bu sıradan olanlarda insan. Ali İmam ve bu kendi ve çocuklarına mülk hazırlayanlar da İmam.  Ali Peygamber (s.a.a) Halifesi ve bu komplocu ve fırsatçılar da Peygamber (s.a.a) Halifesi! Öyle mi?  Kesinlikle hayır! Ya Ali (a.s)  özünde ve gerçeğinde tektir; Halife, İmam  ve yetkililer arasında benzeri yoktur. Veya fazilet ile rezillik  arasındaki fark   evhamdan başka bir şey değildir.

            Belki zühtten veya sorumluluktan kaçmak için yetkiyi ve hükmetmeyi reddeden bulunabilir; ama bunu fıtratı ile reddeden;  kibirliği ve gösterişi, içgüdüsü ile reddedeni bulamazsın. Buna rağmen hastanın ameliyata teslim olması gibi yönetimi almak için teslim oldu. Bunu sadece Ali (a.s)’den görebiliriz. O Ali ki: “Bu fani dünya lezzetinden bana ne” demişti. Yönetimi kabul ederken onu bekleyen zorluk ve problemlerin bilincindeydi. Ama o ülkeyi düzeltmek, halkın emniyetini sağlamak, mazlum ve acılı insanlara yardım etmek için kabul etti.. Hutbelerinin birinde: “Allah’ım biliyorsun bizim yaptığımız ne yetki için rekabettir ne dünya yıkıntılarının artıklardan bir şeyler almağa çalışmaktır. Bizim istediğimiz senin dininin yapısını tekrar onarmak, ülkendeki düzeni kurmak, mazlum kullarına güven vermek  ve iptal edilmiş haddını (ceza uygulaması) tekrar işletmektir.” demiştir.

İşte Hz. Ali (a.s)’nin Hilafeti kabul etmekteki ilk ve son nedeni ve gerçek hedefi buydu; Kullara güven vermek ve ülkedeki düzeni sağlamak. Yoksa o ne dünya ve dünyanın yıkıntıları, ne de kendi menfaati ile ilgileniyordu. Allah (c.c)’a ibadet ederken “Ben ne senin cennetinde gözüm olduğu için nede cehenneminden korktuğum için  ibadet ediyorum. Ben senin ibadeti hak ettiğini gördüğüm için sana ibadet ediyorum.” Diye seslenen bir kişinin kendi  nefsi için bir şey yapması beklenir  mi?

            İşte buradan hareketle, Ali (a.s)’nin kendi nefsi için bir şey istememesinden, mutluluğu veya  mutsuzluğu hiçe saymasından anlıyoruz ki, Ali (a.s)’nin yapısı  diğer insanların yapısından farklıdır. Çünkü insanın yapısının en büyük özelliği; bencilliği ve  kendi menfaati peşinde koşmasıdır. “Hak” ise menfaat dışında kaldığı zaman insanlar için boş laftan başka bir şey değildir.

            Bundan dolayıdır ki ben, Kuran’a ve Muhammed (s.a.a)’e inanan bir Müslümanım, tek yaratıcının ve rızk bağışlayıcının sadece Allah (c.c) olduğuna, kıyamet gününde sadece onun hesap sorup cezalandıracağına inanıyorum. Tutuculuktan ve tutuculardan teberru ediyorum. İnançlarımın tümünde Kuran-ı Kerim’e ve sağlıklı akla dayanıyorum. Allah (c.c)’ın, Muhammed (s.a.a)’in  insan olduğunu, yemek yeyip sokaklarda dolaştığını Kur’an-ı Kerim’de tekid ettiğine,  Muhammed (s.a.a)’in de Ali (a.s)’nin öğretmeni ve üstadı olduğuna inanıyorum. Ancak bu durum, Allah (c.c)’ın onları herkesten ayrı kılan güçlerle donatmadığı, Onların insanın üstünde ve yaratıcının altında bir derecede olmadığı anlamına gelmez. Yani Allah (c.c)’ın bir iki kulunu insanlardan farklı bir güç ve içgüdü ile yaratmasında bir sakınca var mıdır? Doğrusu akıl da onları görüp başkasının asla yapamayacağı şeyleri yaptıklarını görünce ve eserlerine bakınca bu gerçekleri kavramaması mümkün değildir.

 

 

İ K İ N C İ K İ T A P

KUR’AN IŞIĞINDA HZ. ALİ (A.S)’NİN İMAMETİ:

    

İSLAM VE HZ.ALİ (A.S)’NİN HENDEK SAVAŞINDAKİ  VURUŞU

 

            Kur’an-ı Kerim nerede indi? İslam hangi evde doğdu ve büyüdü? Onu güçleninceye kadar koruyan kimdi? Onun için uğraş veren fedakarlık yapan, canı malı ve çocukları ile savunan kim? Ona ilk inanan, onun için cengaverlere karşı kılıcını çeken, hısım ve akrabalarla çarpışan kimdi?  Şahadet kelimesi için hemen her ailede bir kişiyi katleden kimdi? Çocukları kanları içinde yüzen, torunları kundakta iken annelerinin kucağında öldürülen kimdi? İlk çocuğu zehirle öldürülen ikinci çocuğunun başı kesilip kızları esir alınıp üstleri başları açılan kimdi? Çocukları torunları ve torunlarının torunları şehit edilen kimdi? Evi yağmalanan  ve yakılan kimdi? Bütün yukarıdaki soruların tek bir cevabı vardır: Bütün  bunlar  Hz.Ali (a.s)’nin Kur’an-ı Kerim’in  ilkeleri ile hareket etmesi; ve o ilkeleri yaşatması uğruna oldu. Bu sıfatların  tamamı sadece ve sadece Hz. Ali (a.s)’de birleşti.

Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)’nin yaşadığı evde yaşadı. Babası Abdullah ve dedesi  Abdul Muttalib (15) vefat ettikten

sonra amcası Ebu Talib onun sorumluluğunu üstlenmişti. Hz. Ali (a.s)’nin annesi ve Peygamber (s.a.a)’in amcasının karısı Fatıma Bint-i Esed, ona amcasından sonra en çok ilgi gösteren ve seven insandı. Aynı  zamanda o  ilk Haşimi doğuran Haşimi idi. Müslüman oldu, hicret etti ve Medine’de vefat etti. Hz. Muhammed (s.a.a) Fatıma Bint-i-Esed’in  defin işlerini üstlendi. Ona elbisesini giydirdi, definden önce mezarında yattı, ona ağladı ve “Allah senin gibi anneden razı olsun” diye dua etti. Ona sorulduğu zaman: “o benim için amcamdan sonra  bütün dünyada en iyi davranan insandı.” Diye cevap vermişti.

Hz. Ali (a.s) Kâbe’de doğdu. Yıl olarak Hz. Muhammed (s.a.a)’in  Hira dağına çekilip dua ettiği yıl olduğu söylenir. (16) Kureyş zor günler geçiriyordu. Ebu Talib’in de çok çocuğu olduğundan, Abbas, Cafer’i, Hz. Muhammed (s.a.a) de Hz. Ali  (a.s)’yi aldı. böylece baba evinde fazla kalmadan çocuk yaşta Hz. Muhammed (s.a.a)’in evine taşındı.

            Hz. Muhammed (s.a.a)’e vahiy inmesinin ardından yirmi dört saat geçmeden Hz. Ali (a.s) Müslüman olmuştu ve Hz. Muhammed (s.a.a)’in Allah’a kıldığı ilk namazına iştirak etti. (17) Tebük savaşına katılmak için Medine’yi ona emanet ederken herkese Hilafetin kendisinden sonra sadece Hz. Ali (a.s)’ye ait olduğunu göstermek istiyordu ve o gün ona “Senin bana yakınlığın Harun’un Musa’ya olan yakınlığı gibidir.  ancak benden sonra peygamber yoktur.” dedi. Bu hadisin açık anlamı Hz. Harun, Hz.Musa’dan ne hak ettiyse Hz. Ali de Hz. Muhammed’ten aynı şeyi hak etmiştir. “Musa:

وَاجْعَلْ لِي وَزِيرًا مِنْ أَهْلِي /هَارُونَ أَخِي/ اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي / وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي (طه/29/30/31)

“… Bir de ailemden bir vezir ver, kardeşim Harun’u, onunla beni güçlendir, işimde bana ortak et.” Dedi.Ta Ha suresi:29-30-31″ Allah (c.c), Hz. Musa’nın isteğini nasıl kabul edip

 قُلْنَا لاَ تَخَفْ إِنَّكَ أَنْتَ الأَعْلَى}(طه/68)

“isteğini kabul ettim ey Musa”

 diye cevap verdiyse, Hz. Muhammed (s.a.a)’i de “

وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى / إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى}(النجم 3 /4)

 “Arzusuna göre konuşmaz ona inen bizim vahyimizdir”  Necm: 4

diyerek teyit etmiştir.

            Hz. Ali (a.s) bu makamı, sadece Peygamber (s.a.a)’e yakınlığından dolayı değil, ameli ile elde etmişti. Nasıl Hz. Muhammed (s.a.a) makamını amcaları ve dayıları ile değil büyük bir ahlak sahibi olması ile elde ettiyse Hz. Ali (a.s) de Peygambere vefası, savaşlardaki cihadı ile elde etti. Çatışmalarda, Bedir savaşında olduğu gibi tek başına müşriklerin yarısını katlederken bütün savaşçılar müşriklerin diğer yarısını katletmişti. Uhut savaşında Peygamberin askerleri kaçarken Hz. Ali (a.s)’nin başlarında bulunduğu çok az insan kaçmamıştı. Hendek savaşında Kureyş, Ğatfan, Fazara ve Yahudiler bir araya gelmiş bir birlik kurmuş ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in başkenti Medine’yi ele geçirip İslam’ı ve İslam Peygamberini yok etmeğe karar vermişlerdi! Şirk ordusu Müslümanların sağından ve solundan  saldırıya geçmiş, şiddetten gözler yuvalarından çıkmış yürekler ağızlara gelmiş olduğu bir sırada büyük cengaverin kılıcını çekmesi ile savaşın durumu değişmişti.

            Hz. Ali (a.s)’nin Amr İbn-i Vedd El Amri’yi öldürmesi o kadar ünlü ki anlatmaya gerek görmüyorum. Ama benim üzerinde durduğum nokta Hz. Peygamber (s.a.a)’in “Şu anda İslam’ın tamamı, Şirkin tamamı ile karşı karşıyadır” sözüdür.

            Şüphesiz ki Amr müşriklerin başı, komutanı ve en büyük savaşçılarıydı. Müşriklerin kaderi onun hayatına bağlı idi. Ancak Müslümanların başı Hz. Muhammed (s.a.a)’ti. Koruyucu ve kefil olan oydu. İslam’ın ve Kur’anın varlığı onun hayatına bağlı idi. O halde neden Peygamber kendi huzurunda  Hz. Ali (a.s)’nin şahsını “İslam’ın tamamı” olarak vasıflandırdı? 

            Cevap: Şirk grupları tek kitle halinde birleşmiş, Hz. Muhammed (s.a.a)’in hayatını ilk ve son hedef olarak seçmişlerdi. Çünkü onun hayatı İslam’ı temsil ediyordu. O olmadan yayılması ve yaşaması mümkün olamayacak ve o anda Peygamberin çevresini saran   azınlıktan başka Müslüman kalmayacaktı.

            Hz. Ali (a.s) tam aksi yöndeki hedef için sahaya çıkmıştı. Şirkin başını kesip yok edecek, İslam’ın yayılması önündeki en büyük engel kalkacak ve Arap yarımadasında hiç eseri kalmayacaktı. Çünkü müşrikler İslam’ın önündeki ilk engeli oluşturuyorlardı. Onun  için dir ki Hz. Muhammed (s.a.a) o anda  “bundan sonra onlar bizi değil biz onları dağıtacağız” dedi. Hz. Ali (a.s) Amr İbn-i Vedd’in karşısına çıkarken İslam çağrısının tamamlanması, bayrağının doğu ve batıda dalgalanması için çıkıyordu.

            O halde bu karşılaşma bir dönüm noktasını teşkil ediyordu, tıpkı ulusal bir ordunun işgalci bir orduyla savaşın kaderini belirleyecek bir çarpışmada karşı karşıya gelmesi gibi. Buradaki dönüm noktası ya Hz. Ali (a.s) Amru’yu katledecek, İslam’ın bütün karşıtları yok edilecek ve şirk Arap Ülkesinden yok olacak;  veya Amr Hz. Ali (a.s)’ yi katledecek ve İslam kaybedecek ve şirk kazanacaktı.!

            Ancak Allah (c.c), Hz. Ali (a.s)’nin kılıcı ile Müslümanları muzaffer kılmak, nurunu tamamlamak, din ve Kur’an öğretilerini canlandırmak ve İslam’ı yaymak istiyordu. Eğer Ali (a.s)’nin o gün Amru’ya vuruşu olmasaydı Hendek savaşından kıyamete kadar hiçbir zaman hiçbir cami yapılmayacak, hiçbir minare yükselmeyecek, hiçbir dini müessese kurulmayacak, hiç kimse namaz kılmayacak veya oruç tutmayacaktı. O vuruş olmasaydı ne İslam ne de Kur’an olacaktı. Onun için HZ. MUHAMMED (s.a.a): “ALİ (a.s)’NİN HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU SIKLAYNIN  (İNSANLAR VE CİNLERİN) BÜTÜN AMELİNE EŞİTTİR.” Başka bir rivayete göre  “ALİ (A.S)’NİN AMR’LA VURUŞMASI, ÜMMETİMİN KIYAMET GÜNÜNE KADAR Kİ AMELİNDEN DAHA HAYIRLIDIR.” (18) der.

Bunun için Şiiler “Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim’e ortaktır” dediler. Çünkü o Kur’anın  etkisine, nuruna, bilimselliğine, gerçek inancın yayılışına ve  Kur’anın  kıyamet gününe kadar korunmasına neden olmuştur. Hepimiz “iyiliğe vesile olan iyiliği yapmış gibidir.” ile “İyi bir yasa  yapan  hem yasanın sevabını, hem yasaya uyanın sevabını kazanır.” Sözlerine inanırız.

            Bunu söylerken de Hz. Ali (a.s)’nin, Hz. Muhammed (s.a.a)’in hayırlı bir eseri olduğuna; ve Onun tüm hayırlı yönlerinin ya Hz. Peygamber (a.s.v)’in duasıyla ya da onun yönlendirmesi ile olduğuna inanıyoruz. İmam Ali’yi övmek   Güneşin ışığını yansıtan Ayın ışığını övmeye benzer. Bunun delilleri arasında Hz. Ali (a.s)’nin sütten kesildiği andan itibaren ahlak ve faziletli olarak yetişmesi için Allah (c.c), Peygamber (s.a.a.)’in yanında yetişmesini sağlamıştı. Şimdi  sözü ona bırakalım:  “Peygamberin yanına girdiğim zaman öyle bir heybeti vardı ki onunla konuşamadım.”, “Peygambere olan yakınlığımı biliyorsunuz, çocukken kucağına oturturdu, bağrına basardı, yatağına yatırırdı, hatta lokmayı çiğner sonra bana yedirirdi. Ne sözde ne fiilde hiçbir zaman benim hiç bir yalanımı görmedi.”, “Peygamber (s.a.a)’i yavrunun annesini takip ettiği gibi takip ederdim, her gün ilminden ve ahlakından bir şeyler verir ve onun gibi uygulamamı isterdi. Bahra dağına çıktığı zaman benden başka hiç kimse onu görmezdi, peygamberlik evi o zaman sadece Allah’ın Peygamberi, Hz. Hatice’yi ve beni barındırırdı. Vahyin nurunu görür peygamberliğin kokusunu koklardım.”

            Ben, Peygamberlik konusunda fazla bilgi sahibi olmadığı halde İmamı Ekrem hakkında  detaylı bir şekilde araştırma yapmış ona adete aşık olmuş bir edebiyatçı ile konuşurken şöyle demişti :

-“İmam’ın insaniyeti bütün gelmiş geçmiş ve

geleceklerden daha  üstündür.”  dedi.

-“İstisna yapmak gerekir ” dediğim de

sözlerinde ısrar etti. O zaman ben ona:

-“Bu sözlerin ispatı gerekir” dedim. “İmam

neden ne olursa olsun kan dökmeyi cinayet

sayardı.” Dedi, ben de dedim ki,

-“Delil getirmek yerine yine ispat gerektiren

bir iddiada bulundun.”

-“Katili için iyilik tavsiye etti, Cemel

vakasında Marvan İbn-i El Hakem’i, Sıffın’de

Amru İbn-i El Ası’ı afetti. Netice olarak da

Muaviye başardı ve İmam katledildi.” Dedi.

-“Ancak, Bedir, Uhud, Ahzap ve Hayber

vakalarında çok kişiyi öldürdü.” Dedim

“Bu savaşlarda görevli bir askerdi.” Dedi.

-“Ama Cemel, Sıffin ve Nahrevan’da

komutandı ve yine de onlarca kişiyi

öldürdü.” Dedim.

-“Bütün bu saydıklarında hücumda değil

savunmadaydı.” Dedi.

-“Bütün peygamberler ve erdemli insanlar

savunma için savaşır, şiddeti yok etmek için

şiddet kullanır ve yüzlerce insanın

kurtulması için bir kişiyi öldürürler.” Dedim.

-“Evet doğru, ama tarih hiçbir zaman Hz. Ali

(a.s) gibi merhametlisini ne tanıdı nede

tanıyacaktır.” Dedi.

-“Bunu bu şekilde ifade etseydin tartışmayı

bu kadar uzatmazdık, sende rahat ederdin

bende.” Diye cevap verdim.

İmam’ın merhamet ve insanlığını tanıtmak için şu sözden daha güzel bir şey ifade edebilir mi?

“Gücün düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap”

İnsan bütün yaratıklara karşı merhametli olabilir, en kritik zamanda kızgınlığına hakim olabilir, haklarının çoğundan vazgeçebilir, ama düşmana merhamet etmek ve ona şefkat göstermek; bu sadece Allah (c.c)’ın sapmışlara yol göstermek için kandil olarak seçtiği kişilere mahsustur.

Dine mensup olup bütün suçları kendilerinin kişisel veya parti görüşlerine katılmayan masum ve vefalı insanlardan intikam almak için hile ve nifaka başvuran bazı kişilerin bu hikmetten yaralanmasını ne kadar isterdim.

 

  

KUR’AN VE FELSEFE

Batılıların çağdaş yazarlarından biri: “İslam’ın bağımsız bir felsefesi yoktur. İslamın filozofları; Sokrat, Eflatun ve Aristo’nun felsefelerini anlatmakla yetindiler.” Diye yazdı.

Bu görüşe karşı koyan bir grup bunu söyleyenin cahilliğini ve gerçeklere yaptığı haksızlığı kesin delillerle ispat ederek cevap verdiler. Gördüğüm kadarıyla Üstat Kadri Hafız Tuvkan, “Arapların Ölümsüzleri” ve “Arapların Bilimsel Kültürü” adlı iki eşsiz kitapla bu işin hakkını verdi.

Kendini bilgiç sanan bazıları: “Müslümanların felsefesi nereden olacak ki? Diğer toplumlarla irtibatları başlamadan önce Kur’an ve Hadisten başka bir şeyleri yoktu.” Diye ahkam kestiler.

Bu kısmen doğrudur. Bir zamanlar Müslümanların Kur’an-ı Kerim ve Hadisten başka bir şeyleri yoktu. Buna karşılık biz soruyoruz; “Kur’an-ı Kerim fal kitabı mıdır? Hadis halk hikayeleri midir?” Diyebilirler ki: “Kur’an-ı Kerim ve hadisler, Arapça dil bilgisinin ve fıkhın kaynağı olabilir; ama varlıkları neden ve sonuç açısından açıklamak, alemin eskiliği ile yeniliği, tekabülün bölümleri, bilinçaltı duygular gibi felsefi araştırmaları ne bir ayete ne de bir hadise bağlamak mümkündür. Araplar o zaman tartışma usullerini ve felsefi muvazeneleri bilmeyen cahil bir milletti.  Bunun için Kur’an-ı Kerim Araplara hitap ederken fıtratlarına ve duygularına hitap etti. O halde Kur’an-ı Kerim bir felsefe kitabı değilse felsefe onlara nereden gelecekti?!”

CEVAP

1- Kur’an-ı Kerim belli bir nesil, belli bir toplum, belli bir cinsiyet, veya belli bir grup için  inmemiştir. O Hak için bütün nesillere,  toplumlara, ve nerede olurlarsa olsunlar bütün insanlara inmiştir. Kur’an-ı Kerim mademki eşit olarak hem ileri hem geri toplumlara indi o halde insanın fıtratına ve aklına hitap etmeliydi. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in hitap ettiği Arapların inanışları farklı idi. Aralarında Allah’ı ve ahiret gününü inkar eden materyalistler, putperest müşrikler ve Ehli Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler) vardı. Kur’an-ı Kerim bunlarla tartıştı ve ihtilafa düştükleri konularda son sözü söyledi. Hakkı; kesin, mantıklı delil, akli kanıtlar ve vicdani hüccetlerle ispat etti. Peki felsefenin bundan başka bir anlamı veya bir hedefi var mıdır?

2- Diğer bilimler gibi felsefenin de bir konusu ve hedefi vardır. Konusu bütünü ile varlık yani varlığın bu evrendeki gerçeğini aramak, hedefi ise gerçeğin kendisini bilmek. Kur’an-ı Kerim de evrenden, evrenin oluşumundan, aslından ve sonucundan, gökyüzünden ve içindeki yıldızlardan, Yeryüzünden  ve yeryüzünün harikalarından bahsetti.  Ayrıca insandan, insanın gerçeğinden, eyleminden ve bir çok ilime  temel teşkil eden buna benzer konulardan bahsetti.

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ}(النحل/89)

 

Sana her şeyi açıklayıp anlatan ve Müslümanlara hidâyet, rahmet ve müjde olan kitabı indirdik. Nahl: 89 

 

Alimler Kur’an-ı Kerim’in ilmi ile ilgili özel kitaplar yazdılar; bunlar arasında “zarkani’nin yazdığı Manhal El İrfan Fi Ulum-i El Kur’an, İbn-i Kayyim el Cevziye’nin yazdığı Ettibyan, Dr. Subhi Saleh’in yazdığı Mabahis fi Ulum Al Kur’an” kitaplarını sayabiliriz. Evet Arapların sadece Kur’an-ı Kerim’i vardı; ama o da bilimlerin kaynağı ve denizi idi (Nehru’nun dediği gibi). Yoksa Araplar naklettikleri Yunan felsefesi ile değil “sadece Kur’an-ı Kerim’le  bugünkü modern bilimlerin öncüsü oldular.” Eflatun ve Aristo’nun fikirleri ile değil. İngiliz Üstadı Wels: “Arapların  ayak bastıkları her yerde Kur’an-ı Kerim’le bilim şahlandı.” Demiştir.

Yunanlıların Mısırlılardan ve Mezapotamya’dan naklettikleri gibi, Araplar da Yunanlılardan nakletti. Bu eğer bir şeyi kanıtlıyorsa onların uygarlığını ve başka uygarlıklarla kaynaştıklarını kanıtlar. Ayrıca bilimlerine başkalarının da bilimlerini kattıklarını, uygarlıkta belli bir sınırda kalmayıp uygarlık nerede ise oradan almaya çalıştıklarını, (Peygamberlerin ve Kur’an-ı Kerim’in emirleriyle) hikmet, nerede olursa olsun öğrenmeğe çalıştıklarını kanıtlar.

Eğer cahil bir yabancı: “Müslümanlarda Filozof yoktur.” derse, cevap olarak deriz ki: Batının fikir önderleri, İslam uygarlığı ve felsefesi hakkında ciltler dolusu kitap yazdılar ve çağdaş bilimin temelinin Müslümanlara ait olduğunu, Müslümanlar olmasaydı söz konusu bilimin birkaç yüzyıl daha geç kalacağını rakamlarla ispat ettiler. Evet Araplar Yunan Felsefesini tercüme ettiler; ama felsefeye eklediklerini bir benzetme ile izah edecek olursak yelkenli gemi ile motorlu gemi arasındaki farka benzetebiliriz. El Razi, El Bustani, El Beruni, İbn-i Heysem, Şirazi,  Tusi,  Ğazali, İbn-i Hayyan,  Farabi, İbn-i Sina, El Kindi ve benzerlerini doğuran bir ümmete “filozofları yoktur” denemez. Bu ünlü kişilerin -bütün değil- buldukları teorilerin bir kısmını yazmak istiyorum.  El Razi, çekim gücünü Newton’dan önce buldu, çünkü: “yere düşen maddeler için bunları yere çeken çok güçlü bir çekim gücü vardır.” demişti. Hasan İbn-i El Heysem, cisimlerin üzerine düşen ışın ve ışığı araştıran görsel bilimi ilk bulan kişidir. Muhammed İbn-i Musa, Cebir bilimini kurdu. Aristo’nun mantıkta ulaştığı düzeye Cabir İbn-i Hayyan kimyada ulaştı. Hz. Cafer Sadık (a.s)’ın talebesi ve nizam uzmanı Hişam İbn-i El Hakem ise seslerin ve ışıkların sonuç değil cisim olduklarını yazdı.  Tarih sayfaları, Miladi 13. yüzyılın başlarında yaşayan Ebi El Hasan’ın zaman ölçüsü hakkında yaptığı kesin tespitleri yazmıştır. Nasireddin El Tusi, üçgenleri astronomiden ilk defa ayıran ve  kendi halinde bir bilim dalı haline getiren kişidir. Onun “Şekl El Kitaa” adlı kitabı Latince’ye Fransızca’ya ve İngilizce’ye çevrilmiş ve yüzyıllar boyunca Avrupa alimlerinin Kaynak Kitabı haline gelmiştir. Üstat Kadri Hafız Tuvkan, “Arapların Ölümsüzleri” adlı kitabında: “El Tusi, Hendesede (Geometri) sadece kendi çağdaşlarını değil çağımızın alimlerini de  aşmış bir alimdir.” der.  Sadr El Mute-Ellihin (19) olarak anılan Muhammed İbn-i İbrahim, Darwin’den üç yüzyıl önce evrim teorisini ileri sürmüş ve sağlam bir temele oturtmuştu. Bununla ilgili olarak Amerikalı Drouber “Dinle İlimin Çekişmesi” adlı kitabında: “yetişim ve gelişim teorisi Arap ve Müslüman kitaplarında okutuluyordu. Üniversitelerde okutulması  ve madenlere  uygulanması  konusunda bizden  çok daha ileri bir düzeye varmışlardı” demiştir. Isfahan şehrinde Bahaeddin El Amili’nin inşa ettiği “Mescit Şah” isimli bir cami vardır. Bu caminin kubbesinin altında bir kişi konuştuğu zaman

sesin yankısı yedi kere tekrarlanmakta, bir ucunda bir kişi konuştuğu zaman uzak olmasına rağmen diğer ucundaki insan mikrofonla konuşuyormuş gibi duyabilmektedir. Daha sonra bunun sırrının farklı bir geometrik şekilde yaparak caminin ortasına yerleştirdiği iki taşın sayesinde olduğu anlaşılmıştır.  Cami günümüze kadar turistler ve meraklılar tarafından ziyaret edilmektedir.

Tekrar ediyoruz, Arap uygarlığının temeli Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü o sadece bir din kitabı değil, din ile birlikte, Fen, Yasa, Felsefe, İlim, Ahlak, Ekonomi, Siyaset ve diğer ilimlerin var olduğu bir kitaptır. Gördüğümüz kadarıyla bu ilimler, bu konular için yazılmış kitaplarda olduğu gibi bölümlere ayrılmamıştır ama istisnasız bütün bu ilimlerin  temelinin teşkil edildiğini ve kurallarının konulduğunu görüyoruz. Bu gerçek zaman geçtikçe ve yeni buluşlar oldukça  anlaşıldı. Ne zaman yeni  bir şey keşfedilse, onun temelinin Kur’an-ı Kerim’de olduğunu görüyoruz. İbn-i Abbas bu konu ile ilgili olarak “Kur’an-ı Kerim’de öyle anlamlar var ki bunlar zamanla anlaşılacaktır.” Demişti. İmam Cafer Sadık’ ta dedi ki: ” Kur’an’da öyle açıklamalar var ki bir kısmı gerçekleşti bir kısmı da zamanı gelince gerçekleşecektir.” Ve dedi ki “helal haram konusu ilimle ( Kur’an-ı Kerim’deki ilmi kastederek ) mukayese edilirse hiçbir şey sayılmaz! (20) yani Fıkıh, Kur’an-ı Kerim’in ilimlere ayırdığı büyük bölümün küçük bir parçasıdır.  Üstad Nevfel,  “Allah ve Çağdaş İlim, Kur’an ve Çağdaş İlim” adlı kitabında, bu konu için söylediğimizin gerçekliğini rakamlarla ispat etmektedir. Renours diyor ki: “Avrupa’yı onuncu yüzyılda ilerleten, Tabiat, Astronomi, Felsefe ve  Matematik gibi ilimlerin Kur’an-ı Kerim’den alındığını itiraf etmeliyiz” Bütün bunlardan sonra Müslümanların felsefesi ve ilimleri yoktur denebilir mi? Allah’ın ölümsüz ve sonsuz Kitabı göz önünde iken Hz. Ali (a.s)’nin karıncadan, yarasadan ve tavustan bahsetmesi veya Yaratıcının tenzihinden,  ilimlerin inceliğinden söz etmesi tuhaf olabilir mi? Sonra bu aklı evvelin Nehc’ül Belağa’nın Hz. Ali (a.s)’ye mal edildiğini ileri sürebiliyor.(21) nedeni de -ona göre-  Müslümanların Felsefeleri

olmayışı ve Nehc’ül Belağa’nın İmam’ın bilgisi ve kültürünün üstünde oluşu imiş(!)

Hz. Ali (a.s)’yi İlimden uzak tutmak için sadece iki yol vardır: Hz. Muhammed (s.a.a)’i ve Kur’an-ı Kerim’i ilimden uzak tutmak! Veya  Hz. Ali (a.s)’nin hem Kur’anın hem Sünnetin ilimlerini nezdinde topladığını iddia etmek. Eğer felsefenin kendini ifade edecek bir ortamı varsa hiç bir akıllının bunu söylemeğe cüret edeceğini sanmıyorum.

Birileri garipseyip: “nasıl kesin bir şekilde ‘eğer Hz. Ali (a.s) alim değilse;  Hz. Muhammed (s.a.a) de  alim değildir, Kur’an-ı Kerim’de de ilim yoktur.’ Diyebiliyorsun” diyebilir.

Böyle bir sorunun cevabını her Müslüman veya İslam Tarihi hakkında az da olsa bilgisi olanlar bilir. Yakın olanlar da uzak olanlar da  bilir  ki  Hz Ali (a.s) Kur’anın tercümanı, konuşan lisanı, Peygamber ilminin belirli yolu ve (Ayşe’nin dediği gibi) Kur’an-ı ve Sünneti en iyi bilendir. Eğer Hz. Ali (a.s) Kur’an ve sünnette cahil ise sahabelerden alim olan kimdi? Eğer Peygamberin en yakını, İslam’a ilk inanan kişi olan Hz. Ali (a.s) Kur’anın ve Sünnetin ilmini bilmiyorsa, Uğruna üniversiteler kurulan ve hakkında binlerce kitap yazılan İslam ilimleri nelerdir? Dünyanın dört bir yanına nasıl yayıldı.?

Hz. Muhammed (s.a.a) dedi ki: “Baş insan için ne ise  Ali de benim için odur.” (22) Ebu Bekir’den nakledilen bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.a)’in “Ben Allah için ne isem Ali de benim için odur.”(23)

 Dediğini rivayet ederler. Ayrıca Hz. Peygamberin  “Ey Ebu’l Hasan ilmi su gibi içtin” ve “Ben ilim şehriyim Ali de kapısıdır.” dediği rivayet edilir. (24) İbn-i Abbas da der ki: “Ali’ye ilmin onda dokuzu verildi, diğer insanlara bırakılan onda bire de ortak oldu.” Ömer İbn-i El Hattab da der ki: “Peygamber Ali’yi ilimle beslerdi.” Said İbn-i El Museyyeb der ki:”Ali’den başka Peygamberin hiçbir sahabesi “bana sorun” demezdi. Kendisinin de “istesem fatiha suresinden yetmiş katır yükü kadar anlam çıkarırım” dediğini rivayet ederler. (25)

Doğrusu Hz. Ali (a.s)’nin faziletleri ve ilmi hakkındaki hadislerin bitmesi mümkün değildir; ki  doğuda ve batıda Müslüman veya Müslüman olmayan alimler onun hakkında  ciltler dolusu yazmışlardır.

İMAM’A GÖRE  FELSEFENİN  GAYESİ

Eğer felsefe; bir oranlama figürleri,  varlıkları zihinsel olan ve olmayan, öz ve yüzeysel, ve sadece evhamda var olan bütünler ise; ve eğer filozof, karanlık bir odada oturup evrenin ve doğanın bütünlüğünü düşünen, düşünceleri ile yaşamakta olduğumuz hayatın üzerinde uçan, aklını ilke ve kural üretmek için bir laboratuar olarak kullanan ve bunları insanlara birer tılsım ve bilmece şeklinde sunan ise Hz. Ali (a.s) felsefeden ve filozoflardan en uzak kişidir.

Yok eğer felsefe, düşüncelerin açıklanması, akla doğrusunu eğrisini ayırt edilmesi için sunulması ise; ve filozof gerçeği delil ve mantıkla destekleyen, aklın kabul ettiğine sarsılmaz bir inançla inanan ve inandığı şeyi sadakatle tatbik etmeğe çalışan ise İmam filozofların piri ve efendisidir.

İMAM’A GÖRE FELSEFE

Ben bu özette İmam’ın felsefesi hakkında yazmak istemiyorum. Ancak onun söylemiş olduğu bir cümleye rastladım. Belki bu cümle onun felsefi yönünü ve felsefedeki gayesini belirlemektedir. Diyor ki:

“Akıllar düşüncelerin, düşünceler kalplerin, kalpler duyguların, duygular da unsurların imamlarıdır.”

Örneğin insan, “demokrasi mi daha iyidir diktatörlük mü?” Diye bir düşünce ile karşı karşıya kalsa, aklı ile muhakeme yapar. demokrasi ile diktatörlüğün iyilik ve kötülüğünü dikkatle mukayese eder.  Birinin iyiliğinin daha fazla olduğunu görür, ona  kesin olarak inanır ve kabul eder. İşte  kalbin rolü budur. İnsan ne zaman bir ilkeye tam olarak inanırsa bu onun sembolü olur, hiçbir tenkit eleştiri veya eziyete aldırmadan  onun için çalışır ve her türlü fedakarlığı yapar. İşte duyguların ve unsurların rolü de budur.

İmam’ın ne demek istediği açıklığa kavuştuktan sonra onun bu sözlerinden şu neticeleri çıkartabiliriz.

1-     Aklın görevi fikirleri elemek ve belirlemek, ancak aşağıda belirtildiği gibi aklın geçemeyeceği sınırlar vardır.

2-     Akılla ve aklın kuralları ile çelişen İnanç, -hangi inanç olursa olsun- hak ve doğru olamaz.

3-     Gerçeğe uygun ve aklın doğru olduğunu kabul ettiği bir teori eğer tatbik edilmezse faydalı değildir.

Burada dile getirdiğimiz düşüncenin özeti: düşüncenin inanca dönüşmesi, inancın da his edilen  bir eyleme dönüşmesi gereğidir.. Hz. Ali (a.s)’nin “İman ve fiil birbirinden ayrılmayan iki ikiz kardeş, iki yoldaştır. Allah (c.c) hiçbirini tek başına kabul etmez.” sözü bunu ifade etmektedir.

İMAM VE MATERYALİSTLER

Birisi: “Materyalistlerin felsefesi; sadece fiili değer olarak kabul eden  ve bu temele dayanarak üretimle dağıtımı ve insanların ilişkilerini düzenleyen bir görüştür”. Diyebilir.

Cevap olarak: ” Evet, din de materyalistlerin sadece maddeyi asıl, ruhu da sonuç olarak kabul eden felsefelerini reddeder.”

Ütopyacıların da “Asıl olan fikirdir, maddede onun sonucudur, yeryüzü ve bütün gökteki yıldızlar madde şeklinde birer ruhtur.” diyen felsefelerini de reddeder diyebilirim.

Varlığı sadece maddeyle veya sadece ruhla sınırlamanın nedeni; bazı filozofların, “Akıl, gerçeği idrak edilen şeylerden farklı olsaydı idrak etmesi imkansız olurdu, çünkü çelişkili iki şeyden biri çelişkili olduğu diğerini aralarındaki ilişki yokluğundan dolayı idrak etmesi mümkün değildir.” Demesidir. Aralarında bir uyum sağlamak için akılla maddeyi birbirine bağladılar ve aklın beyindeki ve sinir sistemindeki atomların titreşimlerinden oluştuğunu iddia ettiler.

Ütopyacılar da bunun tam tersini dile getirdiler, onlara göre de maddenin varlığını akla bağlayarak, aslında tabiatın varlığı maddi değil ruhsaldır dediler. Yani birileri aklı maddeleştirdi diğerleri de maddeyi akıllaştırdılar. (26)

Başkaları da “Akılla vücut ayrı nitelikler taşır ve ikisi de varlık olarak birbirinden bağımsız ve gerçekte birbirinden  ancak aklın maddeye yetişmesinde bir sakınca da yoktur. ayrıdır; buradaki yetişmenin anlamı, akılda maddenin kendisinin değil suretinin ve benzerinin resmedilmesidir, bunun tersinin olması da imkansızdır.” dediler. (27) Ancak İslam ve diğer semavi dinler üç gerçeğin varlığını kabul eder. Allah (c.c), Akıl ve madde. Madde varlığın esasları arasına girer; ancak aklın da maddenin de varlığı Allah’tandır.

İmam’ın düşünceleri ve sözleri bu gerçeğe dayanır. Bu da materyalistlerin,  ütopyacıların ve her ikisini birleştiren -hem ruhun hem bedenin gerçeğini kabul eden- ama Allah (c.c)’ın varlığını inkar eden üçüncü grubun düşünceleri ile çelişir.

Bunları incelediğimiz zaman materyalistlerin; çalışmanın madde olduğunu, ve evrende maddeden başka hiçbir şeyin olmadığını düşünerek çalışmayı kutsadıklarını görürüz. insanın değeri de ürettiği gıda, giyim ve inşa ettiği bina nispetine göredir. Eğer İmam “İnsanın değeri yaptığı ihsan kadardır” diyorsa, aynı zamanda “Allah (c.c)’ın istediği olur” diyordu. Eğer İmam insanlara faydalı olan çalışmayı kutsuyorsa bunu Allah’a imanla birlikte kutsuyordu. Çünkü Allah madde üstüdür. Onu duyular idrak etmez ve o bütün varlıkların aslıdır.  İmam (a.s), hayatla ilgisi olmayan boş ve anlamsız tartışmalardan sakınılmasını tavsiye eder. Örneğin, senden ruha inanmanı ister; çünkü ruh varlığa kök salmış sabit bir gerçektir. Aynı zamanda inanç konusunda bu kadarı ile yetinmeni, ruhun özelliğini, basit bir cevherden mi yoksa şeffaf atomlardan mı meydana gelip gelmediğini araştırmanı istemez. Senin bu araştırman bazı inanç sahiplerinin Hz. İbrahim’e inen kurbanın ağırlığının yüz kg ağırlığında olup olmadığını veya Hz. Nuh’un gemisinin uzunluğunun seksen arşın olup olmadığını araştırmasına benzer ki bunları tartışmanın hiçbir anlamı yoktur.

Materyalistler, canlı varlığı duyguları ile sınırlandırır bundan ötesini anlamsız ve boş laf olarak görürler. İmam (a.s) ise canlı varlığı duyguları ile sınırlandırmaz, akıllı varlığın düşüncelerini hissedilenle veya edilmeyenle ilgili olsun sözlerini dünyasına ve ahretine faydalı olabilecek şeylerle sınırlandırmasını ister. Onun “İlim fiille birlikte olmalıdır. En adi fiil,  imana ulaşamayarak sözde kalarak, etkisi ahlakta ve eylemde görülmeyendir.” Sözleri bu anlamdadır.

Allah (c.c) da Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır.

لاَ خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِنْ نَجْوَاهُمْ إِلاَّ مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍ أَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلاَحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا}(النساء/114)

“Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı veya insanlar arasını düzeltmeyi emredeninki hariç, onların aralarındaki gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur…. Nisa Suresi 114.”

İMAMA GÖRE AKIL

Akıl İmam (a.s)’a göre vahiy, duygu ve deneyimle birlikte irfan ve bilginin nedenlerinden biridir. Ancak vahiy ile diğer unsurlar arasında fark çok büyüktür. Vahiy doğa ile veya doğa ötesi ile ilgili olsun istisnasız bildirdiği her şey Hakkel Yakindir. (Gerçeğin ta kendisidir.) (28) Duygularla deneyimin alanı maddeyi aşamaz. Aklın da aşamayacağı sınırlı bir alanı vardır. O, her etkinin bir etkileyicisi, her düzenin bir düzenleyicisi, adaletin iyi, zulmün kötü, yararlı olanın hayır yararsız olanın  şer olduğunu bilir, aynı zamanda akıl, duygu ve tecrübe ile günlük hayatımıza gerekli olan icat ve keşiflerle ilgilenir. Aklın görevi sadece bu kadardır. O halde ortada aklın, duygunun idrak etmediği ve deneyimle bilinmeyecek şeyler vardır. Buna rağmen akıl,  gerçekliğini ve değerini korur.

İMAM VE AHLAK

İmam (a.s)’ın bizi aydınlatan sözlerinden biri de “hayırla şer, güzellikle kötülük tek bir şeyin içinde bulunan gerçek sıfatlardır.” Akıl da, sabit ve gerçek şeyleri ifade eder. Yoksa kişisel teori sahiplerinin ifade ettikleri gibi; kişinin çevresi, terbiyesi veya kişiliğindeki iyilik veya kötülük oranına göre iyi veya kötü bir şekilde konuşmaz. İmam (a.s)’ın bu konudaki sözleri gerçekçidir. Bunu “Hak kişilerle değil, kişiler Hakla bilinir.” Veya “Hakkı bilirsen Hak Ehlini de bilirsin” Sözleri çok güzel dile getirmektedir. Bu sözlerin gerçekleşmesi için Hakkın kendiliğinden ayakta durması, her türlü koşuldan bağımsız kılınması gerekir. İmam (a.s); akla, aştığı  takdirde cahilliğe düşeceği ve tökezleyeceği bir sınır çizmiştir. Özellikle Allah (c.c)’ın zatı ve gerçeği ile ilgili olduğu zaman. Bu konuda şöyle diyor: “Evhamlarda Allah (c.c) için ne düşünülüyorsa gerçek onun tersidir.” Yani, aklın tasavvur gücü varlık esasının sınırında durur. Çünkü akıl Allah zatının gerçeğini tasavvur etmekte yetersizdir.

İMAM VE KANT

Kant’ın “Akıl zaman ve mekanla sınırlı, şehvetle çevrilidir. Bu nedenle akıl, yaşadığımız bu alemin hiç bir şeyi ile sınırlandırılamayacak, bildiğimiz hiçbir şeyi ile vasıflandırılamayacak olan Allah (c.c)’ın mahiyetini idrak etmesi imkansızdır.” Diyen düşüncesi İmam (a.s)’ın düşüncesine yakındır. Kant, İmam’ın “Allah vardır ancak  aklın evhama ve çelişkiye düşmeden aşamayacağı sınırları vardır.” Düşüncesini de ikrar eder. Ancak İmama göre “akıl Allah (c.c)’ın mahiyetini bilmeden varlığını bilir.” Kant’a göre “Allah (c.c) kalp yoluyla bilinir, akıl ise ne varlığın temelini ne de Allah (c.c)’ın mahiyetini bilebilir”

Doğrusu bilemiyoruz kalbin, sebepler ve sebebiyet verenlerle, nedenler ve sonuçlarla,  ne işi olabilir? İmam (a.s); aklın, kendi görüşü ile düzenleyen olmadan düzen olamayacağını, neden olmadan sonuç olamayacağını bilerek Allah (c.c)’ın varlığına inanacağını görmektedir. Bunların hepsi de kalpten uzak şeylerdir.

Her şeye rağmen İmam (a.s), bilginin nedenini vahiyle sınırlandırmaz, her bir unsurun ilgili olduğu alanla sınırlı kalması koşuluyla buna deneyimi, incelemeyi ve aklı da ekler.

HERKESİN ÜSTADI

Ne Hz. Muhammed (s.a.a)’in zamanında ne de  dört halifenin zamanında ilim için kurulmuş ne okullar,  ne de enstitüler vardı. Sahabeler çevreye dağılır Peygamberden ve Kur’an-ı Kerim’den öğrendiklerini insanlara öğretirlerdi. Yalnız bu öğretiler ibadet, farzlar ve benzer hükümleri aşmazdı.

Ancak Kur’an-ı Kerim’in bilimsel sırları ve gaybi mucizeleri, bilimselliği, tekniği ve her şeyi kapsaması her zamana ve her mekana uyumluluğun sırrını sadece ilahi  ilmin derinliğini bilenler bilir. Onlar da Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beytidir. Diğerleri ise ya hiçbir şey bilmez veya bildikleri kendi zamanının koşullarına uygun olan insanların ve bindikleri atlarının şeceresini yazma, hurafeler, Ayyafeler (kuşların uçuşundan anlam çıkarmak) iz sürme, rüya tabiri, nalbantlık, hastaları demir ve ateşle dağlamak gibi şeyleri bilirdi. Eğer sahabelerden birinin işe yarar bir marifeti olmuşsa, bunun kaynağı peygamber veya Ehl-i Beytidir. Bu konuda örnekler sayısızdır. Ben burada birkaç örnek vereceğim.

Halife Ömer; meclisinde, Bedr savaşına katılan yaşlı sahabelerle birlikte İbn-i Abbas’ı da bulundururdu. Bu durumdan rahatsız olan sahabeler bir gün ona “neden bu genci bizimle birlikte bulunduruyorsun?” diye sordular. Buna karşılık bir gün onları topladı, İbn-i Abbas’ı çağırdı ve onlara Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinin anlamını sordu, bir kısmı sustu bir kısmı da: “bilmiyoruz” diye cevap verdi. İbn-i Abbas  ise  ayetlerin anlamını açıkladı. O zaman Ömer onlara “İşte görüyorsunuz değil mi?” dedi. (29) Eğer İmam (a.s)’ın öğrencisi Bedr’in yaşlıları ve sahabelerin büyüklerine ders verebildiyse öğretmenine ne demeli? İbn-i Abbas’a “senin ilmin amcanın oğlu Ali’nin ilmine göre nispeti nedir?” diye sordukları zaman denizle su damlası arasındaki fark gibidir” diye cevap verdi. Aslında Hz. Ali (a.s)’nin ilmi deniz değil okyanustur. Çünkü Müslümanlar İbn-i Abbas’a Deniz ve Bilge adını takmışlardı. İbn-i Salih şöyle rivayet ediyor: “İbn-i Abbas’ın kapısında bilgi sormak için bekleyenleri gördüm; evin önü ve sokak dolusu idi.” İbn-i Abbas Muaviye ile birlikte  hacca gittiği zaman  Muaviye’nin bir maiyeti, İbn-i Abbas’ın da ilim talep edenlerden bir maiyeti vardı. Bağdadi, Ata’nın şöyle söylediğini rivayet eder. “Ben İbn-i Abbas’ın meclisinden daha faydalı bir meclis görmedim, Kur’an’dan, Gramerden, Şiirden veya Fıkıhtan sormak isteyenlerin hepsi bir arada onun meclisinde idi”  İbn-i  Abbas’ın anlattığı izah ettiği bütün bu ilimler Ebu’l Hasan’ın  genişliği ve derinliği belirsiz okyanusundan sadece bir damla idi. İbn-i Abbas İmam (a.s)’ın yegane öğrencisi değildi, Hz. Ali (a.s.) peygamberden sonra istisnasız herkesin üstadı idi. Herkes ondan ilim alıyor, onun sözlerini Kur’an-ı Kerim’i delil gösterdikleri gibi delil olarak gösteriyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.a) onun için “Ali Kur’anla, Kur’anda Ali İledir, havz’ın başında bana gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. (30) demiştir. Bu hadisten aşağıdaki sonuçları elde ederiz:

1-            Kur’an-ı Kerim’in

وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَاب (الحشر/7)

“Peygamber, size ne verirse onu alın  ve neden vazgeçmenizi emrederse ondan vazgeçin” Haşır Suresi:7 

ayeti,  Peygamber hadisinin  Kur’an-ı Kerim  gibi olduğuna, “Ali Kur’anla beraberdir” ve “…Ali Kur’anın mertebesindedir” hadislerinin, Ali’nin, Allah (c.c)’ın yolu, kullarına karşı hücceti olduğuna,  ona karşı gelenin Kur’ana karşı geldiğine delildir. bütün bu nedenlerle  bize göre Hüccet (Delil) ve  İtaat açısından Allah (c.c), Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)  birdir.

2-     Hz Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim’in bütün ayrıntıları ile bütün gerçeklerini ve  ilimlerinin tamamını bilir. Eğer bilmediği bir şey olsaydı o zaman biri diğeri ile birlikte olmazdı.

3-     Hz. Ali (a.s) Kur’an gibi hatasızdır. Batıl onun ne önünden ne de arkasından gelir.

4-     O Kur’an gibi ölümsüzdür ve bu ölümsüzlük kıyamet gününe kadar sürecektir.

5-     Hz. Ali (a.s)’nin Kur’ana, Kur’anında Hz Ali (a.s)’ye ihtiyacı vardır. Çünkü beraberliğin anlamı birinin diğerine ihtiyacının olmasıdır. Hz. Ali (a.s) ilim kaynağı olarak Kur’ana başvurur, Kur’anında Hz. Ali’nin izah ve açıklamasına ihtiyacı vardır. Bunu için İmam (a.s) Kur’an için “O suskun Kur’an bende konuşan Kur’anım.” Demiştir.

O, Hakla Batıl arasında bir ölçüttür. Onun için Hz. Muhammed (s.a.a) ona: “Hiçbir mümin senden nefret etmez, hiçbir münafık da seni sevmez.” demişti. Yine bundan dolayı o Cennet ve cehennem ehlinin ayırıcısıdır. Yani mümin onu sevmesi, münafık da  ondan nefret etmesi ile belli olur.

Bu durumda, açıkça görülüyor ki Hadisi Şerif, Hz. Ali (a.s) ve Kur’an-ı Kerim tamamen aynı düzeydedirler. Aralarındaki beraberlikten ve alakadan dolayı Kur’anın yüceliği ne ise Hz. Ali (a.s)’nin yüceliği odur.

Eğer “Ali Kur’anla beraberdir” hadisini göz ardı edip Hz. Ali (a.s)’nin doğumundan ölümüne kadar hayatını ve davranışlarını  inceleyecek olursak göreceğiz ki o bütün hayatını Kur’an-ı Kerim için adamıştır.  O ki küçükken Kur’an-ı Kerim’i Peygamberden öğrendi, büyüyünce de  Peygam-berle birlikte onu savunmak için savaştı. Halife olduktan sonra da, Nakisin, Kasitin ve Marikinlerle (Sadakatsiz, Haksız ve Kur’an yorumunda sorumsuzluk yapanlar) la  savaştı. Üç Halifenin zamanında Kur’anın öğretilerini yaymak için elinden gelen her şeyi yaptı. O halde söz konusu hadis; ispat edilmiş bir gerçeği, İmam’ın çocukluğu, gençliği ve yaşlılığında yaptığı özveriyi ifade ediyor.

Kahire Üniversitesi Bilimler Fakültesi dekanı sayın Ali El Jundi’nin dediği gibi: “Bu açık seçik gerçeği  görmeyenler; sadece görmek istemeyen hakka inat eden, alışılmışın dışına çıkan ve gözün görebildiği kulağın işitebildiğini inkar edenlerdir.”

Allah (c.c); Hz. Ali (a.s)’nin iyiliğini, Hz. Ali (a.s) ile de bu milletin iyiliğini istedi.  örnek olarak yetişmesi için onu, kendi benzerinin ve kendisinden daha üstün birinin yanında büyümesini sağladı. El Şabi, Hz. Ali (a.s.) için şöyle yazar: “Ali’nin bu ümmetteki durumu Meryem oğlu İsa’nın Beni İsrail’deki durumuna benzer”. Hasan El Basri de onun için  “Allah (c.c)’ın düşmanlarına attığı isabetli bir oktur.” demişti. O kendini Kur’an-ı Kerim’e adamış, onu öğrenmiş ve öğretmişti.

Hikmet sahibi Ali (a.s)’ye gelince, Peygamberlerden sonra – Ebu’l Haseneyn’den (Hasan ve Hüseyin’in babası) başka bu vasfa layık kimseyi göremiyorum- eğer Hikmet sahibi olmasaydı Hikmet sahibi  olması gerekirdi, çünkü hikmetin bütün koşulları ve nedenleri onda mevcuttu. Onun özü temiz, gönlü hoş, ruhu berrak, zekası keskin, gaybi ince şeylerden tahmin ederdi. Doğru çıkan bir çok tahmini oldu. Onun adamlarından biri bir gün: “Ey Emir El Müminin sende Gaybin bilgisi vardır.” deyince gülmüş ve “bu gaybi bilmek değildir. Bu

alimden öğrenmiş olmaktır.” Diye cevap vermiştir. (31)

GAİPLER

İmam (a.s) der ki: “Kahin sihirbaz gibi, Sihirbaz da kafir gibidir. Kafir de cehennemliktir.” Meşhur olayı hepimiz biliyoruz, bir gün sefere çıkacağı zaman  çevresinden biri ona “Bu yönden gidersen korkarım istediğine kavuşamayacaksın” dediği zaman ona: “Senin bu sözüne kim inanırsa Kur’an-ı Kerim’i yalanlamış olur.” Diye karşılık verdi. Yine bir gün bir müneccime  rastlamıştı, ona çatık bir çehre ile:  “bu hayvanın karnındakinin erkek mi dişi mi olduğunu biliyor musun!!? Senin sözlerine kim inanıyorsa Kur’an-ı Kerim’i yalanlıyordur.” dedi.

إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ}(لقمان/34)

Şüphe yok ki kıyâmetin ne zaman kopacağı,  yağmurun ne vakit ve nereye yağacağı Allah katındadır.  Ve hiç kimse Rahîmlerdekini,  yarın ne kazanacağını ve  nerede öleceğini bilemez; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır. Lokman:(34)

 

Hz. Cafer Sadık der ki: “Falcı Melun, Müneccim Melun, Kahin Melun, Sihirbaz da Melundur.”

İmamiyye alimleri de “Kim bir Müneccim veya Kahine inanırsa  Hz. Muhammed (s.a.a)’e indirilene inanmıyor demektir.” dediler. Hak ve ilim yolundan sapıp hile, yalan, ikiyüzlülük ve sahtekarlık yapanları da dinde bidat yaptıkları, düzeni ve insan ahlakını  tahrip ettikleri için  en sert şekilde kınamışlardır. Ayrıca  sihirbazlıkla uğraşanı;  Müslüman  ise öldürülmesini, gayrimüslim  ise cezalandırılması gerektiği görüşünde  birleşmişlerdir.

Şimdi akla bir soru gelebilir; eğer sihir ve kehanet Hz. Ali (a.s) ve taraftarlarının yanında bu kadar günah ise neden kendisi kendi zamanından sonra meydana gelecek olayları haber verdi? (Bu sorunun cevabı aşağıdaki satırlarda verilmiştir.) Alimlerin yeryüzünün dönüşünü ölçerek Güneş ve Ay tutulmasını haber vermeleri mantıklıdır; ama herhangi biri, onlarca yıl sonra belli bir yerde meydana gelecek bir yangını, çıkacak bir devrimi, Allah (c.c)’ın filanın soyundan bir yöneticinin veya bir alimin yaratacağını önceden bildirmesi veya benzeri olayları bilmesi, mümkün olmayan konuları haber vermesi imkansızdır. Bu sorunun cevabını İmam’ın şu sözlerinden çıkartmamız mümkündür.

“Kim bilgisi olmadan fetva verirse ona yeryüzü ve gökyüzü lanet eder”

“Söylenmeyecek  şeyi söyleme, hatta bildiğin her şeyi söyleme.”

“İlme gerek duymayacak hiçbir hareket yoktur.”

Onun  bu konudaki sözlerini toplayacak  olsam bir kitap oluşurdu. İmam (a.s)’ın, kendi yasakladığı şeyleri kendisinin yapması düşünülemez! O bilenden öğrendiği için gelecekte olacak şeyleri haber vermişti. Önceki bölümde anlattığımız gibi adamın biri ona “Ey Emir El Müminin sende Gaybin bilgisi vardır.” dediği zaman gülmüş ve “Bu gaybi bilmek değildir bu Bilenden öğrenmiş olmaktır.” Diye cevap vermişti. İmam (a.s)’ın kastettiği “Bilen” Peygamberdir. Onun gelecekle ilgili söylediği her şeyi (Bilimle öğrenilmesi mümkün olmayan şeyler)  Peygamberden öğrenmişti.

 عَالِمُ الْغَيْبِ فَلاَ يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا / إِلاَّ مَنْ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا}(الجن26/27)

“Gizliyi bilen odur, gizlediği şey de hiçbir kimseye açılmaz. Ancak peygamberlerden seçtiği müstesna. Cin Suresi:26-27” Peygamber de gerekli gördüğü seçkin kimseye verir. Peygamber (s.a.a), gaiple ilgili olarak bir kısmı zamanımızdan önce, bir kısmı zamanımızda gerçekleşen bir çok olayı haber vermişti. Bizden önce gerçekleşen  olaylar arasında şunları sayabiliriz:

  • Kendisinden sonra Müslümanların hükmedecek-lerini ve Sezar ile Kisra’nın (Eski Roma ve İran İmparatorları) hazinelerini fethedecek-lerini bildirmişti.
  • Abdullah İbn-i Abbas doğduğu zaman annesi Ümmül Fadl’a “Halifelerin babasını götür” demişti.
  • Hz. Ali (a.s)’ye “Nakisler, Kasitler ve Marikilere (sadakatsiz, haksız ve dinden çıkanlara)  karşı savaşacaksın” demişti.
  • Hz. Ali için “O ölmeden sakalı cephesinden kızıllaşacaktır.” demişti.
  • Ayşe’ye “Cemel’e (deve) binecek olan sensin ve Havaib köpekleri sana havlayacaktır.” demişti.
  • Ebu Zerr El Gaffari’ye Osman’ın Rebeze’ye yapacağı sürgünü kastederek “seni bu yerinden çıkarırlarsa ne yapacaksın?” diye sormuştu.
  •  “Bedir gününde, malı olmadığını iddia eden  amcası Abbas’a da ‘Eşin Ümmül Fadl’a saklaması için verdiğin para nerede?” diye sormuştu.
  •  Kızı Fatıma’ya “Ben vefat ettikten sonra bana  ilk katılacak olan sensin!” demişti.
  •  Ammar İbn-i Yasir’e “Seni zalim zümre öldürecektir, dünyada son yiyeceklerin  arasında ayran olacaktır.” Diye haber vermişti. (ayran içtikten sonra onu Muaviye’nin ordusu öldürdü)
  • Göğüslü lakabı ile bilinen Haricilerin  reisinin öldürüleceğini söylemişti. (Nehrevan savaşında öldü).
  •    Zübeyr’e “Sen Haksız olarak Ali’ye karşı savaşacaksın.” demişti. (Cemel gününde Hz. Ali (a.s)’ye karşı savaştı)
  •    Mervan oğulları için “onlar otuz kişi oldukları zaman  Allah (c.c)’ın malını talan, kullarını köle, Dinini de tahrif edeceklerdir”.demişti.
  •    İran imparatoru Kisra adamlarını göndermiş; Peygamberi ölü yada diri olarak getirmelerini emretmişti. Ona vardıkları zaman onlara Kisra’nın; oğlu Şeyrevih tarafından öldürüldüğünü” söyledi. (olaylarda bunu doğruladı).
  •    Ayrıca “El Hurra” vakasını anlattı. Sahabelerden Zeyd İbn-i Suhan için “onun bir parçası kendisinden önce cennete gidecektir demişti. (Nehavend gününde Allah (c.c)’ın yolunda eli kesildi) bu hadis Tefsir ve Tarih kitaplarında, özellikle  Sahih-i Buhari ve  Sahih-i Müslim’de zikredilmiştir.

Kendisinden sonra Ehl-i Beytinin başına gelecekleri defalarca imalarla anlatmıştı. (32)

Zamanımızda gaybla ilgili gerçekleşen ikinci kısma gelince, baskısını Muhammed Ali Subayh’in yaptığı  Sahih Buhari C:9, 109. Sayfada “Fırat nehri, neredeyse gizlenen bir altın hazinesini meydana çıkartacak.” demiştir. –Petrole işaret edilmektedir-

Aynı kitabın 61. sayfasında “Zaman yaklaşacak ve işler azalacak” demişti. ulaşımın artması ve aletlerle işçi ihtiyacının azalmasına işaret edilmektedir.

1953 baskılı Ahmed’in Müsned’inde C:12, 173. Sayfada: “Pazarlar ve zamanlar yaklaşacak” demişti, -zamanımızın en belirgin özellikleri arasında ihracatın kısa zamanda gerçekleşmesidir.!

Ahmed İbn-i Hanbel Müsnedinde rivayet eder ki: Hz. Muhammed (s.a.a) dedi ki: “İnsanın asasının ucu ve ayakkabısının kenarı kendisi ile konuşmadan kıyamet kopmayacaktır.” –Küçük radyolar ve iletişim antenleri kastedilmektedir.-

Aynı kitaptan: “kişiler çıkacak ve sığır gibi dilleri ile yiyeceklerdir.” yalan ve iftiraya dayalı gazete sahipleri kastedilmektedir.-

Bunların hepsinden daha ilginç olan da “İnsanların başına öyle vahim olaylar gelecek ki ‘kendi kendilerine’ Acaba peygamber bundan bahsetmiş miydi?” diye soracaklardır.” Diyen hadisidir. Bu hadisi Ahmed İbn-i Hanbel rivayet etmişti. İbn-i Hanbel öleli 1138 yıl oldu.

Peygamber, (s.a.a) Arap yarımadasında çıkacak petrolü bildirmekle kalmadı. Onu çıkaracak süzecek ve kullanıma hazır duruma getirecek  olanların sömürgeci,  kötü ve rezil insanların olacağını haber vermişti. İbn-i Hanbel’in mesned’inde “kötü insanların hazırladığı madenler olacaktır” başka bir hadiste “Rezil insanların….”

Şeyh Ali Yezdi. “Eşşecere El Mubareke” adlı kitabında Hicri üçüncü yüzyılın alimlerinden Ali İbn-i İbrahim’in naklettiği uzun bir hadiste Peygamber (s.a.a)’in “Pazarlar yaklaşacak, Faiz yeniden canlanacak, insanlar gaybla (birbirlerini görmeden) ve rüşvetle alışveriş yapacak, bazı kavimler gelirini Allah (c.c) yolunun dışında harcayacak, zina  çocukları artacak, Kur’an-ı Kerim de şarkı gibi okunacaktır.” Dediğini yazmaktadır.

Bunların içinde bu çağda gerçekleşmeyen kalmadı; ama “insanlar gayb’le (birbirlerini görmeden) alışveriş yapacak.” cümlesi dikkat çekicidir ve bu gün tüccarlar arasında yapılan iş tarzına dikkat çekmektedir. Biliyoruz günümüzde Doğudaki tüccar batıdaki tüccara telgraf çekerek birbirlerini görmeden, konuşmadan ve pazarlık yapmadan alışveriş yapmaktadır.

Aynı kitapta İmam (a.s)’ın: “Yer içindeki yanardağları çıkaracak, Yaz meyvesi kışın, kış meyvesi yazın yenecek. Ağaçlar yılda iki kez mahsul verecek, buğday ve arpa ekenler normalin yüz katı kadar verim alacak,  yıl bir ay, ay bir hafta, hafta  bir gün, gün de bir saat gibi olacaktır.” Dediğini yazmaktadır.

Eğer Peygamber (s.a.a) dostlarına bu gaipleri  anlattıysa benzerlerini İmam (a.s)’a anlatması daha evladır. Madem ki aralarındaki yakınlık başla ceset arasındaki gibidir o zaman Ali kadar kim hak ederdi?

O halde İmam (a.s)’ın bütün anlattıkları Peygamber (s.a.a)’e dayalıdır. Bunları kim İmam için reddederse, kast etsin etmesin, Peygamber (s.a.a) için de reddetmiş olur

Garip olan şeylerden biri de İmam (a.s)’ın gaybı bildiğini reddedenler,ona bunu çok görenler, iki özürlünün gaybı bildiğine ve Hz. Muhammed (s.a.a)’in zuhur edeceğini bildirdiğine inanıyorlardı (33)

El Razi, büyük kitabında “Alim El Ğayb” (Gaybi bilen) ayetinin tefsiri sırasında der ki: “Bağdat’ta Sultan Sancar İbn-i Melik Şah zamanında kahin bir kadın vardı. Bu kadın gaybı bildirir ve söyledikleri aynen çıkardı. Kelam ve hikmet ilmi tahkikçilerinden  bir çok kişi ona inanırdı.” Ebu El Bereket ise “El Muteber” adlı kitabında daha ileriye gitmiş ve otuz yıl yakından takip ettikten sonra kadının gaybi tam olarak haber verdiğine kanaat ettiğini yazmıştı.

Aslı ve gerçeği belirsiz bir kadın, gaybi haber veriyor, ona büyük alim ve   tahkikçiler inanıyor. Hatta şüpheciliği ile ünlü El Razi bile “Gaip ilmi velilere mahsus değil sihirbazlarda da olabilir…..” demektedir.  O halde Allah (c.c)’ın  Peygamber (s.a.a)’ine Peygamberin de  İmam (a.s)’a öğretmesinde ve onun bunları anlatmasında garipsenecek ne var?

Belki birisi: “İleri sürdüğün deliller Allah (c.c)’a ve Hz. Muhammed (s.a.a)’e vahyin indiğine inanan bir Müslüman’ı  ikna edebilir çünkü bütün yazdığın kanıtlar Kur’an-ı Kerim ve İslam’ın usulüne inanmış kimselere yöneliktir.  Ancak Allah (c.c)’a inanmayan veya Allah (c.c)’a inanıp da Hz. Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğine inanmayana bu deliller geçersizdir. inanmak zorunda da değildir” diyebilir.

Buna karşılık ben derim ki: İmam (a.s)’ın gaybi bildiğine inanmayandan inanması için dinini veya inancını değiştirmesini beklemiyorum; ama eğer insaf sahibi ise onun aklına ve vicdanına sesleniyorum: “eğer birisi bilim veya deneyime dayalı olmadan olacak bir şeyi haber verirse ve o şey yüzde yüz bir doğrulukla meydana gelirse bu doğruluğu nasıl yorumlarsın?  Hz. Muhammed (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s)’den naklettiğimiz gaipleri ne ile açıklayabilirsin? İmam (a.s)’ın İran’daki petrolü kastederek  “Ne altındır ne gümüştür ama  Talkan’da bir hazine vardır.” sözünü neye bağlayabilirsin? İmam (a.s)’ın bu hadisini İmam Ebu El Ganaim El Kufi  “El Fiten” adlı kitabında rivayet etmişti ve  Ebu El Ganaim öleli yüzyıllar oldu.     İmam (a.s)’ın torunu Hz. Cafer Sadık ‘ın aşağıdaki hadisini acaba ne ile açıklayabileceksin?. “Gün gelecek Doğudaki Batıdakini Batıdaki de doğudakini görebilecek ve duyabilecek. Her millet sesi kendi dilinde dinleyecek. Araplar yabancı işgalciden kurtulup kendi kendini yönetecek ve gemlerini  koparacaklardır. Toplumları da her cins insan yönetecektir.” (34) İmam (a.s) bu gerçekleri bin iki yüz yıldan fazla bir zaman önce dile getirdi. Kitaplara bin yıldan fazla bir zaman önce kaydedildi ve hepsi gerçekleşti. Hepimiz   bunları gördük ve yaşadık. Şu anda batı dünyası doğu dünyasına Radyo ile hitap ediyor, yakında da Amerikalıları ve Avrupalıları televizyonda da seyredeceğiz ki bunun tasarıları  şimdiden yapılmaktadır. Toplumların çoğunda demokrasi gelişerek soy ve para aristokrasisini yok etti. Nakroma, Kastro gibi her cins ve renkten insanlar halkları yönetti. Araplarda egemenlik yoluna girer girmez gemlerini koparıp birbirlerine hakaret etmeğe başladılar. Sanki sömürgecinin musibeti onları birleştirmişti. Egemenliğe tam kavuşurken her biri gücünü kardeşinin  üzerinde göstermeğe başladı.

            İmam (a.s)’ın yüzyıllar önce haber verdiği olaylar gerçekleşmiştir Bu gaipleri sadece Allah (c.c) ve onun seçtiği erdemli kulları bilir.

            Bir kez daha tekrar ediyoruz: “İmam (a.s) gaybi bilmiyordu, Peygamberin Allah (c.c)’tan öğrendiğini o, peygamberden öğrenmiş ve bildirmişti. Gaybi bilmekle onu bildirmek arasında çok büyük fark vardır. Her ne kadar bildirmek için bilmek gerekiyorsa da bu bilgi kişisel değil birinden öğrenmektir.”

İNSANLIĞIN  HAYALİ

            İnsanlığın var olduğu günden beri bir hayali vardır ve her insan  bu hayalin gerçekleşmesini ister. Ancak bunun mümkün olmadığını bilir veya öyle olduğunu düşünür. Ancak Ehl-i Beyt (a.s) bunun gerçekleşeceğini kesin ve mutlak bir dille bildirdiler. Bu hayalin gerçekleşme müjdesini şu şekilde bildirdiler. El Şecere El Mubareke ve Bihar ül Anvar’ın 12. cildinde şöyle yazar:

“Mirasın paylaşılmadığı, ganimete sevinilmediği, hiç kimsenin zulmedilmediği, hiç kimsenin hiç kimseden korkmadığı, kanın akıtılmadığı, rızkların denkleşeceği ve eşit paylaşılacağı, herkesin iyi bir durumda ve güvende olacağı, kurtların koyunlarla otlayacağı çocukların vahşi hayvan ve aslanlarla oynayacağı rızkın toprak kadar bol olacağı, birisinin bir yerden bir yere yolculuk yaparken yanına ne yemek ne para alacağı, gökyüzünün bereketini indireceği, yeryüzünün hazinelerini ve verimini  çıkaracağı, fakirin zenginleşeceği, hiç kimsenin hiç kimseye büyüklük yapmayacağı, sıtmanın pire ve sinekten, zehirin haşerelerden yok edileceği zaman gelmeden kıyamet kopmayacaktır.

            Miras paylaşılmayacak çünkü rızk toprak gibi bol olacak. Onun için ne miras bırakmağa ne almağa gerek kalacak. Kan dökülmeyecek çünkü paylaşım eşit şekilde olacak. Gökyüzü bereketini ve yeryüzü verimini çıkartacaktır, çünkü bilim bazı ülkelerin tekelinde kalmayıp bütün ülkelere yayılacak ve bilim nerede olursa verim ve bereket olacaktır. Sıtma pire ve sinekten, zehir haşerelerden yok edilecek çünkü ilerleyecek olan ilimle haşereler ve hayvanların hatta insanın bile yapısı değiştirilecektir.  Bilim bütünüyle yıkım ve yok etme yerine yapım ve üretime yönelecek, insanlığın hayalini gerçekleştirecektir. Bu asırdaki insanın hayatını bir asır öncesinin hayatı ile karşılaştıracak olursak farkın korkunç derecede büyük olduğunu göreceğiz. Bunun nedeni de bilimin ilerleyişidir. Hayatımızdaki ve düşüncelerimizdeki bu değişikliklerin nedeni de büyük buluş ve keşiflerdir. Gelecekte ki buluşlar da geçmişe göre  çok büyük olacaktır. İlim büyük bir hızla ilerlemekte,  onunla birlikte hayatımızdaki arzulanan sonuca doğru yürülmektedir.

            Göstergeler o yönde gelişiyor ki gelecekte doğa insana kendi kızlarından daha çok itaat edecektir. İnsanların  savaşsız, barış sever ve daha iyi bir yaşamı tercih ettiklerini göz önüne alacak olursak bunun kesin sonucu her şeyin değişeceği ve insanların hayatının Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s)’inin müjdelediği gibi olacağı kesindir. Gelecek olan her şey de yakındır.

HZ.ALİ (A.S)’NİN BAZI ÖZELLİKLERİ

            İnsan, herhangi bir insan, kendi kişiliğinden ve izlenimlerinden ayrı olamaz. Bilgi ve düşüncelerini gayret etse de kişiliğinden ve birikiminden uzak tutup olaylara mal edemez. Nasıl ki alimsiz ilim, ressamsız resim olamazsa;  failsiz fiil yazarsız yazı ne kadar imkansızsa bu da o kadar imkansızdır.

Eğer herhangi bir konuda bilgi sahibi olur ve o konuda konuşacak olursak, o şey hakkında  kendi kavramımız ve tasavvurumuzla konuşmuş oluruz. Bazen uyumlu bazen uyumsuz olabilir, gerçekle onu akseden duygu arasında  benzerlik olmayabilir. Çünkü gerçek, fikirden bağımsızdır. fikirde de gerçeği bilme zorunluluğu yoktur. Bu ilke peygamber ve Allah (c.c)’ın kitabını kavramış olan ve Hz. Ali (a.s) gibi ilmi doğrudan Peygamber (s.a.a)’den alan veliler haricinde herkes için geçerlidir. Onun ilmi gerçeğin kendisini teşkil eder bunun içindir ki o “örtü açılsaydı imanım artmazdı” demişti. Çünkü bilgisini arttıracak yeni bir şey olmayacaktır. Tıpkı hacca giden bir insanın Kabe’nin varlığı hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacı olmayacağı gibi. İmam (a.s)’ın bilgisi de hatasız ve kusursuz olarak gerçeği tam olarak ifade etmektedir.

            Şu bir gerçektir ki, Allah (c.c)’ın Kitabına ve Peygamber (s.a.a)’in mütevatir hadisine (ard arda sıralanan)  dayanan kişinin ilmi gerçektir. Biz de bu bölümde söz konusu temele bağlı kalarak İmam (a.s)’ın sıfat ve özelliklerini anlatacağız. Kur’anın dışında ve hem Şii hem Sünni rivayetçilerin naklettiği hadislerin dışında hadis zikretmeyeceğiz.

PEYGAMBERİN KARDEŞİ

            İbn-i Hacer’in, 1375 tarihinde  basılan “El Savaik El Muhrika” adlı kitabının 122. sayfasında şu hadis mevcuttur: Peygamber (s.a.a) dedi ki “Kardeşlerimin en hayırlısı Ali, amcalarımın en hayırlısı Hamza’dır.”  120. sayfada da Hz. Ali (a.s)’ ye “Sen dünyada ve ahrette kardeşimsin” “Ali benden ben de Ali’denim” hadislerini zikreder. Bir grup müfessir Hud suresinin 17. ayetindeki şahidin Ali olduğu konusunda birleşmektedir.

أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِنْه … (هود/17)

 “Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan, bundan başka bir de kendinden bir şahidin okuduğunu … Hud:17” 

El Razi, “şahit kelimesinin üç ayrı yorumu vardır. Üçüncüsü Ali’dir okuyan ise Muhammed’tir.” demektedir. El Suyuti,  Eddur El Mensur kitabında Tabari de tefsirinde “Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan Hz. Muhammed (s.a.a)’tir, kendinden olan şahit de Hz. Ali (a.s)’dir” diye yazmaktadır. (35)

NECVA SAHİBİ (SIRDAŞ)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نَاجَيْتُمْ الرَّسُولَ فَقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيْ نَجْوَاكُمْ صَدَقَةً ذَلِكَ خَيْرٌ لَكُمْ وَأَطْهَرُ فَإِنْ لَمْ تَجِدُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (المجادلة/12)

Ey inananlar, Peygamberle gizlice konuşacağınız vakit, konuşmaya başlamadan önce bir sadaka verin; bu, sizin için hem daha hayırlıdır, hem de daha temizdir…… Mucadele:12 

Hem Şii hem Sünni müfessirler bu ayeti uygulayan tek kişinin Hz. Ali (a.s) olduğu konusunda hemfikirler. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar tarafından fazla soruya muhatap olunca sıkılmış ve bu ayet inmiştir. Bu ayette sorudan önce bir sadaka verilmesi emredilince soru sormaktan vazgeçmişlerdi. Sadece Hz. Ali (a.s) sadaka vererek soru sormağa devam etmişti. Daha sonra bu ayet neshedilmiştir. İmam (a.s), Peygamber (s.a.a)’le aralarındaki yakınlığı anlatırken şöyle der: “eğer ona sorarsam cevap verirdi; susarsam o benimle konuşurdu.”

İLK MÜSLÜMAN

 وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ / أُوْلَئِكَ الْمُقَرَّبُونَ (الواقعة 10/11)

 “İlk inananlar ki onlar yakın olanlardır. Vakıa:10”

Sünnilerin büyük alimlerinden El Fadıl İbn-i Ruzbahan “İbtal El Batıl” adlı kitabında der ki: “Sünni rivayetlere göre Ümmetlerin ilk inananları üç kişidir. Firavunların mümini, Habib El Naccar ve Hz. Ali (a.s)dir.” Şüphesiz Hz. Ali (a.s) İslam’a ilk inanan kişi ve inkar edilemeyen faziletlerin sahibidir.

Altı sahih kitabında zikredilen bir hadis de şöyledir: “Talha İbn-i Şube övünerek dedi ki: ‘Allah’ın evini ben hakkediyorum; çünkü  anahtar bendedir.’ Abbas da dedi ki: ‘Ben daha çok hakkediyorum; çünkü su verme şerefi bana aittir.’ Hz. Ali (a.s) de dedi ki: ‘Ben İslam’a ilk inanan ve Allah (c.c) yolunda en çok cihat yapan kişiyim.’ ardından İmam (a.s)’ın diğerlerinden daha çok faziletli olduğunu kanıtlamak için Allah (c.c) tarafından şu ayet indirilmiştir:

َجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لاَ يَسْتَوُونَ عِنْدَ اللَّهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ/ الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللَّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَائِزُونَ (التوبة 19/20)

“Hacılara su verme ve Mescid-i Harâm’ı îmâr etme işiyle uğraşanların derecesini Allah’a ve âhret gününe inanıp Allah yolunda savaşan kimsenin derecesiyle bir mi tutarsınız? Allah, zulmeden topluluğu doğru yola sevk etmez. İnananların, yurtlarından göçenlerin ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların Allah katında dereceleri pek büyüktür ve onlardır muratlarına erenlerin, kurtulup nusret bulanların ta kendileri. Tevbe:19-20″

BELLEYEN KULAKLARIN SAHİBİ

 

 لِنَجْعَلَهَا لَكُمْ تَذْكِرَةً وَتَعِيَهَا أُذُنٌ وَاعِيَةٌ (الحاقة/12)

 “Bu, size bir öğüt ve ibret olsun ve belleyip unutmayan kulaklarda kalsın diye. Hakka:12″

El Fadıl İbn-i Ruzbahan “İbtal El Batıl” adlı kitabında der ki: “Müfessirler (Ehl-i Sünnet Müfessirleri) bu ayeti şöyle açıklar: Bu ayet indiği zaman Peygamber (s.a.a), Ali’ye dönerek dedi ki: “Bu kulakların senin olması için dua ettim.” ve Hz. Ali (a.s) bu konu için “O günden sonra hiçbir şey unutmadım.” dedi. Bu da onun ilmini, kavrayışını ve faziletinin büyüklüğünü gösterir. “1956 baskılı Zahair El Ukba” kitabının 61. sayfasında da şu hadis mevcuttur: “Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)’ye “Ya Ali ben ne zaman Allah (c.c)’tan bir hayır vermesi veya bir şerden koruması için dua ettiysem, senin için de aynı şekilde dua ettim.”

ARŞIN ÜZERİNDE YAZILIDIR

 هُوَ الَّذِي أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ الانفال/62)

 “… seni, kendi yardımıyla ve inananlarla güçlendirmiştir. Enfal:63”

Suyuti’nin Delailu Essidk kitabının Eddir El Mensur bölümünde Ebu Hureryre’den nakledilen bir hadise göre “Arşın üzerinde: Benden başka Allah yoktur, ortağım yoktur, Muhammed de benim kulum ve Resul’ümdür, onu Ali ile destekledim” yazılıdır.

GİZLİ VE AÇIKTA İHSAN EDEN

  

الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ}(البقرة/274)

 “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıkta harcayanlar yok mu,  onların sevapları Rableri katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar. Bakara:274”

El Fadıl İbn-i Ruzbahan’nın ifade ettiği gibi Sünni müfessirler bu ayetin Hz. Ali (a.s) için indiğini anlatırlar. Aynı kişi ayrıca,

أَفَمَنْ كَانَ مُؤْمِنًا كَمَنْ كَانَ فَاسِقًا لاَ يَسْتَوُونَ(السجدة 18

” İnanan kişi, inançtan çıkan kişiyle bir olur mu hiç? Eşit olamazlar. Secde:18″

“ayetinde kastedilen inanan  kişi Ali’dir.” Demektedir.

Ahmed El Tabari’nin Zahair El Ukba” kitabında

أَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ}(الزمر/22)

 Allah’ın, İslâm için gönlünü açtığı kişiye kim benzer ki…” Zümer:22

أَفَمَنْ وَعَدْنَاهُ وَعْدًا حَسَنًا فَهُوَ لاَقِيهِ كَمَنْ مَتَّعْنَاهُ مَتَاعَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ هُوَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنَ الْمُحْضَرِينَ}(القصص/61)

“Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve vaat ettiğimize kavuşmuş olan kimse… Kasas:61”

 ayetlerinin Hz. Ali ile Hz. Hamza için indiğini

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمْ الرَّحْمَان ُوُدًّا}(مريم/96

“İman edip, salih amel işleyenler var ya, Rahmân olan Allah onları gönüllere sevdirecektir. Meryem:96”

 ve “Allah onları gönüllere sevdirecektir.” ayetinin anlamının Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beyt (a.s)’ine sevgi duymayan hiçbir müminin olmadığını rivayet eder.

KİTABIN ( KUR’AN-I KERİM’İN ) VARİSİ

ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ}(فاطر/32)

“Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize mîras bıraktık…. Fatır:32”

 

El Fadıl der ki: “Ali, Kitabın gerçeklerini bilenlerden olduğu için Kitabın varislerindendir. Bu da onun ilminin genişliğini ve derinliğini gösterir.

HİDAYETE ERDİREN

إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ (الرعد/7)

 “Sen bir uyarıcısın ve her kavim için bir hidayetçi vardır. Raid:8”

 

Peygamber (s.a.a) dedi ki: “Uyarıcı benim, Hidayetçi de Ali’dir. Ey Ali Hidayete erenler seninle ereceklerdir.” Bu hadisi Dalail-u Sıdk kitabı Kenz El Ummal C:6,S:157’den nakledilmiştir. Ayrıca Essuyuti bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında indiğine dair “Eddurrul El Mensur”  kitabında dört hadis rivayet etmiştir.

HEPİNİZ ALİ’NİN VELAYETİNDEN SORUMLU-SUNUZ

وَقِفُوهُمْ إِنَّهُمْ مَسْئُولُونَ (الصافات/24)

 “Durdurun  onları, sorguya çekilecekler. Saffat:24”

 

İbn-i Hacar, “El Savaik” adlı kitabında Ehl-i Beyt hakkında inen ayetlerin  dördüncüsü ile ilgili olarak “Eddeylemi Ebi Said”ten naklettiği rivayette Hz. Muhammed (s.a.a)’in “Onlar Ali’nin velayeti için sorguya çekilecekler” dediğini yazar.

İNSANLARIN KISKANÇLIĞI

 

َأمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا}(النساء/54

“Yoksa Allah’ın, lütfedip insanlara ihsân ettiği şeylere haset mi ediyorlar?. Nisa: 53”

 

İbn-i Hacar, “El savaik” adlı kitabında: “Ebu El Hasan El Meğazili’nin naklettiği rivayette İmam Muhammed El Bakır (a.s)’ın “Vallahi bu ayette kast edilen insanlar biziz.” dediğini nakleder.

MÜSLÜMANLARIN MEVLASI

إِنَّمَا وَلِيُّكُمْ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ(المائدة/55)

“Sizin dostunuz, sahibiniz, Allah’tır, Peygamberidir ve namaz kılanlar, rükû ederken zekât verenlerdir. Maide:55”

Bütün tefsir kitaplarında ve Kütübi Sitte’de (Altı sahih kitabında) bu ayetin, Sahabelerin huzurunda namaz kılarken yüzüğünü bir fakire sadaka verdiği zaman Hz. Ali (a.s) için indiğini yazar.

Aslında aşağıda yazılmış olan Tathir  ile Meveddet (sevgi) ayetlerinin Hz. Ali (a.s) ve çocukları için inmiş olması; bizim daha fazla hadis ve rivayet aramamızı veya delil göstermemizi gereksiz kılar.

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا}(الأحزاب/33 )

 “Allah, ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi (33)” 

 

İle:

قُلْ لاَ أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ}(الشورى/23)

  “Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir” Şura: 23  Ayrıca:

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا (الإنسان/8)

” Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula ve yetime ve tutsağa verirler, onları doyururlar….” İnsan:8

 

هلْ أَتَى عَلَى الإِنسَانِ حِينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا (الإنسان 1)

“Gerçekten de insana, zamânın bir çağı gelmişti ki, insan anılır bir şey bile değildi.” İnsan:1

ayetlerini  de herkes bilir. (36)

Bu ayetler bir bütünün parçaları ve bir denizin damlacıklarıdır. Hicri 1325 baskılı El Savaik kitabı 125. sayfasında, İbn-i Abbas’tan nakledilen bir hadiste şöyle yazar: “Ali, Kur’an-ı Kerim’deki bütün ayetlerin Emiri ve Şerifidir. Allah (c.c)  Kur’an-ı Kerim’de birkaç yerde sahabelere sitem etti. Hz. Ali (a.s)’den de hep iyi bir şekilde bahsetti. İbn-i Asakir bu konuda “Ali için inen ayetler hiç kimse için inmedi.” ve  “Onun için inen ayetlerin sayısı üç yüz ayet kadardır.” demişti.

Bu konuda daha çok aydınlanmak isteyen Şeyh Muhammed Hasan el Muzaffer’in yazdığı 400 sayfalık Delaili Sıdk kitabını okusun. O kitapta  Hz. Ali (a.s) hakkında Kur’an-ı Kerim’de inen ayetleri zikretmiş ve Muteber Sünni kaynaklara ve Kütübi Sitte’ye dayanarak yazmıştır. Ve eğer Kur’an-ı Kerim’de  onun için hiç özel bir ayet inmemiş bile olsaydı

Kur’an-ı Kerim’de  iyiliklerin her türlüsü için inen ayetler onu kapsar, açıkça ona işaret ederdi; çünkü o bütün faziletlerde birincidir. Ben söz konusu kitabın kaynaklarını araştırırken beni dehşete düşüren garip bir çelişki gördüm. Gerek “El Savaik” kitabının yazarı İbn-i Hacer gerek diğer Sünni Şeyhleri, Hz. Ali (a.s)’nin faziletlerini ve menkıbelerini birer birer sayarken İmami’ler dahil onun bütün taraftarlarını kötülemekte, bidat ve sapkın saymaktadırlar. Bu konuda yer darlığı nedeniyle sadece bir örnek vereceğim:

El Fadıl İbn-i Ruzbahan “İbtal El Batıl” adlı kitabında: “Şiilerin Hz. Ali (a.s) hakkında yazdıkları bütün Fazilet ve Menkıbeleri inkar etmiyoruz; çünkü Ehl’i Beyt (a.s)’in  faziletleri sayılamaz ve onları ancak Güneş’i ve Ay’ı inkar edenler inkar edebilir.” Diye yazdıktan sonra aynı kitabın başka bir yerinde “Şiilerin Kitaplarının kaynağı İslam’ı bölmek isteyen bir Yahudidir! Bunları yazdı ve İmam Hz. Cafer Sadık ‘ın yanında emanet olarak bıraktı, İmam ölünce millet bunları İmam’ın sözleri sandı…” diye yazmıştır.

Biz, “yalan söyle, tekrar söyle, tekrar söyle mutlaka sana inanan birilerini bulacaksın” teorisini Batının ve sömürgecilerin bir ilkesi sanırdık. Meğer bu ilke çok eskiymiş. Belki de Batılılar Doğu felsefesi ve uygarlığını naklederken El Fadıl İbn-i Ruzbahan ‘dan bu ilkeyi nakletmişlerdir.

Şiiler, İmam Essadık (a.s)’tan bire bir görüşerek, konuşarak ona sorarak naklettiler. Hiç biri ne İmam için ne de başkası için  «o öldükten sonra ben bu kitabı veya bu sayfayı buldum» demedi. İşte Şiilerin Hadis, Fıkıh ve Tefsir kitapları ortadadır. Kim incelemek istiyorsa buyursun.

Satılmışlar, yüzlerce yıl önce entrika ve fitne amacıyla bu yalanları yazdı. çağımızda da Ahmed Emin ve benzerleri, cehaletten veya ırkçılık nedeniyle bunları aynen nakletti. Onlardan da bu bilim ve teknoloji çağında yaşayan iki Lübnanlı Dr. Halil El Carr ve Kardinal Hanna El Fakhuri bu yalanları olduğu gibi 900 sayfalık “Tarih El felsefe el Arabiyya” (Arap Felsefesi Tarihi) adlı kitaba naklettiler.(37)

Çok garip şeylerden biri de Dünyadaki her şey değiştiği halde, Şiilik Mezhebine ve Şiilere yönelik yalan ve iftiralar hiç değişmedi. Yüzyıllar önce kötü niyetli bir Şeyh veya şirretli bir Fakih: “Şiiler, (İmamiler dahil) Ali hakkında gulattır (tutucudur) ve dinlerini Yahudi kökenli İbn-i Seba’dan aldılar.” dedi. Bu iftiracı, iftirasını attı ve gitti. Ancak saçtığı fitne  ve yaydığı  iftira  kaldı.

Şimdi size bu iftiranın kısa hikayesini ve nedenlerini anlatayım. Şiiler, zalim ve diktatör yöneticilere karşı isyan ederdi. Onlar da, kendilerine karşı gelen Şiileri zındıklıkla ve dinden çıkmakla itham ederdi. Tıpkı bugün diktatörlerden kurtulmak isteyen gruplara terörist ve anarşist dendiği gibi! Bu aydınlık çağda bile dikta rejimler, kendilerini savunacak, muhalifleri en kötü vasıflarla kötüleyecek, çıkar için kendilerini satan medya kuruluşları bulabiliyorsa; o karanlık çağda Şiileri kafirleştirecek kitap ve eserler yazacak satılıkları daha rahat bulurlardı. Dün ne ise bugün de odur.

Zalimler geçmişte, masum insanlara iftira atmak için dinlerini ve vicdanlarını satan kalem sahiplerini satın aldılar. Satın alan da satılan da bilinçli olarak iftira atıyordu. Halefler, yüzyıllar sonra (Hayırlı Seleflerin!) matbu yazısını gördü, incelemeden araştırmadan okudu, vahiyle inmiş gibi kutsallaştırdı, karşısında  secde etti ve onu kutsal bir metin gibi sabit bir fikirle tekrarlamağa başladı. 

İnsaf sahibi bir alim, başka bir fırkanın inançlarından bahsedeceği zaman inanç ve mezhep konusunda düşmanlarının hakkında yazdıklarını değil, o fırkanın muteber kitap ve kaynaklarını okuyarak bilgilenir öyle bahseder. Bunu yapmazsa,  bir davalıyı hiç ifadesini ve şahitlerini dinlemeden mahkum eden bir yargıçla bir olur.

Tesadüf müdür bilemiyorum; ne zaman Şiilere yapılan iftiraları okusam aklıma Seybevi’nin (çok ünlü Arapça dil uzmanı) öyküsü gelir. Bir gün Küfe şehrinde Arapça gramer uzmanları ile tartışıyordu. Tartışmanın uzun sürdüğünü ve neticesiz kaldığını gören bir dostu ona nedenini sorunca “Ben onlarla dil bilgisi ve gramer kuralları ile tartışıyorum,  onlar kendi mantıkları ile tartışıyorlar.” dedi. Yani kendisinin tezi  mantık ölçülerine dayanırken onların tezi temelden yoksundu.

HER KAP İÇİNDEKİ İLE ÇALKALANIR

İbn-i Halikan «Vafiyyat El Ayaan» adlı kitabında “Ehl-i Sünnetin emanet ve doğruluğu ile tanınmış alimlerinden Nasrullah İbn-i Macli’nin dilinden şu olayı nakleder: “Rüyasında İmam Ali (a.s)’yi gören büyük Şeyh, ona ‘Ey Emir El Müminin, Mekke’yi fethettiğinizde Ebu Sufyan’nın evine giren güvenlik içinde olur dediniz, ama bakın Kerbela’da oğlunuz Hüseyin’e ne yaptılar!?’ der.

İmam Ali ona:  “Şair İbn-i Sayfiy’in  bu konuda yazdığı şiiri duydun mu?” der.

Şeyh: «Hayır» diye cevap verir.

İmam Ali: “O halde git kendisinden dinle” diye cevap verir.   Şeyh uyandığında Hıys Bıys (38) adıyla tanınmış şair İbn-i Sayfiy’in yanına gider ve rüyasını anlatır. Şair hüzünlenir ve hıçkırmağa başlar. “Allah (c.c)’a yemin ederim ki söz konusu şiiri bu gece yazdım ve henüz hiç kimseye okumadım.” der ve

şiiri okumağa başlar:

ملكنا  فكان العفو منا  سجية

                      فلما  ملكتم  سال   بالدم  أبطح

وحللتم قتل الاسرى وطالما

                    غدونا عن الاسرى نمن ونصفح

فحسبكم  هذا  التفاوت بيننا

                    وكل  إناء  بالذي  فيه  ينضح

Af hükümrandı dünyaya

Biz  hükmettiğimizde

Kan dökmek hükümran oldu

Siz  hükmettiğinizde

Esirleri bağışlamaktı bizim şanımız,

Ve hep öldürmekti sizin şanınız!

Aramızdaki fark neden mi aşikar?

Çünkü kapta ne çalkalanırsa

Onun mayası çıkar.

Hz. Ali (a.s)’nin evinden çıkan ilim, iman, takva ve bunların sonucu: Hz. Hüsyin (a.s)’in şahadeti, Zeyn’el Abidin’in ibadeti, El Bakır’ın ve Essadık ‘ın  ilmi oldu. Düşmanlarının evinden de içki, fuhuş,  gaddarlık  ve cinayetler çıktı.

Ünlü Arap şairi Ebu Firas El Hamadani, Ehl-i Beyt (a.s)’i düşmanları ile kıyaslayan şiirinde şöyle  der.

لا يغضبون لغير الله إن غضبوا

                             ولا يضيعون حكم الله إن حكموا

تبدوا   التلاوة   من   أبياتهم  ابدا

                             ومن بيوتكم  حكم الأوتار  والنغم

ما في  منازلهم   للخمر   معتصر

                             ولا    بيوتهم    للشر    معتصم

ولا تبيت   لهم   خنثى   تنادمهم

                             ولا   يرى   لهم  قرد، له حشم

الركن  والبيت  والاستار  منزلهم

                             وزمزم والصفا والحجر والحرم

Sadece Allah için kızarlar

Eğer kızarlarsa

Ve sadece Allah’ın hükmü ile hükmeder

Eğer Hükmederlerse

Evlerinden duyulan

Daima Kur’an sesi,

Sizin evinizdense

Her zaman nağme sesi.

Evlerinde içkiye yer yoktur,

Şer, evlerinde hiç barınamaz,

Evlerinde Nedime cariyeler de yoktur

Süslü cicili maymun da bulunamaz.

Evleri Rükün, Kabe

Ve Sitare’dir.

 Zemzem, Safa,

Hacer ve Beytullah’tır.

Cahilliye devrinde Ali’nin dedesi Abdu’l Muttalib ile Muaviyenin dedesi Harb İbn-i Ümmeyye mahkemeleştiler, mahkeme Ali’nin dedesinin lehine sonuçlandı ve hakim Muaviyenin dedesine: “Babanın babası iffetli idi ama baban sapıktır.” demişti.

Çocuklar da torunlar da babalarının dedelerinin kişiliklerinden kendilerine düşen payı aldılar. Ünlü edebiyatçı Corc Cırdak “İmam Ali” adlı eserinin 4. cildinde Muaviye’den  bahsederken “O Ümeyyeyi tam olarak temsil eden kişidir, onun ne İslam’la ne de insanlıkla hiçbir alakası yoktu.” dermiştir.

İslam’dan uzaklığı konusunda kendisi de bunu inkar etmezdi. Onu altından yapılmış tas ile su içerken gören Ebu’l Derda ona “Hz. Muhammed (s.a.a)’in “altın veya gümüş tasla su içenin içi cehennem ateşi ile doldurulacaktır.” dediğini bilmiyor musun? dedi. Muaviye de ona: “Ben şahsen bunda hiçbir sakınca görmüyorum.” diye cevap verdi.

Onun bu sözü Osman’ın sözüne ne kadar da benziyor. Hz. Muhammed (s.a.a)’in kendisi için: “Ne karalar ne denizler Ebu Zerr’den daha dürüst daha doğru insan görmedi” dediği Ebu Zerr için Osman, “Bana akıl verin bu yalancıya ne yapayım ? Dayak mı, hapis mi yoksa idam mı edeyim?” demişti.

Emevilerin tarihini okuyan, (Ömer İbn-i Abdulaziz hariç) hepsinin yapılarının aynı madenden olduğunu görür. Muaviye, Peygamberin torunu Hz. Hasan (a.s)’ı öldürttü. Oğlu Yezid de Peygamberin torunu Hz. Hüseyin (a.s)’i öldürttü. Baba da oğul da Cennet gençlerinin efendilerini öldürtmüşlerdi. Fark sadece Hz. Hasan’ın zehirle gizlice, Hz. Hüseyin’in ise alenen kılıçla öldürülmesidir. Kötü insanlar her devirde, şeklen ayrı olur; ancak özde birdirler.

İnsanlığın kendisinden ve yaptıklarından teberru etmesine gelince, kendisi de ne adaletli ne de insaflı davrandığını kabul eder. El Muğire İbn-i Şube Muaviye ile geçen konuşmasını şöyle anlatır:

“Muaviye’ye: “Artık yaşlandın kocadın, biraz adaletli olsan ahretin için iyi bir amel yapsan ve iyi bir isim bıraksan daha iyi değil mi?”  dedim  o da bana “Heyhat heyhat, hangi iyi isimden söz ediyorsun? Ebu Bekir hükmetti adil davrandı ölürken ismi de beraberinde öldü, Ömer on yıl hükmetti, bir sürü içtihat yaptı ölürken ismi de beraber öldü, ‘Hz. Muhammed (s.a.a)’i kastederek’  İbn-i Ebi Kebşeye gelince ona günde beş defa: ” … Eşhedü enne Muhammeden Resul-u-llah” diye bağırıyorlar.  Babasız kalasıca! Hangi amel, hangi isim kalacak?” diye karşılık verdi.

İnsanlığın kendisinden teberru ettiğinin başka bir örneği de, Hz. Hasan’ı zehirli balla  öldürttükten sonra “Allah’ın baldan askerleri vardır.” demesidir.  Ayrıca, katil Bişr İbn-i Artaa’yı ölüm ve soygun için silah ve askerle donattıktan sonra “Medine’ye git oradaki insanları kov, yok et, olanların mallarını al” dedi. Sufyan İbn-i Avf’ı da Irak’a aynı gayeyle gönderirken “Seninle aynı düşünmeyenleri öldür, karşılaştığın bütün köyleri tahrip et” diye emir verdi.

Merhametine gelince, o  tahtı ve arşı için şerrinden korktuğu kimselere karşı sabırlı ve müsamahakardı. Ancak  cellatlarına ve şeytanlarına bıraktığı vasiyetten öğrendiğimiz gibi zayıf ve çaresiz insanlara karşı acımasızdı.

Haricilerin lideri cariye ona geldiği zaman Muaviye ile arasında şu konuşma geçer.

Muaviye:”Ali İbn-i Ebu Talip’le beraber olan sen değil miydin! şimdi taraftarlarınla birlikte köyleri dolaşıp kan döküyorsun.” .

Cariye:”Biz Ali’yi sevdiğimizden beri ondan nefret etmedik, onu aldatmadık da…”

Muaviye: “Ailen için çok basittin ki sana Cariye:adını verdiler.”

Cariye: “Sen de ailen için daha çok  basittin ki sana ‘Muaviye’ (Uluyan Dişi Köpek) adını verdiler.”

Muaviye: “Sen anasızın birisin”

Cariye: “Beni annem doğurdu, ve Sıffin’de sana çekilen kılıçlarımız hala ellerimizde. duruyor”

Muaviye: “Tehdit mi ediyorsun?”

Cariye: “Ülkemizi şiddetle fethetmedin, ama hükmediyorsun. Sana söz vermiş seninle anlaşmalar yapmışız. Bize vefalı olursan biz de vefalı oluruz, başka türlü davranırsan geride bir çok sayıda cesur savaşçı, bilenmiş silah ve keskin dilli şair bıraktım eğer bize bir miktar gaddarlık yaparsan sana on mislini yaparız”

Evet Muaviye Cariye ve benzerine sabırlı ve müsamahakardı; ama Ubeydullah İbn-i Abbas’ın çocuklarına ve zavallı köylülere karşı ne merhameti ne dini ne de vicdanı  vardı!

Muaviye’nin  kayda değer başka bir özelliği de, Hz. Muhammed (s.a.a)’in çiçeği, cennet gençlerinin efendisi Hz Hasan (a.s)’ın ölüm haberi geldiği zaman Allah’a şükretmek için secde etmesidir. Abdullah İbn-i Abbas bu olayı duyduğu zaman Şam’da idi. Muaviye’nin meclisine çıktı ve “duydum ki Hasan’ın ölümüne çok sevinmişsin, vallahi onun cesedi senin çukurunu doldurmayacak, azalan ömrü senin ömrüne eklenmeyecektir. O ölürken senden daha hayırlı olarak öldü. Eğer onu kaybetme felaketine uğradıysak daha önce ondan daha hayırlısı olan dedesini kaybetmiştik. Peygamber (s.a.a)  yerine en büyük halife olan babası Ali’yi bırakmıştı, onu da kaybettik.” dedi. Sonra hıçkırarak ağlamağa başladı ve bütün meclistekiler ağladı.

Muaviye sordu: “Duyduğuma göre ardından küçük çocuklar bıraktı.”

İbn-i Abbas: “hepimiz küçüktük büyüdük.”

Muaviye: “Öldüğünde kaç yaşında idi?”

İbn-i Abbas: “Hasan, doğumu da kendisi de unutulmayacak kadar önemlidir.  diye cevap verdi.” (İbn-i Abbas,  Hasan’ın Ahzap yılında yani Muaviye, babası ve kardeşi ile birlikte Hz. Muhammed (s.a.a)’e ve Müslümanlara karşı savaştıkları yılda doğduğuna işaret ediyordu).

Muaviye sordu: “Şimdi orada kavminin efendisi sen misin?”

İbn-i Abbas: “Hayır Hüseyin var iken ben olamam” .

Muaviye: “Helal olsun! Her konuda her şeye hazırsın” diye karşılık verdi.

Muaviye İmam Hasan (a.s)’ı öldürtmüştü. Oğlu Yezit de İmam Hüseyin (a.s)’i öldürterek üzerinde şahadet  kelimesi yazılı bir değnekle kesik başına vurup eğlenmiş,. daha sonra halka cemaat namazını kıldırmak için ayağa kalkmıştı (!)

Dün bunu yaptılar, her asırda olduğu gibi bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Bu bölümü genişletecek olsak ciltler dolusu  yazılabilir. Ancak biz bir örnekle bitirelim:

Bir gün Abdulmelik, İmam Zeyn El Abidin (a.s)’i gördü. Alnındaki secde izi onu şok etti ve ona: “Ey Ebu Muhammed, bu gayret niçin? Allah (c.c)’a yakınsın, Peygamber (s.a.a)’den bir parçasın, kendi ailenden de çağdaşlarından da üstünsün. İlimde, fazilette, dinde ve takvada öyle bir mertebeye geldin ki  senin gibisi yoktur.” dedi ve buna benzer sözlerle ona iltifat etmeğe devam etti. İmam ona “Bütün bu anlattıkların ve benim yaptıklarım Allah (c.c)’ın lütufundan, büyüklüğünden ve desteğinden kaynaklanmıştır. Bunlar için benim şükretmem gerekemiyor mu?” dedi ve devam etti: “Hz. Muhammed (s.a.a), ayakları tutmayacak duruma gelinceye kadar namaz kılar, ağzı kuruyuncaya kadar oruç tutardı, çevresi ona “Ya Muhammed Allah (c.c) senin günahlarının geçmişini ve geleceğini silmedi mi?”  diye sorduklarında “her şey için ona şükretmem gerekmiyor mu? Dünyada ve ahrette Allah (c.c)’a şükürler olsun” diye karşılık vermişti.” dedi. Sonra Abdulmelik’e “Vallahi, damarlarım kesilse, gözlerim çıksa Allah (c.c)’a yine şükrederim çünkü onun nimetleri sayılmayacak kadar çoktur. Vallahi hiçbir şey beni gece gündüz, açık ve gizli olarak ona şükretmekten alıkoyamaz” dedi ve ağladı. bu durumdan etkilenen Abdulmelik de ağladı ve şunu söyledi: “Ahreti isteyen ve onun için çaba sarf eden kulla; Dünyayı isteyen, dünya kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan kul arasında ne kadar büyük fark vardır.!”

İmam (a.s)’ı Allah (c.c)’a ibadet etmekten ve ona şükretmekten nasıl hiçbir şey alıkoyamadıysa, Ehl-i Beyt (a.s)’in düşmanlarını da Allah (c.c)’a itaatsizlikten hiçbir şey alıkoyamadı. Kendini ve ailesini “Dünyayı isteyen, dünya kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan … ” diye tarif eden Abdulmelik: “Kim beni takvaya davet ederse onun boynunu vurdururum” demişti.

Abdulmelik’in oğlu Yezit bir gün “Habbabe” ve “Seleme El Kıss” adlı iki cariyesi ile birlikte mest olduğu bir sırada coşmuş “Bırakın uçayım” diye haykırmıştı. cariyelerden biri: “Müslümanların işini kime bırakacaksın” diye takıldığında: “Sana bırakacağım” diye cevap vermişti. Abdulmelik’in torunu Velid İbn-i Yezid ise çocukluğundan beri içtiği içkiye çok düşkündü. Bahçesine özel bir havuz yaptırmış içini içki ile doldurmuştu. Zina ve fısk işledikten sonra kendini havuza atar içer içer tekrar zina yapmak üzere çıkardı. namaz vakti geldiğinde de sarığı giyer millete namaz kıldırmak için çıkardı.

Bu konuda eklemek istediğim şey: “Oniki İmamın herbiri Zeyn El Abidin (a.s)’dir, Ehli-i Beyt (a.s) düşmanlarının her biri de Yezid’tir “

ME’MUN’UN ALİMLERLE MÜNAZARASI (39)

            Biharu’l Anvar Kitabının 3. cildinde “İman” bölümünde şu olay anlatılır: Abbasi Halifesi El Me’mun bir gün kırk alim topladı. Bunlar güzel kelam erbabı, bilge alimlerdi. Hepsini meclisine çağırdı ve onlara “Ben diyorum ki: Ali İbn-i Ebu Talip Peygamber (s.a.a)’den sonra en üstün kişidir, halifeliği en çok hakkedende odur. Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Aralarında en alimleri olan İshak İbn-i Hammad, dizlerine çökerek “Biz Ali’yi böyle tanımıyoruz, istersen seninle munazara  yapabiliriz” diye karşılık verdi.

Me’mun : Ben mi sorayım sen mi sorarsın?

İshak : Ben sorayım.

Me’mun : Dilediğini sor.

İshak : Bunun için delilin nedir?

Me’mun : İnsanları birbirinden daha üstün kılan şey nedir?

İshak: Salih amel.  (faziletli ve ahlaki  davranış)

Me’mun: Farz edelim Resullullah’ın zamanında faziletli birisi vardır. Peygamberden sonra da başka birinin çalışıp çabaladığını düşünelim, bu zat ne kadar uğraşırsa uğraşsın Peygamberin zamanındaki faziletli kişinin mertebesine ulaşabilir mi?

İshak : Tabi ki hayır. Peygamberin zamanındaki faziletliye yetişemez.

Me’mun : Sana mezhebini öğreten kişiler, Ali’nin birçok  faziletinden bahseder. Sen onların da kabul ettiği bu faziletleri başkalarının fazileti ile karşılaştır. Eğer onların faziletlerinin Ali’nin faziletlerine biraz olsun benzediğini görürsen o zaman başkasının Ali’den daha üstün olduğunu iddia et.  Me’mun devam ederek : Ey İshak Allah’ın, Muhammed’i peygamberlikle görevlendirdiği ve yanında hiç kimsenin bulunmadığı sırada amellerin en hayırlısı ne idi?

İshak : Şahadeti inanarak okumak ve İslam’a ilk icabet etmek.

Me’mun : Ali’den daha önce Müslüman olanı biliyor musun?

İshak: Evet, Ali ilk Müslüman olan kişidir; ama o bir çocuktu, başkası ise büyük ve yetişkindi.

Me’mun: Ali kendiliğinden mi Müslüman oldu yoksa Muhammed (s.a.a)’mi onu İslam’a davet etti?

İshak : Muhammed (s.a.a) onu İslam’a davet etti.

Me’mun: Peki Muhammed (s.a.a)’in daveti Allah’ın emrinden mi, Yoksa kendisinden mi kaynaklanıyordu?

İshak : Peygamberin kendisinden.

Me’mun : Muhammed’in daveti Allah (c.c)’ın isteğiyle mi idi yoksa  Allah istemeden mi davet etti.

İshak : Haşa! Muhammed Allah’ın emri ve rızası olmadan hiç bir şey yapmaz.

Mem’un: Allah, Muhammed’e çocuk olduğunu bilerek Ali’yi İslam’a davet etmesini emretti. Peygamber (s.a.a) de başka hiçbir çocuğu davet etmedi. Çünkü Allah diğer çocukları davet etmesi için emir vermemişti. Çocuklara bu konuda güvenilmeyeceğini, babalarının reddetmeleri ile çocukların da reddedeceğini biliyordu. O halde Allah Ali’yi bütün çocukların arasından seçti, çünkü bütün insanlara olan üstünlüğünü faziletlerini ve mevkiini göstermek istiyordu, ve bu meziyetine hiç kimseyi ortak etmedi. O da bir an bile Allah’a şirk koşmadı.

İshak şok oldu ve hiç cevap veremedi. Sonra Me’mun sordu: İslamiyet’e ilk icabet etmekten sonra hangi amel daha hayırlıdır?

İshak : Allah’ın yolunda cihat etmek.

Me’mun : Doğru, peki Ali’den daha büyük mücahit biliyor musun? İslamiyet’in ilk fethi ve ilk zaferi olan  Bedir savaşındaki kafirlerin ölü sayısını biliyor musun?

İshak : Altmış dolayında kişi ölmüştü.

Me’mun : Ali onlardan kaç kişiyi öldürmüştü?

İshak : Yirmi kadar, diğer kırk kişiyi de diğer Müslümanlar.

Me’mun: Bedir savaşı, Ali’nin cihadının bütün Müslümanların cihadından daha üstün olduğunu göstermek için yeterlidir. Cihat konusunu da daha fazla uzatmak istemiyorum. ve devam ederek: “Ben sana Musa için Harun ne ise…” hadisini biliyor musun? dedi.

İshak : Evet çok iyi biliyorum.

Me’mun : Harun Musa’nın anadan ve babadan kardeşi idi ve peygamberdi. Ali peygamberin kardeşi değildi, peygamberde değildi. Öyleyse Peygamberin “Harun Musa için ne ise sen benim için osun” demesinin anlamı nedir?

İshak: Peygamber bu sözlerle Ali’nin gönlünü almak istedi. Çünkü münafıkların “Peygamber beraberinde götürmek istemiyor” laflarına üzülüyordu. dedi.

Me’mun gülümsedi ve “Allah (c.c)’ın kitabı ne güne duruyor acaba? Bu hadisin anlamı Kuran-ı Kerim’de mevcuttur”  dedi.

İshak: “Nasıl yani?” diye sordu.

Me’mun: Kuran-ı Kerim olayı şöyle anlatır:

قَالَ مُوسَى ِلأَخِيهِ هَارُونَ اخْلُفْنِي فِي قَوْمِي وَأَصْلِحْ وَلاَ تَتَّبِعْ سَبِيلَ الْمُفْسِدِينَ}(الأعراف/142)

 

“ve Musa, kardeşi Harun’a, kavmimin içinde benim yerime geç, onları düzene koy ve bozguncuların yoluna uyma demişti.” (Araf 142)

İshak: “Musa Harun’u Allah’la münacat yapmak için geçici olarak yerine bırakmıştı, Peygamber (s.a.a) de öyle, sadece sefere gitmek için Ali’yi bırakmıştı.” dedi.

Me’mun: “Hayır durum senin anlattığın gibi değildir, Musa tek başına Rabbine gitti ve kardeşini yerine Halife olarak bıraktı. Hz. Muhammed (s.a.a) de kavmi ile birlikte gitti. Medine’de sadece kadın ve çocuklar kalmıştı, Musa’nın yerine kardeşi nasıl Halife olarak kaldıysa aynı şekilde Ali de Muhammed’in kavminde Halife olarak kaldı. Hz. Muhammed (s.a.a) de bunu “Ancak benden sonra Peygamber yoktur” sözleri ile belirtti. Yani Peygamberlik dışında kalan her konu için kendisini yerine bıraktı. Çünkü o son Peygamberdi ve hiçbir şekilde sözleri geri çevrilemezdi. Hazır bulunan alimler Me’mun’a “Doğrusu senin söylediklerin haktır ve biz senin söylediklerine katılıyoruz.” dediler.

Bu münazara ister gerçekten Halife Memun’la Alimler arasında geçmiş olsun ister birisi tarafından telif edilmiş olsun; doğrusu o ki içerdiği ilmi konuların hepsi gerçektir.

Ş İ İ L E R (İMAM ALİ TARAFTARLARI)

Hz.Ali (a.s)’nin Şiasını tanımak isteyen öncelikle Hz.Ali (a.s)’yi tanıması gerekir. Kişiliğini tanımak için Enstitü veya Üniversite okumak; veya hakkında yazılan binlerce kitabı okumağa gerek yoktur. Onun söylemiş olduğu vecizelerden birini okuyan onun büyüklüğünü anlar; ki onun büyüklüğü evren kadardır.

İmamı tanımayanlar onun bu sözünü okusunlar. “Allah’a yemin ederim ki, bana yedi göğü yörüngesindekilerle birlikte verseler, bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu alarak Allah’a itaatsizlik etmem. Dünyanızın tamamı bir çekirgenin ağzındaki yapraktan daha değersizdir.” Merhamete, hoşgörüye, şefkate, ilme ve doğruluğa bakınız.

Allah (c.c)’ı en iyi bilen ona en çok inanan Ali, Allah’a yemin ediyor ki: zulüm yaparak yani Allah’a itaatsizlik ederek bir karıncanın ağzındaki  arpa kabuğunu -arpayı değil- almasını isteseler buna karşılık  yedi göğü içindekilerle birlikte yani içindeki Güneş, Ay,  Dünya, ve dünyadaki insanlar, hayvanlar ve madenlerle birlikte bütün evreni verseler veya  kabul etmediği takdirde  zincire vurulmak dahil her türlü eziyeti ve mahrumiyeti uygulasalar yine Allah (c.c)’a itaatsizlik etmez. Düşünebiliyor musunuz, yapmasını istedikleri zulüm nedir? Bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu almak.!

Hz.Ali (a.s)’ nin Allah (c.c) sevgisinde Allah (c.c)’a bağlılıkta bu şekilde erimesi onu normal insan kategorisinden çıkardı, onu ilke ve Hak örneği haline getirdi. Öyle ki onun adı Hakka paralel bir duruma dönüştü ve bundan dolayı Müslümanlar, onu sevenler ve onu sevmeyenler olarak ikiye bölündü.. Tıpkı Hak konusunda Hak taraftarları ve Hak düşmanları olarak bölündükleri gibi.

İmam Cafer Sadık (a.s)’a sordular: “Ali, neden Cennet ve Cehennem ayrıştırıcısı oldu?”

Dedi ki: “Çünkü onun sevgisi İman, nefreti de küfürdür.” Cennet Müminler, Cehennem de Kafirler için yaratılmıştır.

İmam nasıl Takva ve Hak için fedakarlıkta bir insanın ulaşacağı en son mertebeye ulaştıysa; ilmi, doğruluğu, cesareti ve hoşgörüsü ile öyle bir düzeye ulaştı ki onun üstünde sadece Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a)’i vardır. Eğer sözleri hutbeleri Allah (c.c)’ın sözlerinin altında, insan sözlerinin üstünde ise istisnasız bütün sıfatları da öyledir. Bu da tutarlı kişiliğinin eseridir. Eğer mucizenin anlamı sıra dışılık ise onun sıfatlarının her biri sıra dışıdır.

İşte İmam budur. Ona tabi olmak ve şiasına girmek isteyen onu örnek almalıdır. Veya başka bir deyimle Ehl-i Beyt (a.s)’e tabi olmak ve taraftarı sayılmak için onların kurallarını koyduğu ve temel kabul ettikleri şartları kabul etmelidir. İmam Zeyn el Abidin (a.s), der ki: “Allah (c.c)’ın en nefret ettiği kişiler bir İmamın sünnetini kabul edip yaptığını yapmayanlardır.” Allah (c.c)’ın en nefret ettiği kişiler, onun en sevdiği kulunun taraftarları olamazlar. İmam Sadık (a.s) der ki: “Bizi kabul eden her Müslüman’ın her gün ve her gecede kendi kendini sorguya çekmesi gerekir. Eğer yaptıklarında iyi bir şey görürse onu arttırmağa çalışmalı, kötü bir şey görürse mağfiret dilemelidir.”

İmam Bakır (a.s) da der ki: “Vallahi Şiamız sadece Allah’tan çekinen ve ona itaat edenlerdir.” O halde gerçek Şii Kur-an-ı  Kerim’e göre dinin gereğini yerine getiren, Ebu Zer (r.a)’in, Ammar İbn-i Yaser (r.a)’in ruhlarını taşıyan gerçek Müslümanlardır. Öyle değilse o sadece isim olarak Şii’dir.

Şii, Necef’teki İmamın kabrini ziyaret ettiği zaman ona hitaben:

“السلام عليك يا أمير المؤمنين، وإمام المتقين وقائد الغر المحجلين”

 “Esselamu Aleyke Ya Emir El Müminin ve İmam El Müttakin ve Kaid El Ğirr El Muhacceliyn” (Selam Sana ey Müminlerin Emiri, Takva sahiplerinin İmamı, pak ve temiz insanların lideri) diye seslenir. Bunu söyleyen şahıs eğer iman ve takva sahibi değilse, İmam (a.s)’ın, kendisinden ve yaptıklarından teberru ettiğini itiraf etmektedir. Tıpkı Ku’ran-ı Kerim’i okuyan fasık ve münafıkların kendilerini lanetleyen Kur’anı Kerim’i okumaları gibi; çünkü Ku’ran-ı Kerim bunlara açıkça lanet etmektedir.

İlginç durumlardan biri de Parlamentoya Şiilik adına girenler, kimliğinde (muhtarın şahitliğine dayanarak sayım memuru tarafından) Müslüman-Şii yazılması üzerine    Şii olduğunu iddia etmekle kalmaz, Şiileri temsil ettiğini de iddia eder. Ne zaman yolsuzluk yapmak isterse bu kimliğe başvurur! Sanki Şiilik zulüm, haksızlık ve anarşiye dayalı imiş gibi.

Böyle birinin Şiilik hakkında hiçbir şey bilmediğine, 12 İmam (a.s)’ın adlarını bile sırası ile sayamayacağına, hatta hayatı boyunca bir kez bile oruç tutmadığına veya hiçbir farzı yerine getirmediğine dair bahse girerim. Adam namaz kılanlarla, oruç tutanlarla alay etmektedir. Buna rağmen Şiiler adına Milletvekili ve Bakan olmakta ve Şiilik adına Şiileri öldürmektedir. Kendisinden önce Muaviye oğlu Yezid de üzerinde “Lailahe İlle llah, Muhammeden Resulullah” yazılı bir değnekle Hz. Hüseyin (a.s)’nin başına vurarak alay ediyordu!

Bu ve bunun gibileri Şiiliğe mal edildikten sonra, Şiiler her tamahkarın lokması haline geldiler ve İmam (a.s)’ın şu sözü onlara uygun hale geldi “Bu Şiiler müşterinin hangisini alacağını şaşıracağı  keçiler durumuna düşeceklerdir. Ne başvuracakları Şerifleri, ne işleri için danışacakları bir kimseleri kalacaktır.”  (40)  yani kasabın  seçeceği kesimlik keçiler kadar zayıf olacaklar ve ne bir çobanları ne de bir liderleri olacaktır.

Ayrıca: “Ey Şiiler sanki otlamak için ot arayan ve bulamayan develer gibisiniz.” demişti.

İmam (a.s), Şiileri keçi ve deveye benzetiyor. Evet! Şiilerin şimdiki durumlarına bakınız farkları var mıdır? Dünyadaki durumlarına bakınız hiç helalı – haramı gözeten bir liderleri var mıdır? Hiç çıkarını düşünmeyen birinin liderlik yaptığını görüyor musunuz? Dini liderlerine gelince; toplumunun yoksulluğu zayıflığı onu hiç ilgilendirmez, düzeltmeğe çalışmaz; çünkü siyasi bir olaydır bu! Bütün ilgisi, uğraşı nasıl daha çok taraftar ve ona tabi olanları arttırabilir, dolayısı ile para geliri çoğalabileceği üzerinedir! Siyasi bir liderliği üstlenirse günahlarına günahlar katar. O halde Şiiler şaşkın şaşkın dolaşan ve hiç yolunu bulamayan veya kesime sürülen keçiye dönüşmüş ve hiç farkları kalmamıştır.Şiiler, Emevi döneminden Osmanlı’nın son dönemine kadar değişik yönetimlerden  eziyet ve zulüm gördüler. Bunlar gidip sömürgeci Batı gelince Şiilerin nasibine düşen zulüm ve eziyet diğer taifelerden daha fazla olmuştu. İngilizler ve Fransızlar kaçıp idare, yerli kalınca yine Şiilerin hakları -özellikle Lübnan’da- verilmedi.

1943 yılında Lübnan’da ilk başkan seçildiği zaman bazı Şii liderlerini kendine yaklaştırıp bazılarını uzaklaştırdı; taife hiçbir hakkını alamadı.  Sonraki seçimde gelen başkan yakınları uzaklaştırıp uzaktakileri yakınlaştırdı; ama durum daha vahim oldu ve eski şairle birlikte şu beyti tekrarlamaya başladık:

ياليت جور بني مروان دام لنا

   وليت عدل بني العباس في النار

“Keşke Beni Mervan’ın zulmü devam etseydi de

Beni Abbas’ın adaleti Cehenneme gitseydi.”

Ardından, üçüncü seçimde gelen başkan gelir gelmez tarafsızlık politikası ilan etti; ancak hala Şii taifesi hakkı ve adaleti beklemekte ama bulamamaktadır.

Bütün başkanların dönemlerini gördük, hiçbir şey değişmedi. Demek ki illet dışarıda değil içeridedir. İmamın yaptığı teşhis hala geçerlidir. Hala başvuracakları veya dayanacakları şerefli bir liderleri yoktur. Şeyhimiz Elşebibi ne güzel söylemiş:

أيها المصلح من أخلاقنا    أيها   المصلح   الداء   هنا

إننا  نجني  على  انفسنا  حين نجني سم ندعو من جنى

“Ey ahlakımızı düzeltmek isteyen,

İllet buradadır.

Haksızlık yaparız eğer,

Dersek ki:”İllet oradadır.”

İMAM (A.S) ‘IN DOĞUMU VE ÇOCUKLARI

İMAM (A.S)’IN DOĞUMU

İmam (a.s), Mekke’de Beytullah El Haram’ın göbeğinde (Kabe’nin içinde) Cuma günü, Recep ayının 13’ünde fil yılından 30 yıl sonra doğdu. Babası Peygamber (s.a.a)’in amcası, annesi babasının Amcasının kızıdır. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’nin doğduğu yılı hayır ve bereket yılı olarak ilan etti. Ona sütü kendisi getirir, yıkarlarken suyu kendisi döker, beşiğini kendisi sallar, uyanıkken onunla oynar, yükler göğsüne bastırırdı.

LAKAPLARI

Annesi ona babasının adını, babası da Ali adını vermişti. Lakaplarına gelince sayılmayacak kadar çoktur. Ben bir kısmını yazıyorum. Emir El Müminin (Müminlerin Emiri), Yasub Eddin (Dinin erkek arısı), Peygamberin Kardeşi,  Betül’ün Kocası (Betül Hz. Fatıma (a.s)’nın lakabıdır), Kafir Katili, Cennet ve Cehennem Ayırt edicisi, Sancak Sahibi, Arapların Efendisi, Arıların Emiri. Bu son lakabına gelince bununla ilgili hadis; Bihar ül Anvar Kitabının 3. cildin sonunda  şöyle anlatılır: “Mağaranın birinde Arı bulunmuş ancak arılar öyle saldırganmış ki hiç kimsenin gücü  içeri girip bal almağa yetmemiş. Buna karşılık Hz. Ali (a.s) mağaraya girmiş ve çıkarken yanında külliyetli bir balla dönmüştü. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a) ona Emir Ennehl (Arıların Emiri) lakabını takmıştı.”

ZEVCELERİ VE ÇOCUKLARI

Hz. Fatıma (a.s) ile evlendiğinde kendisi 25, Fatıma 10 yaşında idi. Fatıma Mekke’de Peygambere ilk vahyin gelişinden beş yıl sonra doğdu. Hicretin 2. yılının Zil Hicce ayında evlendiler. Derler ki: eğer Ali olmasaydı Fatıma’ya denk hiç kimse olmayacaktı. İmam (a.s)’a Hasan (a.s) , Hüseyin (a.s), Zeyneb El Kübra (a.s), Zeyneb El Süğra lakaplı Ümmü Gülsüm (a.s)’ü getirdi. Bir rivayete göre Hasan ve Hüseyin İmam (a.s)’ı “Baba” diye çağırmazlardı çünkü Peygamber (s.a.a)’den başkasını baba olarak görmezlerdi ve bu durum dedeleri vefat edinceye kadar sürmüştü.!

Hz. Fatıma (a.s) vefat ettikten sonra bir kaç kadınla evlendi.

1-     İmame Bint-i Ebu-l Ass’ın. Annesi Peygamber (s.a.a)’in kızı Zeynep’ti  kendisine Kerbela’ şehidi Muhammed El Avset (a.s)’i Dünyaya getirdi,

2-     Havle Bint-i Cafer İbn-i Kays El Hanefiyye, İbn-i El Hanefiyye olarak bilinen Muhammed El Ekber (a.s)’i Dünyaya getirdi.

3-     Ümmü Habibe Bint-i Rabia, Ona Ömer ve Rukiyye (a.s)’yi Dünyaya getirdi.

4-     Ümmül Benin, Bint-i Hizam El Kilabiyye, ona hepsi Kerbela’da şehit düşen Abbas, Cafer, Abdullah, ve Osman (a.s)’ı Dünyaya getirdi.

5-     Leyla El Darimiyye, Kerbela’da  şehit düşen ; Ebu Bekir lakaplı Muhammed El Asgar ve Abdullah(a.s)’ı Dünyaya getirdi

6-     Esma Bint-i Hamis El Hasamiyye, Yahya ve Avn (a.s)’ı Dünyaya getirdi.

7-     Ümmül Mesud El Sakfiyye, Ümmül Hasan ve Remle (a.s)’yi Dünyaya getirdi.

Bu saydıklarımızın dışında da evlendi onlardan kızları oldu. Kızların adları sırası ile: “Nefise, Ümm Hani, Rukiyye El Suğra, Ümmül Kiram, Cümene, İmama, Üm seleme, Meymune, Hatice ve Fatıma (a.s)”

Çocuklarının toplamı 27’dir, bunların 14’ü erkek diğerleri kızdır. Şehit edildiği zaman yanında 22 kadını vardı. Bunların dördü zevce idi: Kadınların en hayırlısı Fatıma’nın yeğeni İmame, Leyla Bint-i Mesud, Esma Bint-i Amis, Ümmül Benin El Kilabiyye. Diğerleri çocuk anaları idi.

İMAM (A.S)’IN  SIFATLARI

Orta boylu, –ne uzun ne kısa sayılırdı–, esmer tenli, saçları  dökük, kaşları ince ve uzun, gözleri büyük ve siyah, yakışıklı, güleç yüzlü, zarif, geniş göğüslü, boynu uzun, göbekli, sırtı düz – sanki hiç eklemi olmayan tek parça gibi–, elleri büyük, fazla eti olmayan adaleleri, pazıları kollarından fark edilmezdi, kolları kalın, el ve ayak dirsekleri ve tabanı büyük, ayakları ince idi. Muğire Bin Şu-be “Ali Aslana benzer, Aslanda  kalın olan onda kalın Aslanda ince olan onda da incedir” derdi.

Yürüyüşü Hz. Muhammed (s.a.a)’in yürüyüşüne benzerdi. Savaşa başlarken hiçbir şeyden çekinmez koşar adımla giderdi. Bir atlıyı hiç zorlanmadan havaya kaldırır yere çalardı. Bir kişinin kolunu sıktığı zaman o kişinin nefesi kesilirdi. Ne sıcaktan ne soğuktan etkilenirdi. Bazen yazın kış elbiseleri ile veya kışın yaz elbiseleri giyerdi.

DİPNOTLAR

1)Ehlibeyt Mektebinde bu  konularda çok eser mevcuttur. Eş-Şafi – Murtaza3 ciltlik Dalailu’ Sıdk Şeyh Muzaffer

Ayanu’ş Şia 3. cilt – Esseyid Muhsin El Emin

El Muracaat – Şerafuddin El Gadir – El EminiBu kitapları sadece değerli kitap oldukları için değil, özellikle  Nassı(İçerik) ispat ederken, şüpheye düşen Ehl-i Sünnetin güvendikleri ve dayandiklari  kaynaklara işaret ettikleri için zikrettim.

***********************************************2) Şeyh Muzaffer Dalailu’s Sidk kitabında bu hadisin Tirmizi’nin Sahihinde Hz.Ali’nin faziletleri bölümünde, Hakim’in Müstedrikinde yine aynı adı taşıyan bölümünde, İbn-i Hacer’in Savaik in birinci bölümünde anlattigini yazar C:2,  S:3, 1953 baskısı  

***********************************************3) 1959 yılında Mısır’lı yazar Mustafa Mahmud, “Allah  ve İnsan” adlı kitap yazdı, kitapta yaratıcının varlığını inkar etti, çünkü sadece denemeye dayalı bilime inanıyordu, ben ona cevap olarak “Allah  ve Akıl” adlı kitabı yazdım ve dört kere basıldı, sonra adı geçenin bütün yazdıklarını takip ettim daha sonra “Gece Yarısından Sonraki Günlükler” adlı kitabında önceki fikrinden vazgeçiyor ve “Deney bir adım olabilir ama her şey değildir, ben ilime inanırım yalınız onunla yetinmem, duyulara da inanırım ancak onlar her şey değildir” diyordu. Demek ki insan yansız ve insaflı bir şekilde araştırma yaparsa gerçeği öğrenir ve Hak yolunu bulur.

***********************************************

 4 ) İbni Kuteybe’nin El İmame ve assiyese adlı kitabının C:1, S:6, 1957 baskısında Ebu Bekir’in “Bilin ki benim bir şeytanım vardır bazen yolumu kesiyor” dediğini yazmaktadır. İbni Kuteybe, Sünnilerin en güvendiği kaynakların arasındadır. Vefatı: 276 H. Ayrıca, aynı konuyu Tabari Tarihinin birinci cildinde okumak mümkündür. İlginç olan bir durum da bazılarının “Bunları Şiiler ekledi ” demeleridir. Tabari’nin ve Tabari gibi yazan diğerlerinin Şiiler hakkında yazdıkları sövgü ve iftiralar doğru ve hak olarak kabul edilirken başkalarına dokundurdukları zaman  Şiiler eklemiş oluyor. Bu durumda Şiilerinde, Tabari ve diğerlerinin Şiiler hakkında yazdıkları sövgü ve iftiraları  Sünniler eklemiş deme hakları vardır. Vicdan sahipleri karar versin.

***********************************************

 5 ) Kıyas, Sünni Fıkhının temel usuller arasındadır. Oda, şeriatta hükmü var olan bir olayın hükmünü, kıyas yaparak benzer bir olay için vermeleridir. Hükmü verirken, Şari (hükmü koyan) ne özel ne genel anlamda asla bir nass koymamış olsa da Fakih kendi takdirini kullanarak hüküm verir. Şiiler kıyası, Şari (şeriatı emreden), olaya neden olan konuda açık bir hüküm koymamışsa kabul etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme neden olan olayda nassı gerektirir.

***********************************************

6) Mısır’ın büyük edebiyatçılarından biri olan ve bir çok eseri bulunan  Abdurrahman El Şarkavi dediki: Hz. Ali (a.s)  sekiz yaşında iken –henüz ne peygamberlik ne de vahiy vardı- amcasının oğlunun insanlığından onu sevdirecek  ve onu yüceltecek şekilde konuşurdu. Yani Hz. Ali (a.s)  o zamandan İslam çağrısı ve başarısı için gerekli ön hazırlığı yapıyordu.

***********************************************

7) Ali ve Felsefe adlı kitabımda bir çok çağdaş bilim adamından örnek vererek  bilimin ve bilim  adamlarının, bir bilim dalının muhtelif bilimlere kapı açtığını gördükten sonra  bu teoriyi desteklediğini yazmıştım.

***********************************************

8) Bunların içindenn: Altı sahihten birinin yazarı Nesaiye ait bir kitap, Ebi Naim El Asfahani’nin yazdığı kitap, Ebi Abdulkerim El sukarri’nin yazdığı kitap, (Esseyid Emin’in Ayanu Şia kitaplarının sayabiliriz. C:3)

***********************************************

9) Bu kitabın akıldan başka İmam yoktur bölümündeki …. çoğu haktan nefret eder kısmına bakınız.

***********************************************

10) Bu kitabın İmamı Ali Bölümü, Naşşar’la birlikte kısmına bakınız

***********************************************

11) Allame Seyyid  El Murtaza El Askeri İbn-i Seba hakkında bir kitap yazdı, rakam ve kesin delillerle uydurulmuş bir kişilik olduğunu ispat etti. Ben de, Me Uleme El Necef adlı kitabımda bu konuya değindim. Hatta El Naşşar bile  kitabının birinci cildinde İbn-i Seba’nın varlığından emin bir şekilde bahsettikten sonra ikinci cildinin 23. sayfada “İbn- Seba’nın kişiliğinin uydurma olması muhtemeldir.” Diye yazmaktadır.  

***********************************************

12) El Naşşar’ın kuşağından olan Dr. Tevfik El Tavil’in yazdığı Üsus El Felsefe (Felsefenin temelleri) adlı 1959 baskılı kitabının 391. sayfada “Şiilerin İslam’ın ruhsal içeriğini zenginleştiren his edilir katkıları olmuştu, onların faal hareketleri dinin taşlaşmasına ve donuk kalıplara girmesine engel oldu.” Demiştir.

***********************************************

13) Kuran Işığında Ali(a.s)’nin İmameti adlı kitabımda:”Mutaassıpların Hz. Ali (a.s)’ nin ilk Müslüman olduğunu  inkar etme imkanı bulamayınca gerçeği itiraf etmekte onlara zor geldiği için demagojiye başvurdular ve ilk inanan yerine ilk inanan çocuk dediler….

***********************************************

14) Al Gazali, El Mustasfi Kitabının mutabakat şartları bölümünde “Masumiyet ümmetin mutabakatı ile gerçekleştiği kabul edilmiştir:” diye yazmıştır. Allah’ta Kuranı Kerim’de – Ve bir şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah’a âittir. Diye buyurmuştur.  Ehli Hakkın az olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah’ta ” Çoğu kavrayamaz” diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına göre masumiyet için, mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum değildir hatta çoğu zaman hak azınlığın tarafında olmaktadır.

***********************************************

15) Sahihi Buhari C:5, Hz.Fatıma’nın faziletleri bölümünde ‘ Allah’ın Resulu dedi ki “Fatıma benden bir parçadır ona  eziyet eden bana eziyet etmiş sayılır. Diye yazılmıştır.

Sahihi Muslim’in 2. Cildin 2. Bölümündeki  Hz.Fatıma’nın faziletleri bölümünde Peygamber (s.a.v)’in Fatıma benden bir parçadır onu üzen beni üzer ona  eziyet eden bana eziyet etmiş sayılır. Diye yazılmıştır.

***********************************************

16)Abdul Muttalib’in on erkek çocuğu vardı, Abbas, Hamza,Zubeyr, Cuhl,(Ğaydak) Mukaddim, Dirar, Nevfel, Haris, Ebu Leheb, Abdul Uzza, Ebu Talib adı da Abdül Menaf ve Abdullah. Abdullah, Ebu Talib ve Zubeyr Fatıma Bint-i Amru İbn-i Ayed adlı  kadından  diğerleri başka kadınlardandı. Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. Ali (a.s)’nin babaları  aynı anadan ve babadan idi.Zubeyr’in çocuğu olmadı, Abdullah’ın bir oğlu oldu Hz. Muhammed (s.a.v), Ebu Talib’in ise üç oğlu oldu, Cafer, Ukayl ve Hz.Ali(a.s), Ebu talib’in çocukları birbirleridei on yaşla büyüktür. Bihar ül Anvar /Meclisi

***********************************************

17)Bir rivayete göre Hz. Muhammed’e (s.a.v) otuz yaşını doldurduğu yıl doğmuştur. 

***********************************************

18) Eskiler, Hz.Ali (a.s)’nin ilkMüslüman olduğunu inkar edemeyince, hileye ve laf cambazlığına başvurarak “İlk Müslümanlar, Kadınlardan Hz. Hatice, Erkeklerden Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali (a.s)’dir.” Dediler.

***********************************************

19) Dalail Essıdk kitabına göre, El Mavakit kitabında ve Hakim’in Müstedreki C:3, S:32 de yazılıdır.

***********************************************

20) “Rihlat El İmam El Zincani” 1947 baskısı S:400, Sadr El Mutellihin 16 y.y filozoflarındandır.

***********************************************

 Şeyh Had, “Mustedrik Nehj El Belağa” adlı  kitabında, Nehj El Belağa daki hutbelerin Şerif Errida doğmadan muhtelih kitaplarda kayıtlı olduğunu ispat etti.

***********************************************

21) İlim El Yakin – Muhsin El Fayd, 1303 H baskısı S: 126

***********************************************

22) Zahair El Ukba fi Manakib zaviy El Kurba – S:64

***********************************************

23) Aynı kaynak

***********************************************

24) Aynı kaynak

***********************************************

25) Aynı kaynak ve Hayat Ali İbn-i Ebi talib – Eşşeyh Eşşenkıytı

***********************************************

26) Allah ve Akıl adlı kitabım S:54

***********************************************

27) Bazıları dedi ki : “maddenin zihnin içinde olması imkansızdır çünkü zihin eğriyi ve  doğruyu sıcağı ve soğuğu düşünür. Yoksa zihin aynı anda hem doğru hem eğri, hem sıcak

 hem soğuk olması lazımdır. Bu durumda zihinde var olan şey maddenin kendisi değil   sureti  olması gerekir” dedi

***********************************************

28) Bazı müellifler, Yakin’i üç bölüme ayırdılar, birincisi İlm El Yakin: bir şeyi görmeden   onu etkisi ile varlığına kanaat etmesi, ikincisi Ayn El Yakin: oda gözü görüp tanıması,  üçüncüsü Hak El Yakin: oda bir şeyle bizzat bire bir ilişki kurmasıdır.örneğin: Ateşin  ışığını uzaktan gördüğün zaman bu ilm el yakin, onu gözünle gördüğün zaman bu ayn el yakin. Ancak ateş sana dokunursa bu hak el yakindir.

***********************************************

29) El Hafif Ettabari / Zakhair El Akbi 1356 baskısı, S:228

***********************************************

30) Ennas Vel İctihad 1956 baskısı S:78, El Müstedrik, Kitab Maarifet Essahabe    C:3,S124’den naklen

***********************************************

31) Bu paragrafı, Ahmed Teymur’un yazdığı bir kitaba üstat El Cundi’nin yazdığı uzun bir  önsözden aldım.

***********************************************

32) Musul Müftüsü Şeyh El Abdi, “El Nuvat” adlı kitabının 109. sayfasında: “Müslim’in ve  Tirmizi’nin rivayet ettikleri “El Sikeleyn (iki emanet)” hadisindeki Peygamberin sık sık ehlibeytini tavsiye etmesinin nedeni kendisinden sonra onların başına geleceklere bir işaretti. Ve o olaylar etkisi yüzyıllar sürecek, İslam’ın özüne saplanmış bir hançer darbesidir!

***********************************************

33) El Akd El Ferid kitabının müellifi birinci ciltte hep yatık vazıyette kalan bir özürlü  insanlara ne söylemek istediklerini bildirirdi. Bazı tarihçiler ve Hadis rivayetçileri  başka

  özürlüler için de buna benzer şeyler yazdılar.

***********************************************

34) 1233 Allme El Meclisi’nin Hicri baskılı  Bihar ül Anvar, C:13, 135.163.168. sayfalar. El  Meclisi 279 yıl önce vefat etti. Bilindiği gibi Meclisi 430 yılında vefat eden Şeyh Ettusi’nin El Ğaybe, 413 yılında vefat eden Şeyh El Müfid’in El İrşed ve 381 yılında vefat eden EL Saduk’un El Maani adlı kitaplarınan  nakletmişti. Bu kitaplar halen basılmakta ve okunmaktadır. Bu hadislerin İmamiyye kitaplarında yazılması bin yıl öncesine dayanır.

***********************************************

35) Deleil Essıdk kitabı C:3, S:160

***********************************************

36) Burada  akıl ve nakil yoluyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’in velayetini kabullenen herkesin  İmamın da velayetini kabul etmesi gerektiği konusunu daha çok uzatmak istemiyorum

 çünkü bu konuyu “Mâa Aşşia El imamiyye ve Ehl-i Beyt” kitabında yazmıştım.

***********************************************

37) Bu kitapta Şiilere atılan iftiraların yanı sıra bir çok hata da vardır. Örneğin: c:1, S:31’de  “İslam’ın üç temeli vardır: «Kur’an, Sünnet ve Hadis». Bütün İslam alimleri bilir ki Sünnetle Hadis aynı şeydir. Yine C:1, S:31’de de söylenen ve söylenmeyen küllidir, (bütündür) cüzi (parça) ise külli için söylenen ve söylenmeyendir.” Bu tıpkı bir kişinin «bu hayvanın karnındaki ya erkektir ya değildir.» demeğe benzer. Oysa felsefe ve mantık ehline göre külli çoğunluğu, cüzi ise sadece tekliği ifade eder. Müellifler ise küllinin ve cüzinin tarifini birleştirip her ikisini birden tarif ettiler.

***********************************************

38) Şair bir gün halkı anormal bir şekilde hareketli görünce nedir bu hıys bıys? (karışıklık) dedi ve bu onun lakabı haline geldi. Kendisi tanınmış bir Fakih ve şairdi. Çok güzel şiirleri vardır.

***********************************************

39) Tartışma çok uzundur ben özetleyerek yazıyorum.

***********************************************

40) Bihar ül Anvar C:13, İmam (a.s)’ ın  Hz. Mehdi (a.s) hakkında söyledikleri bölümü.

 

…………………

gadir.free.fr