İmam Ali Kimdir?

Hz. Ali (a.s) altı yaşından itibaren Resulullah’ın (s.a.a) himayesi altına girip Peygamber’in eli altında terbiye oldu…

 

Ehlader Araştırma Bölümü

İbn-i Eb-il Hadid (vefatı: 656. Hicri) Ehl-i Sünnet’in Mutezile kolunun en büyük âlimlerindendir. O Ehl-i Beyt’le ilgili birçok gerçekleri kaynaklarıyla dile getirmiştir. Onun en önemli eseri Nehc-ül Belağa’ya yazdığı yirmi ciltlik şerhidir. Bu makale, mezkûr eserinin  mukaddimesinden alıntılanmıştır.

İlk dönemde mülümanların çoğu Hz. Ali’yi “Ebu’l Hasan” diye çağırırlardı. Hatta oğulları İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) da Resulullah’ın (s.a.a) irtihaline kadar babalarına Ebu’l Hasan, Resulullah’a (s.a.a) da “baba” diye hitap ediyorlardı.

Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) Ebu Turab adını vermiştir. Hz. Ali (a.s) rivayete göre bir gün toprak ûzerinde uyumuş ve ridası ûzerinden düşüp bedeni toprağa bulaşmıştı. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) başucuna gelerek onu uykudan kaldırdı ve elbisesine konan toz-toprağı temizleyerek: “Kalk otur ey Ebu Turab!” diye buyurdu.

Bundan sonra bu isim Hz. Ali’nin (a.s) en sevimli ismiydi. Hz. Ali (a.s) bu isimle çağrılmayı çok severdi.

Ümeyyeoğulları kendilerine bağlı saray minberlerinden Hz. Ali’yi (a.s) kötülerken onu “Ebu Turab” ismiyle anıp bunu bir eksiklik olarak nitelendirmek istiyorlardı. Ancak Hasan Basri’nin de dediği gibi bununla gerçekte Hz. Ali’yi en güzel övgüyle methediyorlardı.

Annesi ilk olarak ona kendi babasının adı olan Haydar ismini verdi. Haydar ise aslan anlamındadır. Ancak Hz. Ali’nin (a.s) babası Ebu Talib bu ismi değiştirerek oğluna “Ali” adını koydu.

Şiiler Resulullah’ın (s.a.a) zamanında Hz. Ali’nin, Emir-ül Mü’minin lakabını aldığına, Muhacir ve ensar’ın çoğu onu bu isimle çağırdıklarına inanmaktadırlar. Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu mana tesbit edilmemiştir. Ama aynı lafızda olmasa bile aynı anlamı ifade eden başka tabirler rivayet edilmiştir.

Örneğin, bizim muhaddislerimiz Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye: “Sen dinin ya’subusun.” veya: “Bu, mü’minlerin ya’subu ve süvari mücahitlerin kumandanıdır.” diye buyurduğunu rivayet etmişlerdir.

Bu iki hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsned kitabının Fezail-üs Sahabe bölümünde, Nuaym İsfahanî, Hilyet-ul Evliya kitabında nakletmişlerdir.

Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Hz. Ali’nin (a.s) Peygamber’in vasisi olduğu söz konusu edilmiştir. Çünkü Peygamber vasiyetlerini Hz. Ali’ye etmişlerdi. Ehl-i Sünnet âlimleri bu konuyu inkâr etmemekle beraber hilafet konusunun vasiyet edilmediğini söylemektedirler.

Hz. Ali’nin (a.s) annesi Esed b. Haşim b. Abdulmenaf Kusey’in kızı “Fatıma”dır. Kendisi Haşimi olup, Haşimi çocuk doğuran ilk kadındır.

Fatıma’nın dört oğlu vardı. Bunların en küçüğü Ali, onun on yaş büyüğü Cafer (Tayyar), Cafer’in on yaş büyüğü Akîl ve Akîl’in on yaş büyüğü Talîb’dir. Fatıma’nın annesinin ismi de yine Fatıma’dır. Hz. Ali’nin annesi Fatıma Müslüman olan onbirinci kişidir. Resulullah (s.a.a), o değerli hanıma saygı gösteriyor ve “anne” diye hitap ederdi.

Fatıma vefatından önce, Resulullah’ı (s.a.a) kendine vasi tayin etti ve Resulullah da bu vasîyeti kabul etti. Fatıma’nın vefatında Resulullah ona cenaze namazı kıldı. Kendi gömleğini ona giydirdi!

Ashaptan bazıları, “Ya Resulullah! Biz sizin başka birine böyle davrandığınızı görmedik” demeleri üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle cevap verdi: “Evet; ancak bilin ki, Ebu Talib’den sonra hiç kimse bana Fatıma kadar iyi davranmamıştır! Gömleğimi ona giydirdim ki, ona cennet elbiseleri giydirilsin. Onun yanıbaşına uzandım ki, kabir sıkması ona kolay olsun ve huzur içinde olsun!”

Esed’in kızı ve Hz. Ali’nin (a.s) annesi Fatıma Peygamber’e (s.a.a) bi’at eden ilk kadındır.

Ebu Talib’in annesinin ismi de “Fatıma” idi. O, Mekke’nin tanınan çehrelerinden Mahzumi’nin kızıdır. Bu hanım aynı zamanda Resulullah’ın (s.a.a) babası “Abdullah”ın da annesidir.

Hazreti Ali’nin nerde doğduğu hususu ihtilaflı bir konudur. Şiaların çoğusu, onun Ka’be’nin içinde doğduğunu söylerken Ehl-i Sünnet muhaddisleri bunu kabul etmeyip, Ka’be evinin içinde doğan Hakim b. Huzam olduğunu ileri sürüyorlar ama yine de buna inanan Ehl-i Sünnet alimleri vardır.

Meşhur rivayetlere göre Resulullah (s.a.a) kırk yaşında Peygamberliğe seçilince Hz. Ali (a.s) on yaşındaydı. Fakat birçok Ehl-i Sünnet kelamcıları o zaman o Hazretin on üç yaşında olduğunu savunuyorlar. Bu görüşü şeyhimiz Ebu-l Kasım Balhi zikretmiştir.

Ahmed b. Hanbel Belazuri ve Ali b. Hüseyn İsfahani şöyle naklederler: Bir yıl Mekke’de kıtlık idi; bu nedenle Ebu Talib geçim sıkıntısı çekiyordu. Bu durumdan haberdar olan Resulullah, amcaları Abbas ve Hamza’ya: “geçim sıkıntısını Ebu Talib’in omuzlarından kaldırmalıyız” dedi. Daha sonra da her üçü beraberce Ebu Talib’in yanına giderek o’nun çocuklarına bakabileceklerini bildirip, onlardan üçünü kendilerine teslim etmesini istediler.

Ebu Talib: “Akil’i bana bırakın, diğer kimi isterseniz götürün” dedi. Abbas, Talib’i, Hamza, Cafer’i ve Resulullah da Ali’yi kabul etti! Ve daha sonra da onlara: “Ben, Allah’ın benim için seçtiği kimseyi seçtim” dedi.

Böylece Hz. Ali (a.s) altı yaşından itibaren Resulullah’ın (s.a.a) himayesi altına girip Peygamber’in eli altında terbiye oldu.

Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) karşı gösterdiği şefkat ve iyilik, Abdulmuttelib’in vefatından sonra Hz. Ali’nin babası Ebu Talib’in Peygamber’e karşı yaptığı hizmet ve ilgilerin mükâfat ve karşılığıydı.

Hz. Ali’nin, Hz. Resulullah’ın peygamberliğini ilan ettiği zamanda on üç yaşında olması onun şu sözleriyle tam uyum içindedir. Hz. Ali şöyle buyuruyor: “Ben, İslam ûmmetinden hiç kimse Allah’a tapmadan (müslüman olmadan) yedi yıl önce O’na ibadet ediyordum. Yedi yıl boyunca) vahy meleğinin sesini duyuyor ve hakkın nurunu görüyordum. O zaman Resulullah (s.a.a) Peygamberliğini gizli tutuyordu; Allahu Teala, halkı Allah’a itaat etmemekten korkutmaya ve risaletini tebliğ etmeye daha müsade etmemişti.” Ancak Resulullah’ın halkı İslama davet etmeğe başladığı zaman Hz. Ali’nin (a.s) on üç yaşında olduğu ve Resul-i Ekrem’in onu babası Ebu Talib’den aldığı sırada altı yaşında olduğu takdirde Hz. Ali’nin halktan yedi sene önce Allah’a tapıyor olduğu doğru olabilir.

Altı yaşındaki çocuğun ibadeti ise mümeyyiz (iyiyi ve kötüyü anlayan) olduğu takdirde sahihtir; bilhassa o yaşta olan birisi Allah’ın büyük delillerini ve apaçık ayetlerini görerek bu ibadetini, Hakk’a ta’zim niyetiyle, yaparsa. Bu özellik bazı zeki çocuklarda görülmektedir.

Mü’minlerin emiri Hz. Ali (a.s) hicri 40 yılında Ramazan ayının 21. gecesi şehid edildi ve mukaddes “Necef” topraklarında toprağa verildi. O hazretin torunlarından olan Cafer b. Muhammed (Cafer-i Sadık(a.s) ve o hazretin diğer şahsiyetli evlatları Irak’a geldiklerinde Hz. Ali’nin (a.s) mukaddes tûrbesini burada ziyaret etmeleri bunun şahididir. Çünkü herkes babasının kabrini diğerlerinden daha iyi tanır. O halde bazı Ehl-i Sünnet mühaddislerinin bu konudaki ihtilafı yersizdir.

 Hz. Ali’nin Faziletleri

Hz. Ali’nin (a.s) faziletleri, yücelik ve azameti her müslümanca bilinen bir konudur. Meşhur şair Ebu Ayna’nın Abbasi halifesi Mütevekkil ve Mu’temid’in veziri Abdullah hakkında dediği gibi onun fazilet ve üstünlüklerini vasfetmek, hiç kimseye gizli olmayan açık günün aydınlığından haber vermek gibidir! Dolayısıyla Hz. Ali’ye hitap ederek ben de demeliyim ki, senin hakkında bahsetmek bana bırakılsa kesinlikle kendi aczimi itiraf ederim. İşte bu yüzden de seni övmekten sakınıyor, sana selam ediyorum ve senin şahsiyetinden haber vermeyi halkın senin hakkında olan bilgisine bırakıyorum.

Düşmanların bile faziletlerini itiraf etmeğe mecbur kalıp, üstün faziletin hakkında Peygamber’den (sa.a.) gelen hadislerin yayılmasına engel  oldular. Hatta müslüman çocuklara “Ali” ismini vermelerini bile yasakladılar. Ancak bütün bunların Hz. Ali’nin ad ve makamını yükseltmekten başka bir etkisi olmadı! Gerçekte o misk gibidir ki; onu her ne kadar örtseler yine de güzel kokusu duyulur; ve o elle örtülemeyen parlak güneş ve gündüzün aydınlığı gibidir ki bir göz onu görmekten aciz kalsa bile sayısız gözler onu idrak eder.

Bütün insani faziletlerin kendisinde toplanan ve bütün islam fırkalarının kendilerini (hak olduklarını isbat etmek için) ona mensup bildikleri ve her fırkanın kendine mal etmeğe çalıştığı bir kişidir Hz. Ali (a.s).

Ali bütün Faziletlerin merkezi ve kaynağıdır. Fazilet, üstün kemalat, yücelik ve azamette hiç kimse ona ulaşamaz. Ondan sonra ilim ve fazilette bir makama erişen herkes ilim ve faziletlerini ondan almış, onu izlemiş, onun davranış ve tavırlarını örnek alarak hareket etmişlerdir. İşte bu açıdan hepsı ona minnet borçludur. Allah-u Teala’nın varlığı, isim ve sıfatları ve diğer inançlardan bahseden ilmi ilahi (kelam ve felsefe ilmi) her ilimden daha değerlidir. Çünkü her ilmin değeri malumunun değerine bağlıdır. İlmi ilahi’nin konusu ise Hak Teala olduğundan dolayı onun konusu varlıkların en şereflisi ve en üstünüdür. Buna göre Allah’ı tanıma ilmi olan kelam ilmi bütün ilimlerden daha değerli ve daha üstündür.

Bu ilim de Hz. Ali’den alınmış, ondan nakledilmiş, onda başlamış ve onda son bulmuştur.

Adl-i ilahi’ye inanan ve istidlal ehli olan “Mutezile” fırkası ilimlerini Hz. Ali’den almışlar. Bu fırkanın ileri geleni “Vasil b. Ata” Muhammed Hanefiye’nin oğlu “Ebu Haşim-i Abdullah”ın öğrencisidir ve o da babası Hz. Ali’nin (a.s) öğrencisidir.

Eş’ari, fırkası da Ebu-l Hasan Eş’ari’ye mensuptur. Ebu-l Hasan, Ebu Ali Cubai’nin öğrencisidir o da Mü’tezile fırkasının ileri gelenlerinden biridir. Bu açıklamayı nazara aldığımızda Eş’ari fırkasının da sonunda her şeylerinde Ali b. Ebi Talib’e vardıkları açıklığa kavuşur.

On iki imam ve Zeydiye (dört imam) şiilerinin ise Hz. Ali’ye (a.s) mensup oldukları açıktır.

İslamî ilimlerin bir diğeri de fıkıh ilmi ve din ahkâmıdır ki, bunun da kaynağı Hz. Ali’dir (a.s). İslam mektebinde yetişen bütün fakihler Ali’nin (a.s) fıkıh ve ilminden yararlanmışlardır.

Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife’nin arkadaşları olan Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasan Şeybanî ve diğer hanefi mezhebinin fıkıh bilginleri ilimlerini Ebu Hanife’den almışlardır. Şafii, (Şafii mezhebinin imamı) ise Muhammed b. Hasan’dan ders almıştır ve bu açıdan o da Ebu Hanife’nin öğrencisidir.

Ahmed b. Hanbel (Hanbeli mezhebinin kurucusu) ise Şafii’nin öğrencisidir. O da iki vasıtayla Ebu Hanife’nin öğrencisidir. Ebu Hanife ise Cafer b. Muhammed’in (Şiilerin altıncı imamı) öğrencisidir. Cafer b. Muhammed ise babası Muhammed Bâkır’ın (a.s) ve iki vasıtayla dedesi Ali’nin (a.s) öğrencisidir.

Malik b. Enes (Maliki fırkasının kurucusu) “Rabiet-ur Re’y”in öğrencisi ve o da “İkrime”nin öğrencisi, ikrime de Abdulalh b. Abbas’ın öğrencisidir. İbn-i Abbas da Hz. Ali’nin (a.s) öğrencilerindendir. Şafii fıkhını Malik’in nezdinde kıraat ettiğini dikkate alarak Hz. Ali’ye (a.s) vardırılabilir.

Bunlar dört Ehli Sünnet mezhebi fakihleri idi. Ama Şia fıkhına gelince bu mezhebin Hz. Ali’nin (a.s) şahsından kaynaklanmış olduğu açıktır.

Ayrıca sahabenın fakihleri Ömer b. Hattab ve Abdullah b. Abbas idi ki onların her ikisi de fıkıh ve din ahakamını Hz. Ali’den (a.s) almışlardır. Hz. Ali’nin (a.s) öğrencilerinden olan Abdullah b. Abbas’ın durumu açıktır. Ömer ise, kendi hilafeti döneminde, içinden çıkamadığı bir çok meselelerde Ali’ye (a.s) ve diğer sahabelere  mûracaat ettiği ve defalarca açık bir şekilde: “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” dediği ve yine: “Ebu-l Hasan’ın (Ali’nin) bulunmadığı zor bir meseleyle Allah beni karşılaştırmasın” dediği, ve bilahere sahabeye “Ali mescidde olduğu zaman hiç kimsenin fetva vermeye hakkı yoktur!”dediği herkes tarafından bilinmektedir. Böylece İslam fıkhının Hz. Ali’ye vardığı açıklığa kavuşmuş oluyor. Ayrıca Ehl-i Sünnet ve Şia âlimleri Resulullah’ın (s.a.a) ashaba şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Kadılık ve hâkimlik konusunda Ali sizin hepinizden üstündür” kadılık da fıkha dayanmaktadır. Dolayısıyla Ali (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) ashabının en üstün fakihidir.

Yine bütün İslam fırkaları nakletmişlerdir ki, Resulullah (s.a.a) Ali’yi (a.s) Yemen’e gönderdiği zaman: “Rabbim; onun kalbini hak ve hakikata yönelt ve hakkı söylemesi için diline sebat ver.” diye buyurdu.

Ali (a.s) der ki: “…O günden sonra artık iki kişinin arasında hakemlik ve hükmettiğimde asla şüphe ve tereddüde dûşmedim…!”

İslami ilimlerden biri de Kur’an tefsiri ilmidir. Bu ilmi de müslümanlar Hz. Ali’den (a.s) almışlardır. Tefsir kitaplarına müracaat edecek olursanız, bu sözümüzün doğruluğu anlaşılır.

Çünkü tefsirlerin çoğu Ali’den (a.s) ve Abdullah b. Abbas’tan nakledilmiştir. İbn-i Abbas da Hz. Ali’nin (a.s) öğrencisi olup ilmini ondan almıştır. Bir gün İbn-i Abbas’a senin ilmin Hz. Ali’ye göre nasıldır?” diye sorulduğunda İbn-i Abbas şöyle dedi: “Engin okyanusun karşısında bir yağmur damlası gibidir.”

İslami ilimlerden biri de; tarikat, hakikat ve tasuvvuf ilmidir. Bütün İslam beldelerinde Tasavvuf’un ileri gelenleri kendilerini Ali’ye (a.s) mensup bilmektedirler.

Şibli Cüneyd, seriy, Ebu Yezid Bastami, Korhi diye tanınan Ebu Mahfuz ve diğerleri bu konuya tasrih etmişlerdir. Bütün tasavvuf fırkalarının, bu güne kadar şiarları kendilerini senet silsilesiyle “İmam Ali”ye ulaştırmalarıdır.

İslami ilimlerden biri de nahv ilmi ve arab edebiyatıdır. Bu ilmi Hz. Ali’nin (a.s) inşa edip temel kurallarını “Ebu-l Esved Düeli’ye” yazdırdığı herkes tarafından bilinmektedir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kelime isim, fiil ve edat olmak üzere üçe ayrılır.” ve yin kelimeyi belirli (marife) ve belirsiz (nekire) ve i’rab çeşitleri olan harekeleri de zamm, nasb, cer ve cezme ayırmıştır. Bütün bunlar bir mucizeye benzemektedir. Çünkü beşeri gücün bu kadar kapsamlı olup bu denli ince konuları istinbat etmeğe kudreti yetmez. Eğer insani değer ve sıfatlar yönünden mütalaa edecek olursanız, bu bakımdan da Hz. Ali’nin (a.s) herkesten önde olduğunu tam anlamıyla  görürsünüz. Biz bu sıfatlardan bazısına kısaca değineceğiz:

Bu sıfatlardan birisi şecaet ve yiğîtliktir, Hz. Ali’nin yiğitliği halka kendinden önceki kahramanları unutturup, kendinden sonra gelecek kahramanlara bir meydan bırakmadı. Onun harpdeki yiğitlikleri herkesce bilinmektedir. Kıyamete kadar da dillere destan olacaktır.

Ali (a.s) hiç bir zaman savaş meydanına sırtını dönüp kaçmamıştır, asla düşman ordusundan korkmamıştır. Savaş meydanında karşısına çıkan herkese galip gelmiştir. Hiç bir zaman düşmana ikinci bir darbeyi indirmeye ihtiyaç duymamıştır.

Bir hadiste: “Ali’nin darbeleri tek idi” buyurulur.

 

Sıffin savaşında Ali (a.s) ikisinden birisinin ölmesiyle halk savaştan kurtulsun diye Muaviye’yi muharebeye davet ettiğinde, Amr b. As, Muaviye’yi: “Ali çok insaflı konuşuyor” dedi. Bunun üzerine Muaviye: “Bana müşavirlik etmeğe başladığın zamandan şimdiye kadar bu gün hariç beni kandırmaya gitmemiştin. Sen Ali’nin savaşcı bir yiğit olduğunu bildiğin halde, benim onunla savaşmamı mı istiyorsun?! Sen, beni ölüme gönderip benden sonra Şam’a hükümet etmek hevesine kapıldığını zannediyorum” dedi.

Arab’ın yiğitleri kendileriyle savaşan kimsenin Ali (a.s) olmasından ve kendilerinden öldürülenleri Ali’nin (a.s) öldürmesinden iftihar ediyorlardı.

Ali (a.s), Hendek savaşında Arab’ın meşhur pehlivanı Amr b. Abdevud’u öldürünce Amr’ın kızkardeşi kardeşinin cenazesine şöyle ağıt okudu:

“Amr’ın katili ondan (Ali’den) başka biri olsaydı.

Hayatta oldukca onun ölümüne gözyaşı dökerdim.

Ancak onun katili eşsiz bir pehlivandır ki,

Babasını şehrin gözü ve nuru biliyorlardı”.

Bir gün Muaviye, uykudan uyanınca çeşitli savaşlara girmiş yiğit bir şahıs olan “Abdullah b. Zübeyr”in yatağının yanıbaşında oturmuş olduğunu gördü. Abdullah ona şakayla şöyle dedi: “Eğer isteseydim seni bu halde öldürebilirdim.”

Muaviye ise ona şöyle karşılık verdi: “Ey Abdullah! Cesaretlenmişsin galiba!”

Abdullah: “Benim cesaret ve yiğitliğimi inkâr mı ediyorsun? Benim Ali b. Ebi Talib’in karşı safında yer aldığımı bilmiyor musun?

Muaviye: “Doğru ama eğer Ali isteseydi, (Cemel savaşında) seni ve baban “Zübeyr”i sol eliyle öldürürdü; sağ elini kıpırdatmadan!!”

Kısacası, Ali (a.s) öyle büyük bir yiğittir ki dünyadaki bütün pehlivanlar ona boyun eğer; dünyanın doğu ve batısında bulunan bütün yiğitler övülmek istendiğinde ona benzetilir.

Meşhur Ehl-i Sünnet bilgini İbn-i Kuteybe “el Mearif” adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Her kim Ali’nin karşısına çıkmışsa Ali onu yenmiştir.”

Hayber kalesinin büyük ve ağır kapısını o tek başına yerinden söküp attı. Sonra da bir grup toplanıp onu kendi yerine bırakmak istediler ama güçleri yetmedi. Yine o büyük “Hubel” putunu Ka’be’nin üstünden alıp yere attı. Yine kendi hilafeti zamanında bütün ordusunun sökemediği kayayı, tek başına yerinden söküp attı ve onun altından su çıkardı.

Hz. Ali (a.s) bağış ve cömertlikte de örnek bir şahıstır. O oruçlu olduğu günlerde bile, kendi iftarı için hazırladığı yemeği, Allah yolunda miskinlere, esirlere ve yetimlere bağışlıyordu. İşte “Kendileri, ona ihtiyaçları olmasına rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan/8) ayeti onun hakkında inmiştir.

Yine İslam müfessirlerinin naklettiğine göre, bir defasında Hz. Ali’nin (a.s) elinde olan bütün parası dört dirhemdi. Bu paranın, bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli olarak ve bir dirhemini de açık olarak Allah yolunda fakir ve yoksullara verdi ve bunun üzerine onun hakkında şu ayet nazil oldu: “Onlar ki, mallarını gece gündüz; gizli ve açık infak ederler…” (Bakara / 274)

Meşhur Ehl-i Sünnet bilgini Şi’bi şöyle der: Ali halkın en cömerdi idi. O Allah’ın sevdiği cömertlik sıfatına sahipti; kendisinden bir  şey isteyen kimseyi hiç bir zaman boş çevirmedi ve ona “yok” demedi.

Alinin (a.s) büyük düşmanı olan ve her fırsatta onu  kötülemeye çalışan Muaviye b. Ebi Sûfyan, Mihfen b. Ebi Mihfen-i Zibbi’nin Hz. Ali (a.s) hakkında en cimri insanın yanından geliyorum” demesi üzere ona şöyle cevap veriyor: “Yazıklar olsun sana, nasıl Ali’yi halkın en cimrisi bilebilirsin? Ali öyle bir kimsedir ki, bir ev dolusu altın ve yine bir ev dolu samanı olsa, altını samandan önce infak eder, (Allah yolunda verir) bitirir!”

Ali (a.s) beyt-ül malı sonuna varıncaya kadar müslümanlara dağıtır ve yerini süpürerek orda namaz kılardı. O; “Ey sarı (altın)! Ey beyaz (gümüş)! Uzaklaş  benden git başkasını aldat!” derdi. O, Şam dışında bütün İslam dünyası elinde olduğu halde, kendinden sonra miras olarak geriye bir şey bırakmadı.

Hz. Ali (a.s), halkın en hilimlisi ve affı en çok olanıydı. Cemel savaşındaki vakıalar bu sözümüzü tamamen doğrulamaktadır. Bu savaşı körükleyenlerden olup, Ali’ye (a.s) düşmanlık ve kin besleyen Mervan b. Hakem, Cemel savaşında esir düştüğünde, Merva’nın bütün kötülüklerine rağmen affetti!.

Yine Ali (a.s) kendisine açıkca düşmanlık eden Abdullah b. Zübeyr’i esir alınca affetti ve “git, bir daha gözüme görünme” dedi!

Diğer bir düşmanı Said b. As’ı Cemel savaşından sonra Mekke’de Hz. Ali’nin (a.s) yanına getirdiler. Ancak Ali (a.s) hiç bir şey söylemeden onu da affetti.

Yine kendisiyle savaşan Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zevcesi Aişe’ye galip gelip esir alınca onu ağırladı. Sonra emretti yirmi kadın, kılıç kuşanarak Aişe’yi Medine’ye götürdüler.

Cemel savaşında Basra halkı Ali (a.s) ve evlatlarına karşı kılıç çektiler ve ona kötü sözler söyleyerek hakarrette bulundular. Ancak Hz. Ali (a.s) onlara galip gelince onları öldürmedi. Ve ordunun içinde ilan ettirdi ki: “Hiç kimsenin kaçanları takip etmeye, yaralılara bir zarar vermeye ve esirleri öldürmeye hakkı yoktur. Her kim silahını bırakırsa emandadır ve İmam’ın ordusuna gelip katılırsa canı güvenlik içindedir.”

Basra’nın fethinden sonra askerlerin, karşı tarafın mallarını ganimet almalarına izin vermedi (çünkü muhalifler zahirde de olsa müslüman idiler)’Onların evlatlarını esir etmelerine engel oldu.

O isteseydi bütün bu işleri yapmaya gücü yeterdi. Ancak böyle yapmadı ve herkesi affetti. O bu hususta Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’yi fethedince gösterdiği davranışına uydu, Mekke fethedilince müşrikler hala Resul-i Ekrem’e (s.a.a) içlerinden kin besledikleri halde ve onların kötülüklerini henüz unutmamışken Peygamber (s.a.a) onların hepsini bağışlamıştı.

“Sıffın savaşı”nda Muaviye’nin ordusu Fırat Nehiri’ni işgal ederek Hz. Ali’nin (a.s) ve ordusunun sudan istifade etmelerine engel oldular. Ali (a.s), ordusunun sudan istifade etmesine engel olunmamasını ne kadar istediyse de, dinlemediler ve dediler ki: “Osman gibi susuzluktan ölünceye kadar bir damla su almana izin vermeyeceğiz.”

Hz. Ali ordusunu ölüm tehlikesiyle karşıkarşıya  görünce, Muaviye’nin ordusuna hamle etti. Yiğitçe ve hızlı bir saldırıyla onları o bölgeden uzaklaştırdılar ve kanlı bir savaştan sonra Fırat Nehri’ni ele geçirdiler.

Muaviye’nin ordusu ağır bir kayıp verdikten sonra susuz çöllerde şaşkın şaşkın ve perişan bir halde durakadılar. Hz. Ali’nin ashabı ona: Ya Emir-el Mü’minin! Onlar bizim Fırat Nehri’nden istifade etmemize engel oldukları gibi, siz de suyun onlara ulaşmasına engel olun ve onlar ölünceye kadar bir damla su içmelerine müsaade etmeyin; onlarla savaşmaya ihtiyaç olmadan susuzlukla yenilgiye uğratın” dediler.

Ancak: Hazret, “Hayır” dedi. “Vallahi; ben onlar gibi davranmayacağım! Onların suya ulaşıp su içmeleri için bir köşeyi açık bırakın. Elinizde kılıç varken bu işe gerek yoktur!”

Hz. Ali’nin, Allah yolunda cihad eden mücahidlerin öncüsü olduğunu herkes bilir. Uhud, Handek vs. savaşları hariç Resulullah’ın (s.a.a) müşriklerle yaptığı en önemli ve en amansız savaş olan “Bedir savaşı”ında müşriklerden öldürülen yetmiş kişinin yarısını Hz. Ali (a.s) kılıçtan geçirdi ve diğer yarısını da diğer müslümanlarla melekler öldürdüler. “Vakidi”nin “Meğazi” ve “Belazuri”nin “Tarih-ül Eşrak” adlı kitabı vb. kitaplar bu sözümüzün sıhhatını isbatlamaya yeter.

Bu konunun isbatı için bir araştırmaya gerek yoktur. Mekke şehri ve Mısır memleketinin varlığı herkesce bilindiği gibi bu konuda herkesce malumdur.

Fesahat konusuna gelince Hz. Ali (a.s), fesahat ve belağatın öncüsüdür. Bu konu da şöyle söylemişlerdir: “Hz. Ali’nin (a.s) sözleri Allah’ın buyruklarından aşağı ve Peygamberler hariç diğer insanların sözlerinden üstedir! Hitabet ve yazıcılık mesleğini halk ondan öğrenmiştir. Abdulhamid b. Yahya şöyle demiştir: “Hz. Ali’nin (a.s) yetmiş hutbesini ezberledim, her gün geçtikçe onlardan daha fazla yararlanıyordum.”

“İbn-i Nebateh” şöyle diyor: “Ezberlediğim Hz. Ali’ye ait hutbeler harcamakla bitmeyen bir hazine misalidir. Ve ben Ali’nin (a.s) nasihatlarından yüz fasılı ezberlemiş bulunuyorum.”

“Mahfen b. Ebu Mahfen” Muaviye’ye: “Ben, konuşması en zayıf olan bir kimsenin yanından geliyorum” deyince Muaviye ona: “Vay haline! Ali hakkında fesahet ve belağat açısından nasıl, “halkın en güçsüzüdür” söyleyebilirsin? vallahi fesahat ve belağatı Kureyş arasında yayan odur.” dedi.

Şerhini yazmakta olduğumuz bu kitap (Nehc-ul Belağa) fesahat ve belağatta hiç kimsenin Hz. Ali’yle boy ölçüşemeyeceğine en iyi delildir.

Hz. Ali’nin toplanan hutbelerinin onda biri ve hatta beşte biri bile fesahetleriyle meşhur olan ashaptan hiç birinden nakledilmemiştir.

Bu konuda Ebu Osman Cahiz’in, El Beyan ve Tebyin ve diğer kitaplarında, Hz. Ali’nin fesahet ve belağatı ile ilgili sözleri okuyucularımız için yeterlidir.

Ali’nin (a.s) güzel ahlaklı, güler yüzlü ve alçak gönüllü oluşu ise dillere destandır. Hatta bu özelliği düşmanları ona kusur olarak saymışlardır. İşte bunun içindir ki Amr As Şam ehline “Ali şakacı ve fazla mizah eden bir adamdır.” diyerek güya ona bir kusur bulmağa çalışmıştır. Bunun üzerine Ali (a.s) ise onun cevabında şöyle buyurmuştur: “Nabiğa’nın (Amrin annesinin adıdır) oğlunun benim hakkımda, Şam halkına, benim şakacı biri olduğumu, şaka ve oyunla uğraştığımı söylemesine şaşırıyorum. Amr As, bu sözü Ömer b. Hattab’dan almıştır. Çünkü o kendisinden sonra hilafete geçmesi için birisini tanıtmak istediği zaman önceden benim hakkımda. “And olsun Allaha aşırı şaka yapman olmasaydı…!” demişti fakat Ömer b. Hattab yalnızca bununla yetindi,  ancak Amr As ona başka şeyler de ekledi.”

Şiilerinden olan Sa’saa b. Sovhan, ve diğerleri onun hakkında şunları söylemişlerdir: “Ali (a.s) bizim aramızda bizden biri gibi, pek güzel ahlaklı, alçak gönüllü, halis ve sade bir şahıstı. Ama bununla birlikte karşısında biz, elleri bağlı ve başının üstünde yalın kılınç gören bir esir ve kul gibiydik!!

Bir gün Muaviye Kays b. Sad b. Ubade’ye -Hz. Ali’nin (a.s) yakınlarından ve ordu kumandanlarından biri şöyle dedi: “Allah Ebu-l Hasana -İmam Ali’ye (a.s)- rahmet etsin. O şakacı ve mizah yapan bir kişiydi.”

Kays: “Evet! Resul-i Ekrem de (s.a.a) kendi ashabıyla şaka yapardı ve çoğu zaman güler yüzlüydü! Ey Muaviye! Görüyorum ki Ali’nin (a.s) yüce makamını düşürmek ve onda kusur aramak istiyorsun! Ancak Allah’a andolsun, Ali (a.s) herzamanki olan şakacı haliyle açlığın galip gediği hışımlı bir arslan gibi heybetli ve ihtişamlıdır. Onun heybeti, takvasından ve sakınmasından kaynaklanıyor. Onun heybeti Şam’ın haylaz ve serserilerinin sende buldukları haybet gibi değildir!!

Bu beğenilir huy, şimdiye kadar o’nun dost ve müritlerine miras olarak ulaşmış ve onlar bundan yararlanmaktalar. Nitekim taş yüreklilik, katı kalplilik ve sertlik de karşı tarafa ulaşmıştır. Halkın ahlakından ve adetlerinden biraz haberi olan kimse bunu fark etmektedir.

Hz. Ali’nin (a.s) takvası ve dünya zevklerinden sakınması hakkında şunu söyleyebiliriz ki: O dünyadaki bütün zahitlerin öncüsü ve bütün salih insanlarının efendisidir. Dünyadaki bütün zahitler ve Allah dostları ona bakıp ondan ders almaktadır. O hiç bir zaman sofra başından karnı tok olarak kalkmadı. Elbisesi bazen deri parçalarından, bazen hurma liflerindendi ve ayakkabısı liftendi, kaba ketenden de elbise giyerdi.

Ekmekle birlikte bir şey yemek isteseydi sirke veya tuzu seçerdi. Eğer bundan daha fazla bir şey yemek isteseydi, yerden biten bitkilere sıra gelirdi. Ve daha ileri gitseydi, azıcık deve sütü ile yetinirdi!

Et az yer ve “karınlarınızı hayvanların kabri yapmayın.” derdi. Bununla birlikte o herkesten daha kuvvetliydi. Açlık onun bileğinin gücünü azaltmıyor ve yemeğin azlığı onda etki bırakmıyordu.

O dünyaya talak vermişti. Şam dışındaki bütün İslami beldelerden ona çok miktarda mal gelirdi ama o bunların hepsini yoksullar arasında dağıtırdı.

Hz. Ali (a.s) ibadet açısından da herkesten daha abiddi, herkesten daha çok namaz kılar ve oruç tutardı. Gece (teheccüdünü) namazını, zikri ve sünnetleri yerine getirmeyi halk ondan öğrenmiştir.

Hz. Ali (a.s) Sıffın Savaşı’nın korkulu gecelerinden biri olan “Leylet-ul Hirrir” gecesinde, iki ordunun safları arasına seccadesini açarak, okların sağından ve solundan geçtiği bir ortamda içinde zerre kadar korkuya yer vermeden namaza durdu; namaz ve zikri bitinceye kadarda yerini değiştirmedi.

Uzun secdeler sonucu alnını nasır kaplamıştı. Eğer o’nun dua ve münacatlarını; incelersen onun Allah Teala’yı eşsiz yücelik ve azametiyle andığını, Allah Teala’nın izzet ve yüceliği karşısında huzu ve huşuyla teslim olduğunu gösteren sözlerini görünce onun ibadetlerinde ne derece muhlis bir kimse olduğunu ve o sözlerin nasıl bir gönülden coşup hangi dile aktığını anlarsın.

Bir gün çok ibadetiyle tanınan Zeyn-el Abidin’e (a.s) (dördüncü imam): “Sizin ibadetiniz dedeniz Hz. Ali’nin (a.s) ibadetine göre ne mesabededir?” diye sorulunca, şöyle buyurdu: “Dedem Hz. Ali’nin (a.s) ibadeti karşısında benim ibadetim, Resulullah’ın (s.a.a) ibadeti karşısında dedemin ibadeti gibidir!

Hz. Ali’nin (a.s) Kur’ân’ı okumaya ve onunla meşgul olmaya verdiği önem hakkında şunu söyleyebiliriz ki; bütün İslam mezhebleri, Resulullah’ın (s.a.a) hayatı döneminde sadece Hz. Ali’nin (a.s) Kur’an’ı ezberlediği ve o zaman ondan başka hiç kimsenin Kur’ân’ı ezberden bilmediği ve Kur’an’ı ilk olarak onun bir araya topladığı konusunda ittifak etmişlerdir.

Bütün İslam âlimleri onun Ebu Bekr’e bi’at etmeği geciktirdiğini naklederler. Ehl-i Sünnet muhaddisleri, Şiiler’in aksine Hz. Ali’nin (a.s) Ebu Bekr’e bi’at etmeyi geçiktirmesinin sebebini, Ebu Bekir ile muhalefet etmek olmadığını, bilakis o’nun Kur’ân-ı Kerim’i toplamakla meşgul olduğu için biatı geciktirdiğini ileri sürerler ve bu ise o’nun Kur’ân-ı Kerim’i bir araya toplayan ilk kişi olduğunu göstermektedir.

Eğer Kur’ân-ı Kerim, Resulullah’ın (s.a.a) hayatında bir araya toplanmış olsaydı, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından hemen sonra Kur’ân-ı Kerim’i bir araya toplamakla vaktini geçirmesine gerek kalmazdı.

Esasen, tecvid kitablarına ve Kur’an’ı çeşitli kıraatlara göre tilavet etmekle ilgili kitaplara müracaat edildiğinde, Ebu Amr, Asim vs. gibi “kıraat ilmi” üstatlarının hepsinin ilk üstadlarının Hz. Ali’nin olduğu görülür. Çünkü onların hepsi Abdurrahman’dan bu ilmi almışlar. Abdurrahman ise Hz. Ali’nin öğrencisi olup, Kur’an ilmini ondan öğrenmiştir.

Bu ilim de diğer ilimler gibi Hz. Ali’ye (a.s) ulaşmaktadır.

Hz. Ali’nin (a.s) görüşü herkesten daha sağlam ve herkesten daha doğruydu. Ömer b. Hattab İslam ordusuyla birlikte şahsen Rum ve İran’a karşı savaşa gitmek istediği zaman, kendisiyle müşavere edip görüşüne göre amel ettiği kimse Ali idi. Yine Osman’ı (üçüncü halife) kendi selahına olan şeylere doğru rehberlik eden o idi ve eğer Osman onu dinleseydi o duruma düşmezdi.

Hz. Ali’yi (a.s) çekemeyen düşmanlarının, “Ali isabetli görüşe ve yöneticilik gücüne sahip değildir” diye Hz. Ali’yi (a.s) kötülemeye kalkışmaları; o’nun İslami talimlere riayet etmeye bağlı oluşu ve onlara muhalefet ederek, dinin haram ettiği şeyleri yapmayışından kaynaklanmıştır. Hz. Ali bu hususta: “Din ve takva olmasaydı ben Arab’ın en zekisi ve en uyanığı diye tanınırdım.” diye buyurmaktadır.

Ama diğer halife ve yöneticiler kendi görüş ve re’ylerine göre davranırlardı; ister İslam şeriatına uysun ister uymasın. Şüphesiz, kendi re’y ve içtihadına göre hareket eden ve buna engel olan kanun ve bağları görmezlikten gelen kimsenin dünyevi işleri zahirde daha çok yoluna girer. Ama bunun aksine hareket edenin dünyevi işleri düğümlenebilir ve birçok problemlerle karşılaması mümkündür.

Hz. Ali (a.s) yönetim ve siyasetinde her halükarda Allah’ın hoşnutluğuna bağlıydı. Basra valisi olan amcası oğlu Abdullah b. Abbas’ın hareketlerini gözden uzak tutmadı ve kardeşi Akil’in beytul mal’dan fazla istemesine olumlu cevap vermedi. Onu ilahlaştıran bir grup insanı ateşe attı. Kendi hâkimlerinden olan ve beyt-ül mala hıyanet edip, Müslümanların mallarını zayi eden ve Hz. Ali’nin cezalandırmasından korkarak Muaviye’nin tarafına geçen “Meskale b. Hubeye” ve “Cerir b. Abdullah-i Becelî”nin evlerini yıktı, yerle bir etti.

Bir grubun ellerini, hırsızlık yaptıkları için kesti ve diğer bir grubu suçlarından dolayı dara çekti.

Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti döneminde vuku bulan Cemel, Sıffin ve Nehrivan savaşlarında uyguladığı siyaseti ve doğru yönetimini herkes takdir etmektedir. Ve bütün bunlar onun siyasetinin sadece bir parçasını göstermektedir.

Böylece o siyaset ve yöneticilikte de diğer insanların öncüsüdür ve diğer insanlar ona uymalıdırlar; o bir öğretmendir, diğerleri ise ondan öğrenmelidir.

Avrupa ve Rum imparatorları kendi kilise ve ibadet merkezlerinde onun portesini elinde yalın kılıç savaşa hazır bir halde çiziyorlardı. Yine Türk ve Deylem sultanları, onun resmini kılıçlarının üzerine işliyorlardı.

Onun resmi, Abduddevle’nin, babası Rüknüddevle’nin, ve oğlu Melikşah’ın kılıçlarında işlenmişti. Onlar, Hz. Ali’nin (a.s) resmini kılıçlarının üzerine işlemenin fetih ve zafer getirceğine inanıyorlardı.

Bilahare, herkesin şöhret ve itibarını borçlu olduğu, ona mensup, onun izleyicisi veya onunla dost olmakla iftihar ettiği bir kimse hakkında ne yazabilirim?

Hatta “başkası için çirkin bildiğin şeyi kendin için iyi bilme” tabiri ile tanımlanan yiğitliğin ileri gelenleri de kendilerini yiğitler yiğidi olan Ali’ye (a.s) bağlı bilmekteler. Hz. Ali’ye “gençlerin efendisi” demişler ve Uhud savaşında gökyüzünden duyulan “Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç yoktur” meşhur sözünü de buna delil olarak zikretmişlerdir.

Babası, Mekke ve çevresinin ileri geleni, Kureyş kabilesinin reisi idi. Derler: Fakir birinin, bir kabile ve grubun reisi olması eşine az rastlanan bir şeydir. Oysa Ebu Talib serveti olmayan fakir bir kişiydi ve bu haliyle kendi kabilesinin reisiydi. Kureyş onu kendilerinin büyüğü biliyor ve o’na “Şeyh” (büyük ve yüce kimse) diyorlardı.

“Afif Kindi”den nakledilen bir hadiste: “İslam’a davetin başladığı ilk yıllarda, Resulullah’ı (s.a.a) yanında bir çocuk (Hz. Ali) ve bir kadınla birlikte namaz kılarken gördüm. Resulullah’ın (s.a.a) amcası Abbas’â: “Bunlar (kimdir) ve ne yapıyorlar?” diye sordum. Abbas şöyle cevap verdi: “Bu benim kardeşimin oğludur ve kendisinin Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini iddia etmektedir. Ancak diğer kardişimin çocuğu olan bu erkek çocuğundan ve hanımı olan bu kadından başka bir kimse ona uymamıştır.

Afif diyor ben Abbas’tan bu konuda sizin görüşünüz ne? diye sordum. Abbas: Biz Şeyh’in (Ebu Talib’in ) tepkisini bekliyoruz! dedi.

Resulullahın (s.a.a) küçükken sorumluluğunu üzerine alan, peygamberliğe gönderildiği dönemde onu savunan, himaye eden, müşriklerin şerrini ondan uzaklaştıran, bu yüzden büyük rahatsızlıklara ve tahammül edilemez müsibetlere maruz kalan ve Peygamber’e her türlü yardımı esirgemeyen Ebu Talib idi. Rivayet edildiği kadarıyla, Ebu Talib vefat edince Resulullah’a şöyle emir geldi: “Artık çık oradan (Mekke’den) çünkü senin yardımcın vefat etmiştir.”

Babası böyle bir şahsiyete sahip olan Hz. Ali aynı zamanda geçmiştekilerin ve gelecektekilerin efendisi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) amcası oğludur. Hakkında Resulullah (s.a.a): “Ca’fer, yüz hatları  ve ahlak açısından bana herkesten çok benzemektedir” buyurduğu Cafer-i Tayyar Hz. Ali’nin kardeşidir.

Dünya kadınlarının en hayırlısı olan Hz. Fatime-i Zehra (s.a) onun eşidir. Cennet gençlerinin efendileri olan Hasan ve Hüseyn (a.s) onun oğullarıdır.

Bilahere babaları, Resulullah’ın (s.a.a) babaları ve anneleri Resulullah’ın anneleridir. O ikisinin et ve kanları Allah Teala’nın Adem’i yarattığı günden itibaren, Abdulmuttalib’in oğulları olan Abdullah ve Ebu Talib’e varıncaya kadar bir idi.

Resulullah (s.a.a), “halkı Allah’ın azabıyla korkutan” o ise “halkın hidayetcisi idi.”

Yeryüzünde yaşayan insanların, taşlardan yapılmış putlara taptığı bir ortamda Resulullah’dan (s.a.a) gayri hiç bir kimse tevhid inancında ondan öne geçmemiş olduğu bir şahsiyet hakkınde ne söyleyebilir ve ne yazabilirim?!…

EDİTÖR: Hasan Bedel