Adnan Ulutaş: Nasıl Şii oldum?

Av. Adnan Ulutaş hocamızla, İlahiyat Fakültesinde başlayan ve Şia mektebiyle biten, zorlu ve ibret dolu yolculuğunu konuştuk. Zevkle okuyacağınıza, özellikle Ehli Sünnet ve İlahiyat Fakülteleri ile ilgili birçok soruya cevap bulacağınıza eminiz.

Shafaqna: Değerli hocam bildiğiniz gibi, önceden Ehli Sünnet inancında olup da sonradan Ehlibeyt mektebine meyleden, gönül veren insanların düşünceleri, nasıl Ehlibeyt inancını benimsedikleri hep merak edilen konulardandır. İki tarafı en iyi şekilde tahlil etme gücüne sahip olduğunuz için, yeni yetişen gençler için sizlerin tecrübesi çok önemli. Hem bir Sünni ailede yetişmiş, hem araştırarak Ehlibeyt mektebini bir şekilde bulmuşsunuz.

Dolayısıyla iki toplumu ve iki mektebi en iyi şekilde tahlil eden sizlersiniz. Bu konudaki düşüncelerinizi, tecrübelerinizi öğrenmek isteriz. Bu mesele vahdet için de, bizim için çok önemlidir. İlk önce kendinizi tanıtırsanız memnun oluruz.

Adnan Ulutaş: Ben Adnan Ulutaş, 1965 Şanlıurfa doğumluyum. 1972 yılından beri ailem ile birlikte İstanbul’a yerleştik. İstanbul Fatih’te ilkokulu bitirdim. İstanbul İmam Hatip’de başladım. 1986 yılında Gazi İmam Hatip’de liseyi bitirdim. Aynı yıl İstanbul Hukuk Fakültesine girdim. 1990 yılında orayı bitirdim. Sonra yüksek lisans derslerini verdim; ama 1990’dan sonra bilfiil avukatlık stajına başladım ve 1991’de  ofis açtım. O tarihten beridir kendime ait ofiste avukat olarak bağımsız çalışıyorum.

2005 yılında yüksek lisans derslerini vermiştim; fakat avukatlık sebebiyle tezi sunmamıştım, kaydım silinmişti. 2005 yılında “Hüseyin Hatimi” hocamız vasıtasıyla yeniden tez aşamasına kaydımı yeniledim. Orada “Osmanlı İmparatorluğunun Saltanat ve Hilafet Konumunun Hukuki Mahiyeti” ismindeki tez konumu sundum. Hüseyin Hatemi hocam jüri başkanıydı. Orada ondan başka jüri üyeleri olarak 5 tane  daha profösör vardı. İstanbul Hukuk Fakültesi, yüksek lisans derslerini doktora gibi ciddiye alır.

Şimdi ben dışarıdan birisi olarak, bir avukat olarak, tezi hazırladım. Orada hilafet kurumunu incelemek durumunda kaldım; fakat ben Ehlisünnet ve’l-Cemaattendim, Hanifi mezhebindeydim, kendi inanç yapıma çok güveniyordum ve tezimi Ehlisünnet’in litaretörüne göre hazırlamıştım.

Shafaqna: Yani o dönemde Ehlibeyt mektebini henüz tanımamıştınız.

Adnan Ulutaş: Tanımamıştım. Hatta ben İran’ın Irak’ın Şii olduğunun bile fazla farkında değildim. Yani baktığımda Irak’ı Sünni bir devlet görüyordum, İran’ı da fazla Şiilik yönünde görmüyordum. Yani enteresan bir şey; İmam Hatip mezunuyum, o kadar dini tedrisat gördüm, fakat İslam’ın,siyasi yönüyle fazla ilgilenmemiştik. Biz o dönemlerde gençler arasında tasavuf erbabıyla haşır neşirdik. Tarikatlar vardı, zikir meclislerine gidiyorduk.

Shafaqna: Şuradan  şöyle bir soru çıkarabilir miyiz? Yani şu anda da örneğin bu tarikaların içerisinde henüz İran’ı çok iyi tanımayan insanlar var.

Adnan Ulutaş: Tabi tabi kimse bilmiyor. Yani çok büyük bir cehalet var. Ben mesela Hüseyin Hatemi hocayı da Caferi inancına tabi birisi olarak bilmiyordum. Televizyonda Yaşar Nuri hoca gibi insanlarla aynı programda çıktığı için sanki o da modernist mealci bir konuktan zan ediyordum. O yüzden ona karşı bir önyargım vardı. Jüri başkanıyken öyle düşünmüştüm onu. Ben orada Ehlisünnet’e göre hilafet, Şia’ya göre hilafet, Haricilere göre hilafet başlıklı anlatıyorum.

Hüseyin Hatimi hoca o çok naif sesiyle dedi ki “Evladım! sen Şia hakkında hiçbir şey bilmiyorsun” Böyle deyince, ben o kadar şeyin içerisinden anlatırken birden anladığım şeylerin hepsi bozuldu. Dedim ki nasıl olur bu! Ben akademik olarak bir tez hazırlamışım, kendi seçimim yok burada her bir pragrafı aldığım bir kaynak var. Bakın dedim, bu pragrafı Ebu Zehra’dan almışım, Mezhepler Tarihi’nden, bunu İmam Gazali’den almışım, bunu Hamidullah’tan almışım vs.

Dedi ki avukat bey! Siz Şia’yı kendi hasmıyla anlatıyorsunuz, kendi litaratüründen anlatmıyorsunuz ki! Bu bilimsel değildir. Öyle deyince ben itiraz edemedim, haklısınız dedim. O zaman dedi ki bu arkadaşa altı ay süre verelim; altı ay boyunca bir de bu şekilde tezini düzeltsin öyle gelsin. Bana altı ay süre verdiler. Ben bu altı ay boyunca Alevilik ve Şia’yı incelemek zorunda kaldım.

Shafaqna: O dönemde Şii ve Caferi dendiğinde aklınıza ilk gelen “namaz kılmayan topluluk” algısı mı vardı? Çünkü Ehlisünnet, şuanda Ehlibeyt tabilerini net olarak tanımıyor. Sizde böyle birşey ön yargı var mıydı?

Adnan Ulutaş: Tabi vardı. Ben 2006 yılında annemle birlikte hacca gittim. Orada annem İranlıları bana gösterdi. Annem bana, bak bunlar ne güzel ibadet ediyor, dedi. Aman anne bunlar Rafizidir, dedim. İmam Hatip’te bizi o kadar önyargılı yetiştirmişlerdi ki Şii bile demiyorduk, Rafizi diyorduk.!

Shafaqna: Bu, İmam Hatip’te önyargı olduğu sonucunu da gösteriyor değil mi?

Adnan Ulutaş: Tabi ki, mesela İmam Hatip’te akaid ve kelam diye bir ders var; orada İslam’ın sapık kolları diye on iki imamı anlatıyorlardı. Hatta hoşuma gitmedi diye derste kalkıp hocam, bu imamlar Peygamberimizin torunu değil mi? Hazreti Peygamber efendimizin torunları nasıl sapık yolun imamları olabilir? Hocam dedi ki, ben bunu kendi hocalarıma sorayım önümüzdeki hafta sana cevap vereyim.

Shafaqna: Yani insan fıtratında Ehlibeyt’e olan o sevgi var değil mi?

Adnan Ulutaş: Bu, bana rahatsızlık vermişti. Yani madem bu Ehlibeyt imamları Peygamberimizin torunları, bunlar nasıl sapık yolun imamları olabilir! Halbuki bunların bizim dört hak mezhebin imamları olması gerekmez miydi, diye sormuştum. Gitti geldi dedi ki: Hıristiyanlık nasıl ki Hazreti İsa’ya uluhiyet veriyor ise; Hazreti İsa’nın onlarla bir ilgisi olmadığı halde onlar ona iftira ediyorlar, işte Şia da bu şekilde iftira ediyorlar. O zaman bizler hocalarımıza güvendiğimiz için bizlerde böyle bir önyargı oluşturmuşlardı.

Shafaqna: Hocam sizin ilahiyat okumuş olmanız çok önemli. İlahiyat fakültelerinde verilen müfredatla ilgili  bugün tenkit etmek istediğiniz nokta var mı? Ne dersiniz, örneğin mutedil bir Ehlisünnet mi yetiştiriyor, yoksa içinde biraz ifrat ve aşırıcılık da barındırıyor mu?

Adnan Ulutaş: Şimdi sıkıntı orada zaten; baştan itibaren bir Ehlisünnet pratiği gibi okutuyorlar. İlahiyat eğitimi de aldım, ilahiyat müfredatını okudum; orada önemli kelam kitapları okutuluyor. Orada Ehlisünnet dışındakileri bidat yolu diye niteliyor. Dolayısıyla biz öyle öğrendik. Mutezile’ye karşı bile bir korku var. Mesela bizde 32 ve 54 farz var, onlar ezberletilirdi. Şundan dolayı ki Hanefilik mezhebinde tahkiki iman esastır; bu yüzden bize denirdi ki 32 farz bir de 54 farzı ezberleyin en azından imanı böyle bilgin öğrenmiş olursunuz. Yoksa Ehlisünnet’te iman da taklittir. Hoca Allah’a böyle inandığı için bizimkiler de Allah’a öyle inanıryor. Yani aynı füruu taklit eder gibi İmani esaslarda da taklit ediliyor.

Dolayısıyla önümüzde bir şablon konuyor ve deniliyor ki birinci sırada Ebubekir, ikinci sırada Ömer, üçüncü sırada Osman ve dördüncü sırada Ali. Bu sırayı değiştirirseniz Ehlisünnet’ten çıkarsınız; yani hiçbir İmam Hatip’te okuyan, ilahiyatta okuyan birisi bu sıralamayı değiştirmek istemez, korkar. Aman Ehlisünnet’ten çıkarım yada Muaviye’ye “Hazreti Muaviye” demezseniz bidat yoluna saparsanız, bize baştan böyle öğretildi.

Dolayısıyla kafasını kesseniz, bizim sıradan bir Ehlisünnet Muaviye’nin başındaki hazretten vaz geçmez. Ben tezi hazırlanmışım, tez danışman hocam ataist birisi; dedi ki jüri başkanı Hatemi hoca, sen tezde Muaviye’ye hazret demişsin, bunları kaldır. Hayır hocam dedim, hayatta kaldırmam, niye kaldırayım. Ama dedi, Hüseyin Hatemi hoca kesinlikle jüriyi etkiler, o yüzden kaldıralım. Sadece Peygamber efendimize hazret demeyi kabul ettik ve diğer sahabe ve Ehlibeyt’in başına hazret koymadık. Dediler ki bu akademik bir çalışmadır, hazretlere gerek yok.

Ben Muaviye’nin başındaki hazreti kaldırmaya razı değildim. Maalesef İlahiyat ve İmam Hatip’de böyle önyargılı bir eğitim yapılıyor, Şia’nın fikri üretilmiyor. Mesela bize Şia’nın delilleri tamamen saçma sapandır ve hiçbir ilmi dayanağı yoktur, deniliyordu. Biz de öyle inanmışız. Aleviler de cahildir, denir. Çok kötü tanıtıyorlar; zaten Alevilerin mevcut yaşam tarzı da dinle pek alakası olmadığı için biz de öyle sanırdık. Ben daha sonra Şia’yı tanıdıktan sonra, bir baktım ki aslında Şia’nın ve Şia’nın fıkhı olan Caferi fıkhının literatürü, kaynakları o kadar zengin ki  bizim Ehlisünnet’in kaynaklarını aşıyor bile.

Hatta öyle bir şey ki Şia veya Caferi fıkhı, yaşayan bir müçtehidin fıkhı olma şartı var. Bizde mesela bir hukuki mesele olsa fetva kitaplarına bakılır, mevcut bir müçtehide gidilip sorulmaz; hayatta olan bir müçtehitten fetva istenmez zaten. Hayatta olan bir müçtehide bile gitsen onun on ikinci on üçüncü asırdaki bir müçtehidin fetvasına uygun bir fetva vermesi beklenir. O yüzden mesela faiz konusunda, organ bağışı konusunda, kan nakli konusunda, dişlere kaplama konusunda, kürtaj konusunda, sigorta ve bankacılık konusunda, yani günümüzdeki çoğu meselelere Sünni fıkıh cevap veremiyor zaten. Çünkü yeni bir şey söylemeye çekiniyor. En son bu Toki meselesinde Diyanet, Toki’den ev almak için devlet bankalardan faizle borç almak caizdir, dedi, kıyamet koptu. Resim ve fotoğraf konusunda da durum aynı; resim veya fotoğraf helal midir, haram mıdır; öyleyse televizyon seyretmek haram mıdır? Yani birçok konuda Sünni fıkhı sıkışmış durumda.

Shafaqna: Adnan Bey! Kaldığımız yerden devam edersek, Hatemi hocanın o sözü sizi araştırma yapmaya mı itti?

Adnan Ulutaş: Tabi ki araştırmaya itti. Kendi kendime, ben bunu öğreneceğim ve Hatemi hocanın yanlış olduğunu ortaya koyacağım, dedim. Yani Ehlisünnet’in Şia hakkındaki fikrinin doğru olduğunu söyleyeceğim, dedim. Nitekim biz birçok noktada Şia’nın dayandığı hükümlerin batıl olduğunu söylüyorduk. O zaman o kadar Sünni eğitimi almamıza rağmen ben Kadir-i Hum meselesini yeni öğrenmiştim. Öyle bir yerde Peygamber efendimizin kalkıp hutbe verdiğini bilmiyordum, Veda hutbesini tek bir parça biliyordum; halbuki birkaç yerde hutbe vermiş ve en sonuncusunu Kadir-i Hum’da vermiş. Sakaleyn Hadisi var, mesela. Onu Ehlisünnet de kabul ediyor; fakat Sakaleyn Hadisinin sonuçlarını Ehlisünnet görmezden geliyor. O zaman araştırdık, üç tane tevatür hadis kabul ediliyor; birisi de Sakaleyn Hadisidir. Hadis kitaplarında sağlam bir rivayeti var. İkincisi İlim Hadisidir; o da çok sağlam bir hadis. Hani Efendimiz buyurmuş ya, “Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır; o kapıdan girin başka kapılardan girmeyin.” Bu hadisler sağlam.

Shafaqna: Siz bunu bu araştırmada mı buldunuz?

Adnan Ulutaş: Tabiki araştırmada buldum. Beni uyandıran şu oldu: Ben Mevdudi’ye çok güveniyordum. Mevdudi’nin şöyle bir sıkıntısı var. Mevdudi 1940’larda bir gazete çıkarıyor; orada günlük sorulara cevap veriyor. O zaman orada gençler arasında Şia’ya müthiş kayma var. O gazetede diyor ki bizim bu ilim hadisini çürütmemiz lazım; çünkü gençler bu hadisin doğruluğunu görünce Hazreti Ali’nin yolundan gidilmesi gerektiğini anlıyorlar ve Şii oluyorlar. Sakaleyn hadisini de çürtümemiz lazım.

Ben o zaman bunu görünce, bu sahtekarlık, dedim. Nasıl olur, dedim. Biz bu adamın dürüst biz insan olduğunu düşünüyoruz, diliyle diyor ki bunu tevil etmemiz lazım. Mesela Kadir-i Hum’daki mevla hadisini, “Ben sizin mevlanızım benden sonra da Ali mevlanızdır” sözündeki mevla kelimesini birinci manada alamayız; alırsak Hindistan’da bir tek Sünni genç bile kalmaz, diyor. Hepsi Rafizi olur, diyor. O yüzden bu kelimeye üçüncü dördüncü manayı vermemiz lazım, diyor. Ben bunu görünce Mevdudi’den soğudum. Bir de dediğiniz gibi üçüncü halife Osman’a karşı da Hilafet ve Saltanat isminde bir kitap yazmış ve orada Osman’ı haksız bulmuş. Sırf bundan ötürü ona, sen Şia olmuşsun, demişler. O da, ben öyle değilim, ben daha çok adalete yakınım, adalete yakın olunca Osman’ın eleştirilmesi gerekir, demiş.

Shafaqna: Sayın hocam! Tuhaftır değil mi? Türkiye’de bir müftü iki hafta üst üste  Hazreti Ali’yi anlatırsa “sen Şia mı oldun” diye itiraz ederler.

Adnan Ulutaş: Tabi, mesela Hazreti Ali kitabı var. Bu kitabı Fetullah Gülen grubundan iki genç çift çıkarmış. Hazreti Ali’yi anlattıktan sonra arkaya 20 sayfa özür yazmışlar; biz Alevi değiliz, Şii değiliz diye. Bu kitabı okuyanlar Alevi ve Şiilere hak vermesin. Bunlar Ehlisünnet kaynaklarına dayanarak Hazreti Ali’nin faziletlerini yazmışlar ama sonunda da zab altında kalmamak için bir sürü açıklama yazmak zorunda kalmışlar.

Shafaqna:  Sayın Hocam! Sonraki aşamalarda ne oldu?

Adnan Ulutaş: Sonraki aşamada sorgulamaya başladım. Benim hanım İsmailağa cemaatinde yetişmişti. Orada hanım hocaydı. Her gece yatmadan önce hanımla bu konuları tartışıyorduk. Hanım da bana dualar öğretmeye kalktı; bunları oku üfle sen düzelirsin, dedi.

Onların duaları var, Ehlisünnetten şüphelendin mi sana dualar okurlar ve diyolar ki sana cin şeytan musallat olmuş. Hanım bu duaları bana okudu üfledi; dedi ki sen nasıl Ebubekir’i Osman’ı halifeleri eleştirirsin? Bu işte bir yanlışlık var, sana cin musallat olmuş. Sen öbür gün kendini peygamber ilan edersin gibi sözler.

Nihayet ben Kevser yayıncılığı buldum. Gittim kapılarını çaldım. Benden hemen önce Hatemi hoca oradaymış, gelmiş gitmiş. Ben onlara Şiilik hakkında tez hazırlıyorum, dedim. Onlar da bana kitap verdiler. O kitapları götürüp bir haftada okudum. Sonra bu kitapları tartışmak için bir daha oraya gittim. Orada saatlerce konuşup tartıştık. Sonra bana yine kitaplar verdiler ve neticede birçok kitabı okudum. Sonuç itibari ile ben yanlış yolda olduğuma karar verdim.

Çünkü ben bu konuya başlarken avukatım, Allah için hakikati öğrenmek istiyorum, dedim; Ehlisünnete çok güvendiğim için bir avukatın davaya baktığı gibi bakacağım, dedim. Misal olarak mesela bize bir arazi davası gelir; iki kişi de hak iddia eder. Dolayısıyla ben ortada bir hakem olacağım; Şia’nın delillerine bakacağım, Ehlisünnet’in delillerine bakacağım, kimin delili daha güçlü ise onun hesabına artı bırakacağım. Sonuçta bir toplam yapacağım ve kimin hanesinde daha fazla artı var ise ben onu kabul edeceğim, dedim. Ama bunu söylerken Ehlisünnet’in 12-0 kazanacağını düşünüyorum; çünkü çok güveniyorum inancıma. Yoksa öyle olmasaydı başlamazdım.

Sonuçta ben Hüseyin Hatemi hocaya gideceğim ve diyeceğim ki hocam, bakın böyle böyle siz hatalısınız. Hocamı ilmi yönden susturacağımı düşünüyorum. Fakat ben konuya başladığımda bizimkiler gol yemeye başladı. Bir yandan oyunun kuralını bozmak istemiyorsun, dürüst davranmak istiyorsun, ama öte taraftan gol yiyorsun. Biz böyle yaptık ve baktık ki sonuçta biz yanlış taraftayız.

O zaman kendimi şöyle kandırdım ve dedim ki ben usul-i dinde Şia olurum; usul-i dinde ben iddiayı kabul ederim; ama Hanefi fıkhında kalırım. Bu durumda böyle bir yıl kadar yaşadım. Fakat birgün yine Kevser’e gitmiştim, namaz vakti geldiğinde bana mühürü getirler. Ben mühürü bir kenara bıraktım öyle namazımı kıldım. Tabi ben akşam ile yatsı namazını birleştirmediğim için, bana, ne çabuk namazını kıldın diye oradaki arkadaş sordu. Ben yatsı namazını evde kılacağım, dedim. O da, ya sen henüz Caferi fıkhına geçmedin mi, dedi. Yok dedim, ben henüz karar vermiş değilim. O da, ya sen usul-i dine geçmişsin, bunun fıkhını da uygulamak zorundasın, dedi.

Aklında ne şüphe var diye sordu. Ben de hocam, eğer Caferi fıkhına geçersem herşeyi sıfırdan öğrenmem gerekir, teyemmüm, namaz, gusül gibi, bu benim gözümü korkutuyor, dedim. O da, korkma, dedi. Hemen bana Ayetullah Humeyni ve Ayetullah Horasani’nin ilmihalini verdi.

Shafaqna: Ayetullah Sistani önceden yapılan ibadetlerin hepsinin geçerli olduğuna dair fetva vermiştir.

Adnan Ulutaş: Daha sonra Ayetullah Sistani’nin ilmihalini de aldım ve bu üç ilmihali özetledim. Üç ilmihali inceledim, bana en yakını Ayetullah Sistani’nin ilmihali geldi. Ayetullah Sistani Irak’ta Sünni bir muhitin de olduğu bir ortamda yaşadığı için bana daha yakın gelmiştir, dedim. Nitekim onun bazı fetvaları bana uygun geldi ve ben Ayetullah Sistani’yi taklit etmeye başladım. Gerçi bu fürudadır.

tr.shafaqna.com