SEYYİD MUHAMMED BAKIR SADR İLE GÖRÜŞMEM

Ebu Şubber ile birlikte Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın evine doğru yola düştük. Yol boyunca büyük alimlerin hayatları ve Şia’daki taklit anlayışı ve diğer konular hakkında bana yararlı bilgi verdi. Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın evine

61

girdiğimizde evin içerisi başı sarıkıt genç talebeler ve diğer alimlerle dolu idi. Seyyid ayağa kalkıp bizi karşıladı ve kendi yanında oturttu…

Tanışmadan sonra Tunus ve Cezair’den ve Hızır Hüseyin ve Tahir bin aşur gibi bazı meşhur alimlerden sormaya başladı. Bana gösterdiği fevkelade hürmet ve ilgisi, heybetli oluşuna rağmen, yıllardan beri arkadaşız gibi onun yanında kendimi rahat hissetmeme sebep oldu.

Ondan çeşitli konular hakkında sorular soruyorlardı ve o da cevap veriyordu. Orada diri müctehitden taklit etmenin değerini öğrendim. Çünkü ancak bu yolla hiç bir zorlukla karşılaşmadan herkes tüm fıkhı soru ve şüphelerinin cevabını alabilir.

Bu görüşmeler neticesinde şia’nın da müslüman olduğuna ve tek bir Allah’a inanıp Muhammed Peygamber’e uyduklarına güvenim arttı. Çünkü o zamana kadar içerirnde yine bazı şüphe ve tereddütler kalmıştı. Bu gördüğüm şeylerin hepsinin belki de bir hile olduğunu veya takiyye olduğunu şeytan bana vesvese ediyordu. Ama kısa zaman da bütün bu şüphe, tereddüt ve şeytanın vesveseleri tamamen eriyip gitti. Çünkü gördüğüm ve işi ttiği m şeylerin hepsinin hile ve göz boyaması olması düşünülemezdi; oysa ki ben yüzlerce fertle görüş üp konuşmuştum.

Bir de ben kim oluyorumda bana hile yapsınıar? Beni aldatmanın onlar için ne önemi olabilirdi? .

Bunlardan geçersek, bunların bir çok kitabını da ben inceledim yüz yıllar önce yazılan kitaplarından son zamanlarda yazılıp basılan kitaplarına kadar; tüm kitapları, Alah’ın vehdaniyetine ve Hz. Muhammed’ (S.A.V) in son peygamber olduğuna dair inancı hiç bir şüpheye yervermeyecek şekilde açıklamışlardır. Ve ben Irak’ta ve diğer ülkelerde meşhur bir

62

merci olan Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın evindeyim. Ne zaman Hz. Muhammed (S.A. V) in ismi geliyorsa herkes tek ağızdan, Allahumme selli ela Muhammedin ve ali Muhammed diyordu.

Öğle vakti geldiğinde evin yakınında bulunan bir camiye gidip orada övle ve ikindi namazını Muhammed Bakır Sadr ile kıldım. Orada kendimi Peygamberin büyük sahabelerinin içerisinde hissediyordum. Çünkü iki namazın arasında namaz kılanların birisi duA okudu; gerçekten hüzünlü ve çekici bir sesi vardı ve duadan sonra hep birlikte, Muhammed ve alıina selavat gönderdiler. Okunan dua da Allah’a hamd, O’nun Resuluna ve alına selevat ile dolu idi.

Namazdan sonra Seyyid Sadr muracaat edenlerin sorularına cevap vermek için bir müddet mihrapta oturdu.

Şahıslar ayrı – ayrı gelip selam veriyor ve özel sorusu olanlar özelolarak seyyid’le konuşuyor ve diğerleri ise normal bir şekilde sorularını soruyorlardı. Seyyid Sadr’da öylece cevabını veriyordu. Soru ve cevabı biten şahıslar Seyyidin elini öptükten sonra kalkıp gidiyorlardı.

Dertlerinde kendileriyle ortak olup ve zorluklarını halleden böyle büyük bir alime şahip oldukları için hakikaten bunları tebrik etmek gerekirdi.

Bana haddinden fazla hürmet edip ilgi gösteren Seyyid ile birlikte eve döndük. Ben kendimi ailem ve dostlarımın içinde sanıyordum. Öyle ki bir ay Seyyid ile birlikte kalırsam muhakkak şii olurum diye düşündüm. O güzel ahlakı, alçak gönüllüğü ve seciyeli hareketiyle tamamen beni kendisine cezbetmişti. Yüzüne her baktığımda tebessüm ediyor ve bir isteğinmi var? diye soruyordu. Dört gün boyunca onlarca alim ve ziyareteiyi kabul etmesine rağmen uyumak saal1nın haricinde beni kendisinden ayırmadı. Ben Hicaz’da şianın bulunduğunu hiç

63

ummuyordum; ama orada Arabistan’lı, Bahreyn’li, Katar’lı, Suriye’li, İran’lı, Afganistan’lı, Türkiye’li ve Afrika’lı talebe ve alimlerin Seyyid’in yanına geldiklerine şahit oldum. Seyyid onlarla konuşup onların ihtiyaçlarını karşılıyordu; onun yanından her kes sevinçle ayrılıyordu Hiç unu ta mı yorum ki, tartışma ve ddal konusu olan bir olay nasıl kolayca halledildi.

Bu olayın tarihte kalmasını istediğim için burada nakledeceğim: Belki bu yolla müslümanlar Allah’ın hükümlerini terketmekle ne gibi belalara mübtela olduklarını da anlarıar.

Lehcelerinden Irak’lı oldukları anlaşılan dört kişi Seyyid’in yanına geldiler. Onlardan birisi çoktan beri ölen büyük babasından miras olarak kalan evi bir başkasına satmış olan kişiydi; diğer ikisi ise, evin satışından bir yıl geçtikten sonra, satılan evin hakiki varisi olduklarını ileri süren iki kardeşti. Evi satın alan kişi de onlarla birlikteydi. Dört kişinin dördü de Seyyidin yanında oturup ve gerekli belgelerini ellerinde tutmuşlardı. Seyyid belgeleri dikkatle okuduktan sonra bir kaç dakika onlarla konuştu sonra adaletle onların arasında hükmetti; evi alan şahısa, ev’de taşarruf etme (kullanma) hakını verdi ve evi satan şahısa evin parasından o iki kardeşin payını vermesini hükmetti. Dördü de kalkıp Seyyidin elini öpüp birbirleriyle görüşüp gittiler.

Bu hadiseye çok şaşırdım, hatta bir türlü inanamıyordum. Bu yüzden Seyyit Ebu şubber’e dedim artık olay bitti mi? evet dedi her kes hakkını alıp gitti. “Subhanellah” dedim. “Bu kolaylık ve sadelikle ve bu bir kaç dakika içinde böyle çekişmeli bir dava nasıl sona erebilir? eğer böyle bir olay bizim ülkemizde olsaydı çözümü hatta yıllar bile çekebilirdi. Hatta bazen davalar o kadar uzar ki dava sahiplerinden bazıları ölür ve onların evlatları bu davayı takip ederler ve bazen mesela dava konusu olan bir evin değerinden daha fazla miktarda

64

parayı mahkemeye harcamak gerekir. Ve sonunda da dava taraflarının eline yorgunluk ve birbirine karşı kin ve düşmanlıktan başka bir şey de geçmez”.

Seyyid Ebu şubbel’ “bizim de içerimizde aynı durumlar sözkonusudur, belki sizde olandan daha kötüdür”. dedi “Nasıl? dedim. Dedi ki, :Eğer halk şikayetlerini devlet mahkemelerine götürülerse, anlattığın gibi, belki ondan daha kötü durumla karşılaşır ama eğer dava tarafları bir müctehide taklid ediyorlarsa, dava ve şikayetlerini ondan başkasının yanına götürmezler. O’da gördüğünüz gibi davayı bir kaç dakika içerisinde halleder”. Akını kimseler için Allah’ın hükmünden daha iyi bir hüküm var mıdır? Evet Seyyid Sadr onlardan tek bir kuruş bile almadı. Eğer devlet mahkemelerine gitselerdi adam çağızların baş derilerini bile olsa soyadardı. Aynı tabirin bizim içerimizde de söylendiği için gülümsedim, ve dedim “Subhanellah bu gördüklerime bir türlü inanamıyorum; eğer gözlerimle görmeseydim muhakkak yalanlardım”.

Ebu şubbel’ şöyle dedi. “İnanmamana bir gerek yok, bu gibi durumlar burada çok normaldır, bazı kan davaları bile bir taklit merciinin hükmüyle bir kaç saatin içerisinde hallolur gider”.

O halde dedim ki: “sizin Irak’ta iki hükümet vardır, biri devlete ait, biri de alimlerel” “Hayır” dedi “bir hükümetten fazla hükümet sözkonusu değildir. O da resmi düzene aittir ama müçtehide taklit eden şia müslümanlarının İslam düşmanı bir yönetim olan sosyalist Baas hükümetiyle bir ilişkileri olamaz; sadece vatandaş olarak bazı medeni ve mali konularda devlete uymak zorundadırlar. Elbette mü’min birisiyle, dine tam bağlı olmayan birisinin arasında ihtilaf çıkarsa o zaman iş devlet mahkemelerine çekebilir. Çünkü öteki adam ulemanın hükmüne rıza göstermez ama dava taraflarının her ikisi de mü’min

65

 

insanlarsa artık hiç bir sorun kalmaz. Çünkü müctehidin hükmü her kes için geçerlidir. Böylece müctehidin yanına götürülen her dava aynı günde ballolur gider”.

Bu olay, Allah’u Teala’nın hükümlerine teslimiyet şuurunu benim içerirnde daha bir güçlendirdi ve şu ayetlerin manasını daha iyi anladım. Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: …

“Allah’an indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendisidirler.

…Allah’an indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendisidirler.

…Allah’an indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermeyenler, fasıkların ta kendisidirler.

İslam düşmanları vasıtasıyla aramıza sokulan Batı kökenli düşüncelere uyarak İslam kanunlarına karşı çıkan kişiler, İslam kanunlarının uygulanmasıyla en büyük darbenin kendilerine ineceğinden korkan kişilerdir. Bunlar bir grup hırsız, zinakar, katil, hain kişilerdirler ki ancak İslam kanunlarının uygulanması bizleri bunların elinden kurtarır ve bunların köklerini kurutur.

O kaç gün zarfında Seyyid Muhammed Bakır Sadr ile çeşitli konularda sohbetirniz oldu.

Ben diğer arkadaşlardan şia inançlarıyla ilgili olarak öğrendiğim konuları, mesela şia’nın 12 İmam’a (Hz. Ali ve evlatları) dair inancı hakkında ve sahabeyle ilgili görüşü hususunda sorup cevabını öğrendim.

Seyyid Sadr’dan İmam Ali’nin hakkında ve niçin ezan okuduklarında “Aliyyen Ve liyyu Ila h” dedikleri hususunda sordum, şöyle cevap verdi: Emir-ul’ müminin bir kuldur. Allah Onu ve evlatlarından onbir kişiyi Peygamberden sonra
—————-
1 -Maide süresi -44-45-46

66

peygamberin risaletini korumanın büyük sorumluluğunu üzerlerinde taşımaları için diğer kullarından üstün kıldı. Bunlar peygamber’in vesi’leri ve halifeleridirler. Her peygamberin halifesi var olduğu gibi, Ali(A.S) da Hz. Resulullah'(S.A.V)ın gerçek halifesidir. Allah ve Peygamber, Onu diğer sahabelere üstün kıldıkları için bizler de onu diğer sahabelerden üstün biliyoruz, ve bu konuda akli ve nakli, Kur’an ve sünnet’e dayanan itiraz edilemeyecek kesin delillerimiz vardır. Bu hususla ilgili hadisler şia yanında sahih ve mütevatir olmasının yanısıra Ehl-i sünnet ve cemaat’in kaynaklarında bile mütevatirdir ve bu konuda bizim alimlerirniz bir çok kitaplar yazmışlardır. Emeviler bu gerçeği gizleyerek Hz. Ali ve evlatlarıyla düşmanlık ve muharebeye kalkışmaları hatta bu doğrultuda minberlerde Ali ve evlatlarına lanet okutmaları ve halkı bu işe zorla sürüklemeleri, Hz. Ali’nin şia’sının ezanda Hz. Ali’nin Allah’ın velisi olduğuna şehadet vererek bir müslümanın Allah’ın velisine lanet okumasının mümkün olamayacağını bildirmek istemelerine sebep olmuştur. Daha doğrusu ezanda(Aliyyen veliyullah) demek, zalim yönetim ve hakimiyete karşı mücadele ederek ve Allah ve Resulunun ve müminlerin izzetini korumak için yapılan mükaddes bir ameldir. Ve birde bu nesiller boyunca Hz. Ali(A.S)nin hak, ve düşmanlarının batıl olduğuna dair bir ilandır. Elbette Müçtehidlerimiz ezan ve ikamede Hz. Ali(A.S)nin veliliğine şehadet vermeği ezan veya ikametin bir parçası olarak müstahap bir amel olarak yapılmasına cevaz vermişlerdir; hatta ezan ve ikame okuyan birisi bu şehadcti ezan ve ikamnin bir parçası olarak okursa ezan ve ikamesi batıl olur. İbadet ve muamelat’la ilgi müstahap ameller çoktur. Eğer müslümanlar bunları yerine getirirlerse sevap alırlar ve terkedelerser azap olunmazlar. Mesela ezanda Lailahe illellah ve Muhamedun Resülullah şehadetleri

67

 

okuduktan sonra insanın “eşhedu enne cennete hekkun vennare hekkon ve ennellahe yeb’esu men fillkubur” demesi müstehap olduğu rivayetlerde zikrolunmuştur.

Sonra ben şöyle dedim: “bizim alimlerimizin bize öğrettiklerine göre halifelerin en üstünü Ebubekr-i sıddık ve ondan sonra Ömeri faruk ve ondan sonra Osman ve daha sonra Ali dir”. Seyyid biraz durduktan sonra dedi ki:

“Onlar ne isterse söyleyebilirler ama bu dediklerini şer’i delillerle isbat etmeleri mümkün değildir, onların bu sözleri kendi yanlarında sahih ve müteber sayılan kaynaklarla bile çelişir. Çünkü kendi sahih kitaplarında şöyle yazılıdır: halkın en üstünü Ebu bekir ve ondan sonra Ömer sonra Osmandır. Ama Hz Ali’den bahsedilmemiştir. Hz. Ali’yi sıradan bir insan saymışlardır, Ama sonradan gelen Hülefayi Raşidinin içinde yeraldığından dolayı üstteki sıralamada Hz. Ali’ye de yer vermişlerdir”. Daha sonra Hz. Huseyin’in türbesi ve namazda secde ettikleri toprak hakkında sordum, şöyle cevap verdi her şeydan önce şunu söyleyeyim ki biz toprağa(ıoprak için) değil toprak üzerine secde ediyoruz.

Bazıları bu ikisini karıştırarak “Şia’nın toprak için secde ettiği fikrini öne sürmeğe çalışıyorlar. Secde yalnız Allah’u Teala’ya mahsustur, Ondan başkasına secde edilmez. Biz ve Ehl-i sünnet,en faziletli secdenin toprak yahut yerden çıkan şeylerin üzerine yapılan secde olduğunda İttifak etmişiz; şu farkla ki, Şianın nazarında bunlardan gayri şeylerin üzerine secde etmek doğru değildir. Hz, Resulullah(S.A. V) toprak üzerine veya hurma yapraklarının üzerine secde ediyorlardı. Resuluılah, sahabesini elbiselerinin köşelerine secde etmekten menetmiştir. Bu hususlar da tarih yönünden hiç bir şüphe yoktur, İmam Zeynulabidin babası Hz, Hüseyin’in kabrinin toprağından alıp namazda onun üzerine secde etmiştir. Bunun

68

hikmeti de İslam uğrunda her bir şeyini feda eden Hz.Hüseyin’in (as) kıyam ve şehadetinin
müslümanlar tarafından unutulmamasını sağlamaktı. Şia da bu güne kadar bu işi devam ettirmektedir. Bununla birlikte biz hiç bir zaman secde yalnız İmam Hüseyin’in toprağına olur demiyoruz. Biz diyoruz ki her temiz toprağa secde olur hatta hurmanın yaprağı ve benzeri şeylerden yapılmış hasıra dahi secde olur.

Sordum ki, Hz. Hüseyin’nin anısı için neden şii’ler ağlayıp baş ve göğüslerine vuruyorlar hatta bu vurmaların eserinde bazen vücudarından kan bile akıyor. Bu işler İslamda haramdır. Çünkü Resulullah(S.A.V) buyurmuştur ki: “Kendi suratına vuran yahut elbisesini yırtan yahut cahiliyete davet edenler bizden değildir.”

Seyyid şöyle cevap verdi: Bu hadis hiç şüphesiz sahihtir; ama bu hadis İmam Hüseyin’in matemine tatbik olunamaz, Çünkü İmam Hüseynin’in yolunu ta’kib etmek isteyen ve ona ağlayarak onun safında yer aldığını bildiren ve Hz. Hüseynin’in düşmanlarından yani Resulullah’ın dinini değiştirmeye çalışan tağutlardan intikam almak isteyen birisi cahiliyete davet etmiyor. Elbette şu noktayı da gözardı etmemek gerekir ki, şiiler de beşerdir, onların alimi ve cahili vardır, onların da duyguları vardır. Eğer İmam Hüseynin’in şehadet yıldönümunde, Onun kendisine, ailesine ve sahabesine edilen hakaretler ve zulümler için duyguları galayana gelirse bunun muhakkak Allah katında mukafatı vardır, Çünkü onların niyyetleri Allah içindir ve Allah halka niyyetlerine göre mükafat verir. Ehl-i sünnetin kendi şii kardeşlerine İmam Hüseyin’e ağladıklarından dolayı hata ediyorlar demeye hakları yoktur, Çünkü şia İmam Hüseyin’e olunan zulürmlerin çilesini hissetmektedir. Ayrıca Hz. Rsulullah’ın kendisi bile hadislerde nakledilidiğine göre Hz, Hüseyin’e ağlamiş hatta Hazretin ağlaması Cebraili dahi

69

 

ağlatmıştır. Sordum ki neden şia kendi imam ve evliyalannın kabirlerini altın ve gümüşlerle süslüyorlar? oysa bunlar İslamda haramdır.

Seyyid Sadr şöyle cevap verdi: Evvela bu iş şiilere mahsus değil ve bunun hiç bir haramlığı da yoktur. Ehl-i sünnet kardeşlerin, Irak’ta, Mısır’da Türkiye’de ve diğer devletlerdeki bir çok mescidleri de altın ve gümüşle süslenmiştir. Hatta Medine’deki Resulullah’ın mescidi için bile aynı şey sözkonusudur ve Mekke-i Mukerreme’deki Beytullah’a da her yıl milyonlara mal olan altın ile işlenmiş yeni bir perde çekilir. Demek bu işler şia’ya mahsus değildir.

Dedim ki “Suudi hocaları diyorlar ki kabirlere el sürmek ve salih kulları çağırmak ve onlardan teberrük ummak hepsi Allah’a şirk koşmaktır. Sizin bu konuda görüşünüz nedir?

Seyyit cevapta şöyle dedi:

Türbelere el sürmek ve sahiplerini çağırmak eğer onlar insana yarar ve zarar verirler niyetiyle olursa, şüphesiz bu Allah’a şirk koşmaktır. Ama müslümanlar Allah’a inanıp yarar ve zararın hepsinin Allah’ın emriyle olduğunu bilirler. Evliyaları ve imamlan çağırmalarının sebebi, onları Allah’ın yanında vesile ve şefaatçı kılmaktan başka bir şey değildir ve bu asla şirk değildir. Resulullah’ın zamanından günümüze kadar şiâsıyla sünnüsüyle bütün müslümanlar bunun caiz olduğunda ittifak etmiş durumdalar; yalnız vehhabiliğe uyan Suudi alimleri o asırlarda icat etmiş oldukları mezhepleri gereğince tüm müslümanların ittifak ve icmasına muhalefet etmiş ve bu yüzden müslümanların arasında fitne çıkarmışlardır. Vehhabiler bu inançlarından dolayı diğer müslümanları tekfir ediyor ve kanlarını bile helal biliyorlar. Vahhabiler Beytullah’ın ziyaretine giden yaşlıları bile sırf Esselamu aleyke ya Resulullah” demeleri

70

yüzünden dövüyorlar ve kimsenin Resulullah’ın mukaddes haremine el sürmesine musade etmiyorlar. Bizim alimlerimizin onlarla bir çok munazere ve tartışmaları olmuştur ama onlar kendi inatlarından el çekmeyip hakka teslim olmamışlardır. Şia ulemasından Seyyid Şerefuddin, Abdulaziz Ali Suud’un döneminde hacca gitmiş ve orada mevcut bir gelenek icabı Kurban bayramında padişahı tebrik etmek için diğer beldelerin İslam ulemasıyla birlikte saraya davet edilmiştir. Sultanla görüşmek sırası Seyyid Şerefuddin’e yetiştiğinde seyyid musafaha yaptıktan sonra deri ciltli bir Kur’an’ı Kerim’i hediye olarak ona sunmuş o da hediyeyi alıp saygı için öpüp anlına koymuş, Seyyid bunun üzerine sultana şöyle demiştir: Ey Sultan niçin keçi derisini öpüp ona saygı gösteriyorsun?” Sultan da “Benim maksadam onun içerisindeki Kur’an’ı Kerim’e hürmet etmektir deriye değil’demiştir. Bunun üzerine Seyyid Şerefuddin; Doğru söylediniz “bizlerde peygamberin evinin kapısını ve mezarın etrafındaki sandığı öptüğümüzde biliyoruz ki, bunlar zarar ve yararı olmayan bir tahta veya demir parçasıdır. Ama bizim maksadımız o tahtanın, demirin ötesinde olanıdır. Biz bunları öpmekle Resulullah’ı kastediyoruz. Senin keçi derisini öpmekle onun içerisindeki Kur’an’a hürmet etmek istemen gibi”.

Orada bulunanlar bu sözleri beğenip tekbir getirmişler ve doğru söylüyorsun” demişler. Bu olay üzerine o sultan Beytullah ziyaretçilerinin Hz. peygamber’in eserine el sürmelerine ve onları ziyaret etmelerine izin vermek mecburiyetinde kalmış. Ama ondan sonra gelen sultan tekrar eski usullerine dönerek bu izini kaldırmiştır. Vahhabilerin korkusu, halkın müşrik olması değil. Onlar bunu bir siyasi koz olarak görüyor ve kendi hakimiyetlerini koruyup saltanatlarını sürdürmek için bu fikirleri öne sürüp insanları aldataya çalışıyorlar. Tarih, vahhabilerin ümmetin başına neler getirdikleri hususunda en

71

büyük şahittir”.

Sofuluk tarikatları hakkında sordum, kısaca şöyle cevap verdi:

“Bu tarikatlarda olumlu yönler de mevcuttur, olumsuz yönler de. Nefis terbiyesi için onu sade yaşamaya ve dünya lezzetlerinden uzak tutmaya alıştırmak, ve onu temiz ruhların alemine çıkarmaya çalışmak, sofuların olumlu ve meziyyetli yönlerindendir. Ama toplumsal hayattan ayrılıp, inzivaya çekilmek ve Allah’ın zikrini bir kaç virde mahsus kılmak ve bu türden işler, onların olumsuz yönlerindendir. Bildiğiniz gibi İslam olumlu ve doğru işleri tastik eder ve olumsuz ve batıl işleri de reddeder; kısaca şöyle diyebiliriz ki, İslam’ın tüm öğreti ve emirleri olumludur”.

ŞÜPHE VE TEREDDÜT

Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ın cevapları açık ve ikna ediciydi ama onlar benim gibi birisinin kalbinde nasıl tesir edebilirdi?

Ben ömrümün yirmi beş yılını sehabeleri özellikle Hülefa’yı Raşidin’i takdis etmekle geçirmiştim ve Ebu Bekir’i Sıddık, Ömer’i faruk gibiler başta olmak üzere sehabelerin sünnetine uymayı; Hz. Resulullah’ın emri gereği farz biliyordum. Ama Irak’a geldiğim günden beri bu ikisinin isimlerini asla duymayıp bana tamamen yabancı gelen yeni isimlerle karşılaşmıştım. Mesela 12 İmam isimleriyle. İddiaya göre Peygamber(S.A.V) vefatından önce Hz. Ali’yi kendi halifesi olarak tayin etmiştir; ama ben bütün bunlara nasıl inanabilirim. Acaba bütün insanlardan üstün olan sehabe-i kiram’ın Hz. Ali’nin aleyhine anlaşmaları nasıl mümkün olabilir?

Biz çocukluğumuzdan beri duymuştuk ki Resulullah (S.A.V)

72

ın sahabeleri Hz. Ali’ye çok hürmet edip ona değer verirlerdi. Biliyordular ki, O, Hz. Fatıma’nın kocası, Hasan ve Hüseyn’in babası ve ilmin kapısıdır. Nitekim Hz. Ali’de EbuBekir’i Sıddık’ın değerini biliyordu. O biliyordu ki Ebubekir islamı ilk kabul eden kişidir ve peygamberin mağara yoldaşıdır ki bu husus Kur’an da bile zikredilmiştir. Yine Resuluılah (S.A.V) hastalığında onu namazda halka imamlık yapmak için göndermiş ve buyurmuştur ki: “Eğer kendime vefalı bir dost seçseydim Ebubekri seçerdim” Bu nedenle müslümanlar Ebubekri halife olarak seçtiler ve aynı şekilde Hz. Ali, Hz. Ömer’in değerini biliyordu, O biliyordu ki Allah Ömer’in sebebiyle İslama güç kazandırmıştır. Hak ve batılı iyice ayırt ettiği için peygamber(S.A.V) ona faruk lakabını vermiştir. Aynı şekilde O Hz. Osman’ında değerini biliyordu. O biliyordu ki Allah’ın melekleri Osman’dan utanmışlar ve Resuluılah ona Zinnureyn lakabını vermiştir. Bizim şia kardeşlerimizin bütün bunlardan nasıl haberleri yoktur? Veya biliyorlar ama bilerek mi inkar ediyorlar ve bu şahsiyetleri sıradan birileri gibi nefsi isteklerine, dünya lezzetlerine uymaları hakka tab’i olmalarını önleyen ve Peygamberin vefatından sonra onun emirlerine karşı gelen kişiler olarak talakki ediyorlar. Oysa bunlar İslam’ın izzet ve nusreti için kabilelerinin, babalarının ve çocuklarının bile üzerine kılıç çeken ve Peygamber’in emirlerini yerine getirmek için birbirleriyle yarışan kişilerdi. Böyle şahıslar nasıl Peygamberden sonra makama ald an ıp onun emirlerini görmemezlikten gelebilirler!

Evet, bu nedenlerle bir çok meselede ikna olmuş ve Şianın görüşünü kabul etmiş olmama rağmen şia’nın tüm sözlerine inanamıyordum. Bu hususlarda şüphe ve tereddüt içindeydim. Şia hocalarının mantıklı sözleri içerirnde şüphe icat etmişti, diğer yandan da sahabelerin bizim gibi normal bir insan

73

seviyesine inmelerine ve risalet nurunun onları temizlememiş olmasına inanmıyordum.

Allab’ım, Peygamberin sehabesinin, şiilerin inandıkları seviyede olması mümkün mü?

Ama önemli olan şu ki, geçmişteki inançlarımda süphe ve tereddüt meydana gelmiş; neticede hakikata varmak için araştırılması gereken perde arkasında gizli kalmış bir çok gerçeğin varolduğuna itiraf ediyordum.

Arkadaşım Mun’im geldi, onunla Kerbela’ya gittik. Orada ben de şiilerin yaşadıkları gibi Hz. Hüseyin’in çilesini yaşadım. Orada anladım ki Hz. Hüseyin ölmemiştir. Halk izdiham edip kabrinin dört etrafına pervane gibi dönüyordular.

Öyle yanık ve içten ağlıyorlardı ki sanki Hz. Hüseyin yeni şehid olmuştu.

Ben şimdiye kadar böyle bir şey görmemiştim. Hatipler acıkb bir sesle Kerbela vakiasını anlatıp halkın duygularını coşturuyorlardı. Bunları dinleyen birisi elinde olmayarak kendini tutamıyordu ve gözlerinden yaş akmaya başlıyordu.
Ben de kendimi tutamadım ve öteden beri içerimde kalan bir buğzu açılmış gibicesine beni ağlamak aldı. Bu ağlamanın neticesinde kendimde derin bir rahatlık hissetmeye başladım; önceden böyle bir şeye şahit olmuş değildim.

Sanki şimdiye kadar ben Hz. Hüseyn’in düşmanlarının safında idim de şimdi birden bire Onun dostlarının ve Onun uğrunda canlarını feda edenlerin safına geçtim. Orda konuşma yapan hatibierin birisi Hürr’ün olayını anlatıyordu. Hürr Hz. Hüseyn’in düşmanlarının ordu komutanlarından birisi idi ve Kerbela’ya Hz. Hüseyin ile savaşmak için gelmişti; ama savaş alanında bu işinden pişman olup bir an kendisine gelerek titrerneye başlamış etrafındakiler Hurr’e niçin böyle titriyorsun. ölümden mi korkuyorsun? demişler. O da “valiahi ölümden

74

korkmuyorum ama kendimi ateş ile cennetin arasında görüyorum ki bu ikisinden birini seçmek mecburiyetindeyim diyerek cevap vermiş ve bunun üzerine birden bire atını hızla Hz. Hüseyn’in ordusunun tarafına sürmüş ve Hz. Hüseyn’in huzuruna gelerek “Ey Resulullah’ın torunu acaba benim tövbem kabulolur mu?” demiştir…

Ben bunları duyduğumda sabrımı kaybedip ağlayarak kendimi yere attım sanki ben de Hz. Hüseyn’in safına geçmek isteyen bir Hürr’idim.

Hz. Hüseyn’e gelerek, “Ey Resulullahın torunu acaba tövbem kabulolurmu? beni affet diye” yalvarıyordum. Hatibin acıkb sözleri işitenlere öyle tesir etmişti ki her tarafdan ağlamak sesi yükseliyordu.

Arkadaşım beni bu halde görünce Ya Hüseyn, Ya Hüseyn deyip beni bağrına bastı. Bir kaç dakika süren bu kısa zaman içerisinde ben hakiki ağlamanın nasılolduğunu anladım. Ve vücudumun tertemiz olduğunu hissetmeye başladım. Orada Resulullahın şu hadisini hatırladım ki şöyle buyurmuştur:

“Eğer benim bildiklerimi sizler bilseydiniz az gülüp çok ağlardınız.”

O günü hep hüzünle geçirdim. Arkadaşım bana teselli verdi ve bana soğuk şerbet ve tatlı getirdi. Ama benim tamamen iştahım kesilmişti. Ondan Hz. Hüseyn’in nasıl şehadete erdiğini tekrar anlatmasını istedim.

Ben bu olay hakkında az veya çok hiç bir şey duymamıştım. Sadece yaşlılarımız bir bu kadar diyorlardı ki İslam düsmanları ve munafıklar Hz. Ömer, Osman ve Ali’yi öldürdükleri gibi Hz. Hüseyn’ide öldürmüşler ve bundan fazla bir şey bilmiyordum.
Hatta Aşura gününü İslam bayramlarından biri bilip ve o günü kutluyoruz. O günde halk mallarının zekatını verip çeşitli

75

 

yekler ve tatlılar hazırlıyorlar. Çocuklar büyükleri ziyaret t onlardan bayramlık alır ve….

Elbette ülkemizde bazı köylerdeki usullere göre o günde : yakarlar ve her türlü işten el çekip hatta düğün dahi ımazlar. Ama bizler onların bu işlerine bir anlam niyorduk. Bizim hocalarımız Aşura gününün faziletli bir gün ,ğu ve o günde rahmet ve bereketin indiği hakkında bizlere isler naklediyorlardı. Gerçekten de şaşırılaeak bir iş!

Ondan sonra Hz. Hüsey’nin kardeşi Hz. Abbas’ın ziyaretine ik. Ben onun kim olduğunu bilmiyordum. Arkadaşım onun ıkarlık ve cesurluğunu ve nasıl şehid edildiğini de anlattı. l>ela’da da isimlerini iyice hatırlamadığım bir çok büyük ıle görüştük; Bunların bazıları Bahr’ul’ulum, Hekim “Kaşiful a, Ali yasm, Tebatabaİ, Firuzabadi ve Esed Haydar ıblarıyla tamnıyorlardı.

Gerçektende bu zatlar takvalı ve faziletli alimlerdiler, takva ve heybetleri yüzlerinden belli idi. Şiiler kendi alimlerine hürmet eder kazançlarının beşte birini humus olarak onlara rler. Ulema, bu paralarla medreseler ve ilim merkezleri tırıp matbaalar kuruyor ve çeşitli yerlerden dini ilimler nak için gelen talebelerin ihtiyaçlarını temin ediyorlar.

Şia uleması ne yakından ne de uzaktan devlete bağlı iller, Onlar bizim hocalarımız gibi, konuşmadan, fetva neden önce hükümetin görüşünü öğrenip daha sonra fetva m alimlerden değillerdir. Bizdeki alimler devletten maaş kları için devlete bağlıdırlar ve devlet istediğini iş başına ir ve istediğini işten alır.

Bütün bunlar benim keşfettiğim, yahut Allah’ın bana ini nasib ettiği yepyeni bir dünya idi. Nefretten sonra onu lim. Bu yeni alem bana yeni fikirler öğretti. Araştırma ve :leme hissimi öylesine güçlendirdi ki yıllardan beridir

76

Resulullah’tan nakledilen meşhur bir hadisin tesirinde ulaşmak istediğim hakkı aramaya koyuldum. Zira Resulullah(S.A.V) şöyle buyuruyor: “İsrail oğulları yetmişbir fırkaya, hırıstıyanlar ise yetmiş iki fırkaya bölündüler, benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya bölünürler, onların bir fırkası hariç geriye kalan hepsi ateştedirler.”

Bu hadisde, kendilerini hak bilen diğerlerini batıl bilen çeşitli dinlerden bahsedilmiyor. İslam çerçevesi içinde yeralan fırkalar sözkonusudur.

Bu hadisi okuduğumda hep beni bir şaşkınlık bir hayret, bir ürperti ve dehşet sarıyor; Şaşkınlık ve hayretim hadis için değil bu hadisi devamlı hutbelerde okuyan ve konuşmalarında sözkonusu eden müslümanlar içindir ki hiç bir zaman işaret edilen bu hak fırkayı bulmak için kendilerine araştırma zahmetini vermek istemiyorlar.

Her şeyden daha fazla şaşırılacak şey de şu ki her fırka kendisinin hak olduğunu iddia ediyor. Yukarıdaki hadisin bazı nakillerinde şu cümle de yeralmıştır ki, Resulullah(S.A.V) dan, kurtuluşa eren fırka hangi fırkadır diye sorduklarında şöyle buyurdu: Ben ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolu takib eden kimselerdir.” Acaba Kur’an ve Sünnet’e uymadığını söyleyen bir fırka var mı?

Eğer İmam-ı Malik, Ebu Hanife, Şafii veya Ahmet ibn’i Hanbel’e sorulacak olursa acaba Kur’an ve sünnete uymaktan başka bir şeyi mi iddia ederler?

Bu sünni mezheplerine bir de önceleri bozukluğuna inandığım şia fırkasım da ekleyecek olursak onun da Kur’an’ı Kerim’e ve Ehl-i beyt yoluyla nakledilen Sahih sünnete uyduğunu iddia ettiğini görmekteyiz. Şia, “Bir evin ehli, o evin durumunu daha iyi bilir” diyerek sahih sünneti Ehl-i beyt kanalıyla öğrenmeliyiz demekteler.

77

 

Acaba bu fırkaların hepsinin hak olmaları mümkün mü? Hayır mümkün değil. Çünkü hadis bunu reddediyar. Bu hadisi kabul etmemek ise mümkün değildir. Çünkü bu hadis, hem şia ve hem ehli sünnet kaynakları yönünden mütevatır sayılan bir hadisdir. Hadisin anlamında da şüphe etmek ve onun bir şey ifade etmediğini de söylemek mümkün değildir.

Çünkü ResulullaMS.A. V) manasız ve’ mantıksız söz söylemekten uzaktır. O hiç bir zaman heva ve heves üzerine konuşmaz; Konuştuğu her şey hikmet ve ibret içindir.

Öyleyse islam adı altında, bu fırkalardan yalnız birisinin hak ve geriye kalan hepsinin batıl olduğunda şüphe etmemek gerekir. Bu yüzden bu hadis insanda hayret ve şaşkınlığına sebep olduğu gibi, kendi kurtuluşuna ehemmiyet veren bir kişiyi mutlaka araştırma ve tahkike sevketmelidir.

Bütün bunlar yüzünden şia’yla görüşmek, eski mezhebi inaçlarımda şüphe ve tereddüt vücuda getirdi.

Kim bilir belki de bunların sözleri hakdır. Niçin bir araştırıp incelemeyeyim?

Kuran ve Sünnet, araştırıp incelemeğe ve gerçeği bulmayı bana emretmiyor mu?

Allahu Teala buyuruyor ki: “Bizim için cihad edenleri yollarımıza sevkederiz”. (1)

Diğer bir yerde de şöyle buyuruyor:” …öyleyse kullarıma müjde ver.. onlar ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar, onlar, öyle kişilerdir ki Allah onları doğru yoluna
——————–

1 – Ankebut / 69

78

sevketmiştir ve onlardır aklı başında bulunanların kendileri”. (1)

Yine Resulullah (S.A.V) buyuruyor ki: “Dinini araştır, o kadar ki sana deli olmuş desinler”.

O halde araştırma ve inceleme her şeyden önemlidir ve her insanın kutsal bir vazifesidir.

Bu isabetli kararım ve azmimle Irak’taki şi! dostlarımdan ayrıldım. ~nlarla vedalaşırken araştırıp tahkik edeceğime dair onlara ve kendi nefsime söz verdim.

Bu değerli arkadaşlardan ayrılmak hakikaten benim için üzücü idi. Çünkü bunlar yalnız benim için, benden bir şey ummadan vakitlerini sarfettiler. Onlar ne benden korkuyor ve ne de benden bir şey bekliyorlardı. Onlar yalnız Allah’ın rızasını umuyorlardı.

Bu ilgilerinden belki de maksatları şu hadisde yeralan sevaba ulaşmakdı; ki Resulullah şöyle buyuruyor: “Eğer Allah birisini senin elinle doğru yola hidayet ederse bu senin için güneşin doğduğu her şeyden daha iyidir”.

Yirmi gün imamlar beldesinde şiilerın içerisinde kaldıktan sonra Irak’ı terkettim.

O günler tatlı bir rüya gibi gelip geçti. Öyle bir rüya ki bir türlü bitmesini istemiyordum. Bilahere Ehl-i beyt sevgisi ile dolu olan kalplerden ayrı düşmenin ve kaldığım sürenin azlığının üzüntüsü içerisinde Irak’tan ayrıldım ve oradan Allah’ın evini ve tüm insanların efendisi olan Hz. Resulullah (S.A.V)ın kabrini ziyaret etmek amacıyla Hicaz’a doğru hareket ettim.

——————-
1 – Zümer 17/18

79

………….

islamkutuphanesi.com