Kerbela Kıyamında İmam Seccad (a.s)’ın İfşaatı

Kanlı Kerbela kıyamı, beşeri kıyamlar ve dini-inkılabi hamaseler arasında eşsiz bir yere sahiptir. Bu mesele o kadar açıktır ki, hiçbir delil göstermeye gerek yoktur.

Buna göre, bu kıyamın özelliklerini incelemek ve onun imtiyaz yönlerini ortaya koymak önemlidir. Acaba bu imtiyaz, kıyamın rehberliği ile mi ilgilidir? Yoksa kıyamın ülkü ve idealleri ile mi? Veya kıyamı vücuda getirenlerin şahsiyet ve karakterleri ile mi? Yoksa kıyamın metoduyla mı?

Bu kıyamın taşıdığı belirgin özelliklerden biri şudur ki Kerbela Kıyamı kitabının iki faslı vardır. Şehadet faslı ve Esaret faslı.

Başka bir tabirle mukaddes kerbela hareketinin oldukça güçlü iki manivelası şehadet ve esarettir. Netice olarak Kerbela kıyamını vücuda getirenler iki grup idiler: Şehitler ve Esirler.

Neticede esirler kervanı Kerbela kıyamının kemale ermesinde özel bir görev üstlendiler. Eğer bunlar olmasaydı kıyam hedefine ulaşmayacaktı. İşte bu yüzden kıyamın önderi; kendi kadın çocuklarından olan risalet hanedanını da beraberinde getirmişti.

Böylece İmam Seccad’ın (a.s) o şehadet ve fedakârlık anında Allah’ın iradesiyle hastalanmasının ve savaşa katılamayıp esir düşmesinin önemli bir ilahî hikmete dayandığı da açıklık kazanır.

Zira inkılab ağacının semere vermesi ve devam etmesinde özel bir rolü vardı onun. Ondan başka hiç kimse bu rolü hakkıyla eda edemezdi. Elbette bu sözü derken diğer özellikle de kıyam önderinin bacısı ve Peygamber’in vasisi Emir-ül Müminin’in (a.s)’ın kızı Zeyneb-i Kübra’nın (a.s) kıyamın rüşd ve gelişimindeki rollerini göz ardı etmiyoruz.

Ancak İmam Seccad’ın (a.s) üstlendiği görev daha başkaydı. Bu kıyamı âlim ve hekim olan Allah-u Teala planladığı için hikmet ve meşiyyeti gereği bu kıyamın çeşitli kesitlerinde özel bir rolü ifa etmek üzere belli insanları seçmişti.

Böylece, bu yüzden ilahi hikmet gereği İmam Seccad (a.s) hastalandı ki, şehadet kalemiyle değil, esaret kalemiyle inkılab kitabının ikinci faslını yazsın ve yazdı da.

Kıyam esnasında bereketli ömründen henüz yirmi üç yıllık bir zaman geçmiş olan bu güçlü Kerbela yazarı, kanlı Kerbela kıyamından sonraki otuz dört yıllık[1] zaman zarfında

İslam ümmetinin imamet ve önderliği ile Kerbela olayını kemale erdirme görevini yürüttü. Bu ağır görevi çeşitli metodlar ve farklı tedbirler ile ifa eden İmam Seccad’ın giriştiği en önemli iş,

Kerbela kıyamında muhalif cebheyi oluşturanlara karşı en önemlisi aydınlatıcılık ve ifşacılıktı.[2]

İmam Seccad (a.s), kendi konuşma ve sözleriyle uyumuş ve gaflete dalmış düşünceleri uyandırdı ve Emevi zalimlerinin korkunç ve çirkin yüzündeki maskelerini yere düşürdü. Onların alçak ve iğrenç mahiyetini kandırılmış insanlara ifşa etti. Şam ve Kufe halkının ölü ve donuk kalbine kıyam ve fedakârlık tohumlarını saçtı.

Hz. Zeyn-ül Abidin (a.s)’ın feryadları halkın kalp, göz ve kulaklarını örten cehalet ve gaflet perdelerini yırttı; Kerbela inkılabının mesajını onlara ulaştırdı; Emevi sultası, uşakları ve kandırılmış insanların yaptıkları çirkin ve kötü işleri ifşa etti;

İmam Hüseyin (a.s) ve fedakar dostlarının mazlumiyet ve hakkaniyetini açığa vurdu ve esaret siperinde düşmanları öylesine mağlub bir duruma düşürdü ki, az öncesine kadar yaptıkları cinayetler ile övünen ve bunu galibiyet olarak değerlendiren düşmanları yaptıklarına pişman etti.

Bu yazıda İmam Seccad (a.s)’ın esaret döneminde zalim Emevi sultasının zulüm ve cinayetlerini ifşa edici mahiyette olan bazı sözlerini ve Kufe ve Şam’ın kandırılmış halkına yaptığı konuşmalarını okuyacaksınız. İmam’ın esaret dönemindeki tüm konuşmalarını üç bölümde ele alacağız:

1- İmam Seccad’ın (a.s) Emevi hükumet başkanlarıyla yaptığı münazaralar.

2-İmam’ın bazı kandırılmış insanlarla konuşması.

3- İmam’ın Kufe, Şam ve Medine’deki umuma hitaben yaptığı konuşmaları.

İMAM SECCAD’IN (A.S)EMEVİ HÜKUMET BAŞKANLARIYLA YAPTIĞI MÜNAZARALAR

a-İmam’ın Ubeydullah b. Ziyad İle Münazarası.

İsmet ve taharet Ehl-i Beyt esirlerini Kufe’ye götürdüklerinde İmam Hüseyin (a.s) ve dostlarını şehid etmek ve geride kalanlarını ise esir etmekle zafer ve gurur sarhoşluğunu yaşayan Kufe emiri Ubeydullah b. Ziyad tahtına oturdu ve sözde gururlandırıcı zaferini kutlamak için esirlerin meclise getirilmesini emretti.

İlk önce dokunaklı sözleriyle sabır ve istikamet sembolü olan Hz. Zeyneb-i Kubra’nın kalbini yaralamaya başladı. Cinayetkârların âdeti olduğu üzere bundan lezzet almak istiyordu.

Ama Ali (a.s)’ın kızı Zeyneb’in, İbn-i Ziyad’ın zayıf ve hakır şahsiyetine büyük ve ağır bir darbe indiren ateşli konuşması İbn-i Ziyad’ı bu lafzi münakaşada acı bir yenilgiye uğrattı.

Daha sonra yaralı bir yabandomuzu gibi yenilgisini telafi edebilmek için İmam Seccad’a işaret ederek “Bu kimdir?” diye sordu. “Hüseyin’in oğlu Ali’dir” dediler.

İbn-i Ziyad: “Hüseyn’in oğlu Ali’yi Allah öldürmedi mi?” diye sordu.

İbni Ziyad bu sözleriyle şu fikri ortaya atmak istiyordu ki; “Hüseyin ve yâranı Emevi hükumeti aleyhine (ki onlara göre İslami ve yasal bir hükumet idi) kıyam ettikleri için

İslam kanunu esasınca ve Allah’ın isteğiyle öldürüldü ve aslında böyle bir cezayı hak etmişlerdi. O halde bu olayda ne o ve ne de tabi olduğu hükumet hiçbir şer’î mesuliyet taşımıyordu.”

Ama onlar, bu şeytani oyunların Allah’ın hak hücceti karşısında etkisiz olacağını ve akim kalacağını bilmiyorlardı.

İmam Seccad (a.s) bu söze karşı şöyle buyurdu: “Benim Ali adında bir kardeşim vardı, senin Kerbela’ya gönderdiğin insanlar onu öldürdü.” (Yani sen ve Kerbela’ya gönderdiğin insanların hepsi kardeşim Ali’nin katlinden sorumlusunuz.)

İbn-i Ziyad’ın diyeceği yeni bir sözü yoktu. Yeniden önceki sözünü tekrarladı ve şöyle dedi: “Biz değil, Allah onu öldürdü.” İmam (a.s) cevap olarak Zümer suresinin 42.

ayetini okudu: “Allah ölümleri vaktinde canları alır.” Yani, gerçi Allah’ın tekvini iradesi doğadaki tüm olayları ihata etmiş ve ölüm de bu olaylardan biridir;

dolayısıyla da Allah’ın tekvini irade ve izni olmaksızın gerçekleşmemektedir; ama bunun insanın iradi ve ihtiyari işlerdeki mesuliyet ve iradesiyle hiçbir çelişkisi yoktur. İnsanın işlerinin iyi ve kötü; uygun ve uygunsuz işler diye ikiye ayrılması ve gereğince sevap veya ceza görmesi de bu esas üzeredir.

Binaenaleyh, şehitlerin ölümünü Allah’ın tekvini iradesine dayandırmak, Allah’ın teşriî iradesinin de bu olduğu anlamına gelmediği gibi katillerin mesuliyet ve özgürlüğü ile de çelişmemektedir.

Bunun en bariz şahidi ise, Kerbela olayında Hür b. Yezid-i Riyahi’dir; o son anlarda kan içici zalimlerden ayrıldı ve şehitler kafilesine katıldı. O oturumda İmam Seccad’ın güçlü mantığı karşısında aciz kalan, diğer yandan da şeytani gurur ve kibire kapılmış olan İbn-i Ziyad İmam’a; “Nasıl olur da bana böyle cevap vermeye cüret edebilirsin?” dedi. Daha sonra da cellatlarına, “Götürün bunun boynunu vurun.” diye emretti.

Bu esnada Zeyneb-i Kubra cesaretle ileri çıktı ve elini yeğeninin boynuna dolayarak şöyle dedi: “Eğer onun boynunu vuracaksanız ilk önce beni öldürün.”

Zeyneb’in sözlerinde ciddiyet ve kararlılık gören İbn-i Ziyad aldığı kararından vazgeçti.

Seyyid b. Tavus’un nakline göre İmam Seccad (a.s) halası Zeyneb’e şöyle dedi: “Bırak ben onun cevabını vereyim.” Daha sonra da tam bir metanetle İbn-i Ziyad’a dönerek şöyle dedi: “Acaba Allah yolunda öldürülmenin bizim âdetimiz ve şehadetin bizim için keramet ve yücelik sebebi olduğunu bilmiyor musun?”

Zeyneb ve yeğeni ile yaptığı münakaşada yenilip rüsvay olan Ubeydullah, daha fazla mağlub ve rezil olmamak için İmam Seccad (a.s) ve yaranını meclisten uzaklaştırmalarını emretti.”[3]

b)İmam Seccad’ın(a.s)Yezid İle Münazarası

Nakledildiği üzere İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “İmam Hüseyin (a.s)’ın mutahhar başını Yezid’in yanına getirdiklerinde Hz. Seccad ve Emir-ül Müminin Ali (a.s)’nin kızlarını da meclise getirdiler. İmam Seccad’ın el ve ayakları zincirlerle bağlı idi. Yezid İmam Seccad’a şöyle dedi: “Babanı öldüren Allah’a hamdolsun.”

İmam Seccad (a.s) cevap olarak şöyle buyurdu: “Babamı katledene Allah lanet etsin.”

İmam’ın bu sözü Yezid’e çok ağır geldi. Zira o tüm olayların Allah’ın kader ve kazasıyla vücuda geldiğine dayanarak İmam Hüseyn’in (a.s) şehadeti hususunda zihinleri karıştırmak ve kendini işlemiş olduğu korkunç cinayetten temize çıkarmak istiyordu. Ama İmam Seccad (a.s) tam bir kararlılıkla İmam Hüseyin (a.s)’ın katillerine lanet etti,

ki Kur’an-Kerim’in sadece kâfir ve zalimlerin lanete layık olduğunu bildirdiğine Hüseyin (a.s)’ın asıl katili de Yezid olduğuna göre Yezid zalim ve kafir birisi olduğu ve de Allah’ın lanetine müstehak olduğu İmam’ın sözlerinden anlaşılır.

Böyle bir insan İslam toplumunun sorumluluğunu üstlenecek bir makama layık olmadığı gibi işlediği cinayetten dolayı hayat hakkına da sahip değildir ve en ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır. İşte bu yüzden Yezid İmam Seccad (a.s)’ın öldürülmesini emretti.

İmam (a.s) Yezid’in bu emri üzere şöyle dedi: “Eğer beni öldürtürsen Peygamber’in kızlarını kim Medine’ye götürecek? Beraberlerinde benden başka bir mahremleri yoktur.”

İmam’ın (a.s) bu cevabı ifşa edici bir cevaptı. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) bu sözüyle şu nükteyi hatırlatmak istiyordu ki, Yezid şahsen Ömer-i Sa’d’ın işlediği tüm cinayetlerden sorumludur.

Onlar Peygamber soyunun tüm erkeklerini öldürdüler. Onca korkunç cinayetler yetmiyormuş gibi şimdi de esir çocukların ve kadınların sorumlusu olan İmam Seccad’ın kanını da dökmek istiyordu?”

Evet, Yezid hiçbir İslami değer için bir saygınlık ve ihtirama kail değildir; ama İmam Hüseyin (a.s) ve dostlarının şehadeti ile kadın ve çocuklarının esareti sebebiyle lekelenen siyasi statüsünü kurtarmak için İmam’ın katlinden el çekmek ve ona “Sen bizzat onları kendi evlerine geri döndür” demek zorunda kaldı.

Kerbela cinayetinin mesuliyeti hususunda zihinleri saptırabileceğini düşünen Yezid, Şura suresinin 30. ayetini okudu:

“Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolayısıyladır.” Yezid bu ayeti okumakla halkın zihinlerine şu düşünceyi sokmak istiyordu ki acı Kerbela olayı ve İmam Hüseyin,

dostları ve evlatlarının başına gelen musibetler kendilerinin mürtekib olduğu ameller dolayısıyladır. Bu yüzden müslümanlar özel bir şahsı sorumlu bilmemeli, Yezid ve onun lanet olası işlerini kınamamalı veya Kerbela olayında onların itibarı ile oynamamalıdır.

Kuran-ı natık (konuşan Kur’an) ve Kur’an arifi olan İmam Seccad, fiilen Kur’an’ın hakikatlerini ayaklar altına alan ve Kur’an maarifi hususunda hiçbir nasibi olmayan Yezid’e cevap olarak şöyle dedi: “Bu ayet bizim hakkımızda nazil olmamıştır ve biz bu Kur’anî ilkenin misdakı değiliz. Bizim halimize şamil ve hakkımızda inen ayet şudur:

“Yeryüzünde ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah’a göre pek kolaydır.

Bu, elinizden çıkana üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinmeyeseniz. Allah büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Hadid / 22-23)

Daha sonra da şöyle buyurdu: “Biz dünyevi şeylerden kaybettiklerimiz hususunda üzüntü duymayız ve ele geçirdiğimiz şeyler sebebiyle de sevinmeyiz.”[4]

İmam’ın bu sözünden anlaşılmaktadır ki, fertlerin hayatında vuku bulan acı olaylar iki kısımdır:

1- Cezalandırma ve uyarma mahiyetli hadiseler.

2- Olgunlaştırma ve yüceltme mahiyetli hadiseler.

Birinci kısımdan olan olaylar, günahkâr için sözkonusu olan olaylardır; ilk ayetin işaret ettiği bu tür olaylar bazen Allah’ın lütfunun ve bazen de gazab ve hışmının mazharıdır.

Günahkârlar bu acı olaylardan ibret alır da kendine gelirlerse bu, onlar için rahmet sebebi olur. Ama günahlarında ısrar ederlerse o zaman da bedbahtlığa, Allah’ın azap ve kahrına sebeb olur.

İkinci kısımdan olan olaylar ise günahların cezası ve uygunsuz amellerin yankısı olarak değerlendirilmemelidir. Bu tür olaylar, Allah’ın salt lütuf ve rahmet mazharıdır.

Başka bir tabirle insanın iyi işler ve mücadelelerinin yankısıdır. Yani ibadet ve Hakk’a uyma neticesinde birtakım kemallere erişen insan, daha üstün kemal derecelerine de ulaşmak için birtakım zorluklarla da karşılaşmalıdır ki tevhid ve Allah’ı tanımada öyle bir yere varsın ki hiçbir şeyi kendinden bilmesin ve Allah nezdinde teslim ve rıza makamına ulaşsın.

Bu takdirde insan huzurlu ve mutmain bir nefse sahip olur ve böylece dünyevi veya Allah yolunda ve ilahi risaleti hedefe ulaştırma uğrunda düçar olduğu musibetler karşısında mustarip ve perişan olmaz.

Böylesi insanlar en üst insani makama ulaşmışlardır ki, masum imamlar ilahi veliler bunların önünde gelirler. Onların gerçek takipçileri de bir sonraki mertebede yer alırlar.

Bu mesele Kur’an’ın insanbilimde en önemli temel ilkelerinden biri sayılmaktadır. İmam Seccad (a.s) bu vesileyle Yezid’i uyarmakta ve uyanık beşeri düşüncelere Kur’an’ın yeryüzü ve imanlı insanların hayatında vuku bulan olaylar ve musibetler hakkındaki görüşünü açıklamaktadır. İmam (a.s) böylesi olayların bir ilahi sünnet ve önceden tasarlanmış bir plan üzere cari olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tür olaylar seçkin insanlardan uluşan ve bu vesileyle yüce ilahî makamlara erişmelerine sebep olan olaydır. İmam Hüseyin (a.s) ve yâranı, başka bir tabirle Kerbela kıyamının şehit ve esirlerinin karşılaştıkları musibetler de hep bu türden olaylardır. Bunun şahidi ise kıyamın ilk anlarında İmam Hüseyin (a.s)’dan nakledilen bir rüyadır.

İmam, Medine’den Mekke’ye gitmek için yola çıkmayı kararlaştırdığında iki gece üst-üste Peygamber’in (s.a.a) kabrinin başına gitti ve Allah’a ibadet ve münacat etmekle meşgul oldu.

İkinci gece birçok ibadet ve münacatın ardından birkaç lahza uykusu ağırbastı ve değerli ceddi Resulullah’ı (s.a.a) rüyasında gördü. Peygamber onu, çok geçmeden seleflerine (ced, baba, anne ve kardeşlerine) katılmakla müjdeledi ve şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki cennette sadece şehadet ile erişebileceğin dereceler var senin için.”[5]

İMAM SECCADIN(A.S)KANDIRILMIŞ GAFİLLER İLE KONUŞMALARI

Buraya kadar İmam Seccad’ın (a.s) Emevi hükumet başkanlarıyla yaptığı münazaraları gördük. Şimdi de İmam’ın bazı cahil ve kandırılmış kimselere konuşmalarından bazı örnekler aktaracağız ki, İmamın Aşura kıyamındaki önemli tebliği görevi daha iyi anlaşılsın.

a)İmam’ın Şamlı Bir Yaşlı İle Konuşması

Merhum Seyyid b. Tavus İmam Seccad’ın (a.s) Şam’lı bir yaşlıyla konuşmasını şöyle anlatıyor: “Esirler kervanını İmam Hüseyin (a.s)’ın başıyla birlikte Şam kapısına getirdiklerinde kendilerine yaklaşmakta olan bir yaşlının şöyle dediğini duydular:

“Hamdolsun Allah’a ki, erkeklerinizi öldürdü ve İslam beldelerini onların şerrinden kurtardı ve Emir-el Mü’minin Yezid’i sizlere musallat kıldı!!”

Bu yaşlı adamın sözleri onun Emevi hükumetinin zehirli propagandasının etkisi altında kaldığını gösteriyordu. O, Yezid’in emir-el mü’minin, Hüseyin ve dostlarının ise İslam devletini karıştıran başka

bir avuç maceracı ve isyancı kimseler olduğuna inanmıştı. Bu yüzden onların Yezid tarafından şehit edilmesini kötü ve yanlış bir hareket olmadığı bir yana, takdir ve övgüye de layık bir davranış olarak görüyordu. Zira Yezid emniyet ve güvenlik ortamını sağlamıştı.

Evet, bu, tarih boyu bütün zalim ve tağutların kullandığı bir yöntem olmuştur. Kur’an-ı Kerim Firavun’un şöyle dediğini naklediyor: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum.” (Mü’min / 26)

Harun Reşid de İmam Musa Kazım (a.s)’ı Medine’den sürgün etmek ve zindana atmak istediğinde halkı kandırmak için Peygamber’in (s.a.a) kabrinin başına gidiyor ve yaptığı bu cinayet hakkında şu mazereti öne sürüyordu:

“Bu işi, sırf Musa b. Cafer’in ümmet arasında karışıklık çıkardığından ve kan dökülmesine sebep olduğundan dolayı yapmaktayım.”[6]

İmam Hüseyin (a.s), Medine’den Mekke’ye doğru hareket ettiği o ilk lahzalarda bir vasiyetname yazarak kıyamının hedeflerini açık bir şekilde beyan etti.

Medine’den Mekke’ye oradan da Kerbela’ya gittiği esnada fırsat buldukça tüm insanlara kıyamının hedeflerini açıklıyordu. Kendisinden sonra da bu görevi esirler kafilesine devretti. İmam Seccad ve Hz. Zeyneb’in önderliğinde bu kafile bütün zor şartlara rağmen asla bu vazifeyi unutmadılar.

İmam Seccad’a itirazda bulunan o yaşlının Emevi saltanatının uşak tebliğcilerinin zehirli tebliğatının etkisi altında kaldığını bilen İmam Seccad (a.s) onu irşad ve hidayet için şöyle buyurdu:

“Ey yaşlı adam, acaba sen Kur’an okudun mu?” Yaşlı adam: “Evet” dedi. İmam Seccad: “Acaba Kur’an’ın şu ayeti hakkında bir bilgin var mı?” diye sordu ve Şura suresinin 23. ayetini tilavet etti: “(Ey Peygamber,) De ki buna (risalete) karşı yakınlarıma sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.”

Yaşlı adam: “Evet bu ayeti Kur’an’da okumuşum.” diye cevap verdi.

İmam Seccad (a.s) şöyle buyurdu: “Bu ayetteki “yakınlar” biziz.”

Daha sonra yine sordu: “Acaba “Akrabalara hakkını ver.” (İsra/26) ayetini okudun mu?”

Yaşlı adam: “Evet” diye cevap verdi.

İmam Seccad: “Bu ayetteki “akrabalar”dan da maksat biziz.” diye buyurdu.

Yeniden sordu: “Acaba şu ayeti de okudun mu: “Bilin ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah’ın, Resulün, ve yakınların…?” (Enfal / 41)

Yaşlı adam: “Evet okudum.” dedi.

İmam Seccad: “Bu ayetteki yakınlardan da maksat biziz.” diye buyurdu.

Yine sordu: Acaba şu ayeti de okudun mu:

“Allah ancak siz Ehl-i Beyt’ten kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister?” (Ahzab / 33)

Yaşlı adam: “Evet okudum” dedi.

İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle buyurdu: “Ey yaşlı adam, ayetteki “Ehl-i Beyt”ten maksat biziz.”

Yaşlı adam büyük bir yanılgı içerisinde olduğunun farkına varıp pişmanlık ve nedamet duygusuyla birkaç lahza öylece sükut ettikten sonra şöyle dedi: “Allah aşkına doğru söyle gerçekten de ayetteki kimselerden maksat sizler misiniz?”

İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’a ve ceddim Resulullah’ın hakkına andolsun ki, ayette sözü edilen kimseler hiç şüphesiz bizleriz.”

Yaşlı adam İmam’ın bu keskin sözü karşısında kendini tutamadı ve ağlamaya başladı ve sarığını yere atarak başını gök yüzüne çevirdi ve şöyle dedi: “Allah’ım, ben Âl-i Muhammed’in (s.a.a) ins ve cin düşmanlarından sana sığınırım.” Daha sonra da İmam Seccad’a dönerek şöyle dedi: “Acaba ben tövbe edebilir miyim?”

İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Evet, eğer tövbe edecek olursan Allah tövbeni kabul eder ve bizim dostlarımızdan sayılırsın.”

Yaşlı adam da tövbe etti. Bu haberi duyan Yezid b. Muaviye onu öldürmelerini emretti ve böylece o da Peygamber’in Ehl-i Beytinin sevgi ve nusreti yolunda şehadete ulaştı.[7]

b)Savaşın Galibi

İmam Sadık (a.s)’dan nakledilen bir rivayete göre, İmam Hüseyin (a.s)’ın şehadetinden sonra Ali b. Hüseyin (a.s) Medine’ye (Belki de Kufe veya Şam’a) doğru gelince bir tahtırevanın içinde oturmuş ve

başını da örtmüş bir haldeyken İbrahim b. Talha b. Ubeydullah adında birisi İmam’ın yanına gelerek: “Ey Resulullah’ın torunu, Kerbela olayında kim galip geldi?” diye sordu. İmam (a.s) şöyle buyurdu:

“Kimin galip geldiğini öğrenmek istiyorsan namaz vakti geldiğinde ezan oku ve kamet getir (ki kimin galip geldiği malum olsun).”

Zafer ve galebe tamamıyla değişik dünya görüşlerinde farklı manaları ifade ederler. Materyalist dünya görüşünde zaferin tek bir çeşidi vardır. O da iki taraftan birinin öbürünü yok etmesi,

öldürmesi veya esir etmesidir. Ama ilahi dünya görüşü bu işi hakiki zafer olarak kabul görmemektedir. Zaferin hakikati insanın ilahi ideal ve ülkülerinden el çekmemesi ve

zillete düşmemesi ve Allahın rızasını kazanmasıdır. Bu takdirde insan zincirlerle bağlı veya zindan köşelerinde olsa bile hürdür ve ölse de ebedi ve diridir. Ne var ki düşünce ve ruhu yönünden özgür ve diri olur insan, savaş cephesinde de zafere ulaşırsa, o zaman iki zafer elde etmiş olur: Zahiri zafer ve hakiki zafer…

Sadece zahiri gören insanlar (ister ilahi dünya görüşüne hiç inanmayan kimseler olsun, isterse de maddi hayatın süslerine amelen bağlı olan kimseler olsun) sadece zahiri zafer ve galebeyi bilirler.

Hakiki ve gerçek zaferden gafildirler. İbrahim b. Talha da böyle insanlardandı. İmam Seccad (a.s) oldukça önemli ve kısa bir cümle ile onu hidayet ve irşad etti ve ona İmam Hüseyin ve

dostlarının hedefinin tevhid mektebini korumak ve ilahi şiarları ihya etmek olduğunu anlatarak sen namaz esnasında ezan ve kamet getirip tevhid mektebinin iki büyük şiarını samimi bir kalple söylerken hakikatte İmam Hüseyin (a.s)’ın Zaferine ve zalim Emevi hakimlerinin yenilgisine tanıklık ediyorsun demektir.

Bu zalim hakimler birçok komplo, yıllarca süren tevhid ve risalet şiarlarını yok etme çalışmalarına ve halk arasında dinsizlik ve fesadı yayma yolundaki çabalarına rağmen çok az bir netice elde edebildiler ve sonunda İslam toplumunda risalet ve tevhid şiarları olduğu gibi yerleşip ilerlemeye devam etti.

İmam Seccad’ın (a.s) sözünün özünü ve hakikatini daha iyi kavrayabilmek için biraz da Yezid ve babası Muaviye’nin fikir ve düşünceleri üzerinde durmamız gerekiyor. İlk önce bu

Emevi tağutunun tevhid ve risalet şiarları ile ne kadar savaştığını ve İslam camiasını İslam öncesi şirk ve cahiliye dönemine döndürmek istediğini öğrenmeliyiz.

Örnek olarak Yezid’in hayat hakkındaki düşünce tarzını betimleyen iki beyt şiirine teveccüh ediniz:

“Ey dostlar, kalkın ve şarkılar dinleyin. Daima şarap için ve manevi şeyleri terkedin. Beni ut sesleri ezan seslerinden alıkoydu. Şarap fıçılarını cennet hurilerine tercih ederim.”

Görüldüğü gibi bu yöneticiler Peygamber’in adını, tevhid ve risalet şiarının toplum kültüründen silinmesini ve yerini şirk ve cahiliye kültürünün almasını istiyordu. Ama asla bu uğursuz hedeflerine ulaşamadılar.

Bundan da öte, İmam Hüseyin ve dostlarının şehadeti ile geriye kalanlarını mazlumca esareti, istibdadın korkunç çehresinden riya ve tezvir maskesini düşürmüş, nurlu İslam ve fazilet güneşi şirk ve

cahiliye kara bulutları ardından yeniden doğmaya başlamıştı. İşte bu yüzden de “Fecr” suresini “Hüseyin Suresi” olarak adlandırmışlar. Zira onun şehadetiyle fazilet ve özgürlük şafağı attı; zülüm, şirk ve nifak zulmeti dağılıp yok oldu.

c)İmam Seccad’ın (a.s) Minhal İle Konuşması

Günün birinde İmam Seccad (a.s) Şam pazarından geçerken Minhal b. Ömer, İmam (a.s)’ın yanına gelerek onunla görüştü ve şöyle dedi: “Ey Resulullah’ın torunu, günleriniz nasıl geçiyor,

hangi şartlarda yaşıyorsunuz?” İmam (a.s) ona şöyle cevap verdi: “Bizim şu andaki durumumuz Beni İsrail’in Firavun ve adamları karşısındaki durumu gibidir ki çocuklarını öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyorlardı (esir ediyorlardı). Ey Minhal, Araplar, Muhammed (s.a.a) Arap olduğu için diğerlerine karşı övünüyor, iftihar ediyorlar.

Kureyş kabilesi de İslam Peygamberi Kureyş kabilesinden olduğu için diğer Arap kabilelerine karşı övünüyorlar. Peygamber’e intisap etmekle övündükleri halde O’nun Ehl-i Beyti’nin haklarını görmezlikten geldiler, onlardan bir grubu öldürdüler, bir grubu da esir ettiler.” İmam (a.s) daha sonra da “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyerek Peygamber hanedanına reva görülen zulüm hakkında Mehyar’ın söylediği iki beyti[8] okudu.

“Peygamber’in minberinin ağaçlarını tazim ettiler. Ama evlatlarını ayaklar altına aldılar. Hangi delil ile evlatları size tabi olsun ki? Halbuki siz ona tabi olmakla gurur duyuyorsunuz.”

İmam (a.s) bu konuşmasında Emevi hükumetinin küfür ve zulüm esası üzere kurulu mahiyetini ifşa etmiş, onları ilahlık taslayan ve İsrail Oğullarına her türlü zulmü reva gören Firavun’a benzetmiştir. O halde Hüseyin (a.s) da hakikatte ulülazm peygamberlerden olan Hz. Musa’nın bayrağını eline almış, Yezid ve uşakları da Firavun ve uşaklarının yolunu takip etmişlerdir.

İlginç olanı da şudur ki, İmam Hüseyin (a.s) Medine’den çıkarken ve Mekke’ye girişte Hz. Musa (a.s)’ın Mısır’ı terkedip Medyen’e giderken söylediği sözlerini ifade eden Kur’an ayetlerini (Kısas/21-22) tilavet buyurmuşlardı.

İmam’ın Minhal’e hatırlattığı nüktelerden biri de şudur ki, insanlar büyük İslam Peygamberi’ne en ufak bir intisap ile övünmektedirler. Ama gel gör, İslam toplumu öyle bir gaflet içinde yüzüyordu ki, Resulullah’ın (s.a.a) yadigârları ve ilim ve kemallerinin yegane varisleri olan Ehl-i Beyti’ne en kötü zulüm ve cinayetler bile reva görülürken onlar ölümsü bir sükuta gömülmüş, çıt çıkarmıyorlardı.

İMAM SECCAD’IN(A.S)KUFE VS.YERLERDEKİ UMUMİ KONUŞMALARI

Büyük Kerbela kıyamındaki esir hürler kervanının, kıyamın ideallerini korumak, şehitlerin mesajını tüm dünya özgürlerine iletmek ve zalim Emevilerin tahrif ve yalan propagandalarına karşı koymak gibi önemli bir risalet ve görevi vardı. Onlar Kerbela olaylarını olduğu gibi yansıtmakla, uyumuş vicdanları uyandırdılar;

Emeviler ile onların taraftarlarının çirkin yüzünden riya ve hile perdelerini kaldırarak Ehl-i Beyt ve taraftarlarının mazlumiyet ve hakkaniyet sesini dünyaya duyurdular.

Böylece anlık ve zahiri zaferden magrur olan düşmanı rüsvay ettiler. Kahramanca feryatlarıyla Hak ve hürriyetin azamet ve yüceliğini gözler önüne serdiler.

Bu mesajı iletme görevinde Hz. Zeyn-ül Abidin (a.s) ve Zeyneb-i Kubra’nın özel bir rol ve konumu vardı ve bu mukaddes cihad ve hareketin temel erkânlarından sayılıyorlardı.

Onlar belirli münasebetlerde aydınlatıcı ve ifşa edici hutbeler irad etmişlerdir ki makatil ve tarih kitaplarında yer almış ve nakledilmiştir. Ancak bu arada İmam Zeyn-ül Abidin özel bir konuma sahipti ki, Zeyneb (a.s) bile o konuma sahip değildi. Zira o ne bir çocuktu ve ne de bir kadın. Dolayısıyla da onun sözleri duygusal ve hissi olarak tavsif edilemez.

Bunlardan da öte o hakikatte İmam ve Allah’ın hüccetiydi. Nitekim ileride beyan edileceği üzere Şam camisinin minberi üzerinde irad ettiği hutbesi o kadar güçlü ve etkili idi ki,

çok kısa bir zaman içinde Emevilerin yıllarca sürdürdüğü yalan propaganda neticesinde Şam halkının fikir ve vicdanlarını kaplayan kalın gaflet ve cehalet perdelerini yırttı ve mucizemsi bir şekilde onları Yezid’e karşı ayaklandırdı. Bu iş İmam Seccad’ın (a.s) dışında hiç kimsenin yapamayacağı bir şeydi.

1-İMAM SECCAD(A.S)IN KUFE HALKINA YAPTIĞI KONUŞMALAR

Emevilerin yalan propagandası etkisi altında kalan ve onların İmam Hüseyn’e karşı elde ettikleri zahiri galibiyetlerini, İslami idarecilerin İslam hükumeti muhaliflerine karşı galibiyetleri olarak telakki eden bir grup Kufe halkı,

Emevi hükumeti uşaklarının teşvikiyle Kufe’nin giriş kapısında Âl-i aba esirlerini yakından görmek için bir araya toplanmışlardı. Bu kalabalık, Hüseynî kıyamın mesajcılarına büyük görevlerini eda edebilmek için iyi bir fırsat sağlamıştı.

Hüzeym b. Şerik-i Esedi’nin[9] dediği üzere esirler kafilesinin önderi İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) halka dönerek onlardan sükut etmesini istedi. Daha sonra Allah’a hamd u sena, Peygamber’e (s.a.a) salat u selam’dan sonra şöyle buyurdu:

1.Bölüm

“Ey insanlar, beni tanıyanlar, tanırlar. (Kendimi tanıtmaya gerek yok). Her kim beni tanımıyorsa (bilsin ki) ben Hüseyn’in oğlu Ali’yim. Ben, Fırat nehrinin kenarında,

haksız yere kan dökmediği halde (koyunlar gibi) boğazlanarak öldürülen Hüseyin’in (oğluyum). Ben, hürmeti çiğnenen, malları yağma edilen, ailesi esir edilen kimsenin oğluyum. Ben, feci bir şekilde öldürülen kimsenin oğluyum; ve bu bize iftihar olarak yeter.”

Konuşmanın bu bölümünde İmam ilk önce kendini tanıtıyor. Kısa ama manalı sözleriyle Beni Ümeyye uşaklarının cinayetini ifşa ediyor. Özellikle de şu noktayı hatırlatıyor:

1- Resulullah’ın gözü nuru ve cennet gençlerinin efendisi olan babası İmam Hüseyin (a.s) Fırat nehri kenarında feci bir şekilde şehid edildi.

2- İmam Hüseyin (a.s) hiç kimseyi öldürmemişti, dolayısıyla o hiç bir suç ve günahı olmaksızın öldürüldü.

3- İmam Hüseyn’in (a.s) hürmeti çiğnendi. Onun hem Resulullah’ın (a.s) İtret ve Ehl-i Beyt’ten olma açısından ve hem de iman, ilim ve takva açısından hürmeti korunmalıydı. Ama Beni Ümeyye ilahi ve insani hiçbir hürmete riayet etmedi. Ona en zalim bir şekilde davranıldı.

4- İmam Hüseyin (a.s)’ı öldüren düşmanları daha sonra onun mallarını yağmaladılar. Bu da onların dünyaperest olduklarının en açık delilidir.

5- İmam Hüseyin (a.s)’ın ehl u iyali Emevi uşaklarınca esir edildi. Bu iş de onların yırtıcılık ve küstahlıklarının en açık delilidir.

6- İmam Hüseyin (a.s) Allah yolunda en feci bir şekilde şehid edildi. Bu ise en büyük iftihar ve onur senedi mesabesindedir. İmam Seccad (a.s) bu cümle ile şu noktayı beyan ediyor:

Emevi rejimi uşaklarının işlediği bu küstahça amelleri karşısında İmam Hüseyin (a.s) mukavemet ve sabrı ve sonuçta şehadete ermesi İmam ve yâranları için bir övünç kaynağıdır.

Burada insanın aklına şu soru takılmaktadır: Acaba Kufe halkı İmam Seccad (a.s)’ı tanımıyorlar mıydı ki, İmam kendini tanıtma ihtiyacını hissediyor?

Bu sorunun cevabı şudur: İmam Seccad (a.s) (ki o zamanlar takriben yirmi üç yaşlarındaydı) dört yıllık çocukluk dönemi dışında tüm ömrünü Medine’de geçirmişti.

Dolayısıyla da Kufe halkının çoğu onun hakkında yeterli bir bilgiye sahip değildi. Üstelik, kendini tanıtması halkı aydınlatması açısından da faydalıydı.