M. Haydar AKYAVUZ: Şıkşıkiye Hutbesi

Nehcü’l-Belaga, İmam Ali (a.s.)’ın sözlerinden ve mektuplarından derlenmiştir. Seyyid Razi, dördüncü yüzyıl sonlarına doğru, İmam Ali (a.s.)’ın konuşmaları ve mektuplarından edebi belagat yönünden üstün olan bölümleri seçmiş ve Nehcü’l-Belaga adı altında toplamıştır. Nehcü’l-Belaga üç bölüme ayrılmıştır: Hutbeler, Mektuplar, Hikmetli Sözler.

Bu sohbetimizde Nehcü’l-Belaga’daki 3. Hutbeyi konu alacağız. Bu hutbe, meşhur adıyla Şıkşıkiye Hutbesi’dir. Lügat bilginleri ve hutbeye şerh yazanların sözünden anlaşıldığı kadarıyla “şıkşıkiye” akciğer gibi devenin boğazında dönen sesle birlikte heyecan ve öfke anında ağzından çıkan ve sonra kendi yerinde sakinleşen şeye denir.

 

Velayetin şahı İmam Ali (a.s.)’ın hilafet hakkındaki şikâyeti, neden sabrettiği ve halkın kendine biatı hususundaki o meşhur hutbesi şöyledir: “Allah’a and olsun ki, falan kimse, hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa sel benden akar ve hiçbir kuş benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben de hilafetle arama bir perde çektim, ondan yüz çevirdim. Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer.

 

Gördüm ki sabretmek akla daha yatkın, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Ta ki birincisi yolunu tamamlayıp, onu kendinden sonraki falana verdi, gitti. Ne kadar ilginç! Yaşarken halkın kendisini bırakmasını isterdi. Ama ölümden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar.

 

Hilafeti öyle sert ve kaba bir yere attı ki sertliği insanı derinden yaralar, oldukça kaba davranırdı. Hilafeti boyunca oldukça düştü, sürçtü. Habire sürçtükçe özür diledi. Hilafet sahibi, huysuz bir deveye binmişe benzerdi. Öyle bir deve ki yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; dizginlerini salsa nefsini yokluğa, helake atardı. Allah’ın bekasına (varlığına) and olsun ki insanlar onun zamanında ihtilafa düştü, huysuzlaştı, renkten renge büründü ve birbirini suçladı.

 

Ama ben bu uzun zaman boyunca bir çok zahmet, mihnete düşmeme rağmen yine de sabrettim. Derken o da yolunu kat etti ve hilafeti bir topluluğa bıraktı ki benim de o topluluktan biri olduğumu sanıyordu. Allah’ım sana sığınırım, ne şuraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle ne zaman şüphe hâsıl oldu ki bu tür kimselere denk tutuldum ben! Ama buna rağmen (kuşlar gibi) inerlerken onlarla indim, uçarlarken onlarla uçtum. İçlerinden biri (Sa’d b. Ebi Vakkas) haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf) damadı olduğundan ona meyletti. Öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki söylenmesi, anılması bile çok çirkin…

 

Derken onların üçüncüsü iki yanı şişmiş bir halde kalktı. Yediği yerle kirlettiği yer arasında yaşadı. Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını, devenin ilkbaharda otları, çayır çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler. Sonunda onun da ipleri çözüldü. Amelleri işini bitirdi. Karnının dolgunluğu onu yere serdi.

 

Derken halk sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan etrafıma üşüştüler; neredeyse izdihamdan Hasan ve Hüseyin ayaklar altında kalacaktı. İki tarafımda çizikler, yaralar oluştu. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar. Ama işi elime alınca bir bölük hemen biatten döndü, ahdini bozdu. Başka bir bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, çıktı. Öbürleri de zulme saptılar. Sanki onlar her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın “İşte ahiret yurdu; biz onu yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz.” (Kasas, 83) ve “Akıbet takva sahiplerinindir.” (A’raf, 128) buyurduğunu duymamışlardı! Evet, and olsun Allah’a elbette duydular ve anladılar da. Ama dünya gözlerine süslenmiş, bezenmiş bir şekilde göründü. Onun bezentisi, süsü hoş geldi onlara. Evet, tohumu yarana ve insanı yaratana and olsun ki eğer bu topluluk biat için toplanmasaydı, yardımcıların varlığıyla hüccet ikame edilmeseydi ve Allah zalimlerin çatlayasıya doyarken mazlumların açlıktan kırılmasına (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim. Hilafetin sonunu ilk kâsesiyle suvarırdım. (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim).” Denildiği üzere söz buraya gelince Irak halkından biri kalktı ve Hz. Ali’ye bir kâğıt sundu. Hz. Ali kâğıdı okumaya başladı. Okuyup bitirince İbn-i Abbas, “Ey Müminlerin Emiri, sözüne kaldığın yerden devam etsen” dedi.

 

Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ey İbn-i Abbas, bu azdığında devenin boğazının altında oluşan şişiklikti ki geldi, sonra geri indi.”

 

İbn-i Abbas, “Vallahi bu sözün istediği gibi bitiremeden yarım kalmasına üzüldüğüm gibi hiçbir şeye üzülmedim. Müminlerin Emiri ne olurdu dilediğini söyleseydi?” dedi. (el-Cemel, s.62, Şeyh Müfid; Fihrist-i Neccaşi, s.92; Fihrist-i İbn-i Nedim, s.224; el-İnsaf fi’l-İmamet, İbn-i Kubbe-i Razi; Meani’l-Ehbar, Şeyh Saduk, s.343; İlel’uş Şerayi, Şeyh Saduk; el-İkd’ul Ferid, c.4, İbn-i Abdurabbih (ö.h. 328); el-Muğni, Kadı Abdulcebbar (ö.h. 415); Nesru’d-Durer; Nezhet’id-Edib, Vezir Ebu Said el-Abi (ö.h. 422); Şafii, s.203, Şerif Murtaza; Emali, Ebu’1-Feth Hilal bin Muhammed bin Cafer el Heffar; Emali, Şeyh Taife et-Şeyh Tusi; Tezkiret’ul-Havas, s.133, Sibt bin Cevzi, (ö.h. 654); Tuhef’ul-Ukul, Harrani, s.313; Şerh-u Hıtbet’ut-Şıkşıkiyye, Seyyid Murtaza Alem’ul-Hüda, (ö.h.436); İfsah, s.17, Şeyh Mufid; el-İhticac, s.281, Tabersi; el-Mehasin, el-Barki; el-Musteksa, c.1, s.393, Zemahşeri; Mecma’ul-Emsal, c.1, s.197, Meydaniyye ö.h. 518).

……

yenimesaj.com.tr