Mehdeviyet Neden Bu Kadar Önemli?

Mehdeviyet İslam’da, özellikle Ehlibeyt Mektebi’nde neden bu kadar önemlidir?

Bizler inançlı insanlar olarak bir şeyin ne kadar önemli olup olmadığının nişanelerini başta Rabbimizin kelamında, sonra Resulü’nün, daha sonra da onun ilim ve irfanının varisleri ve temsilcileri olan Ehlibeyt’inin sözlerinde ve açıklamalarında aramalıyız.

Örneğin Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor:

وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ مٖيثَاقَ النَّبِيّٖنَ لَـمَٓا اٰتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهٖ وَلَتَنْصُرُنَّهُؕ قَالَ ءَاَقْرَرْتُمْ وَاَخَذْتُمْ عَلٰى ذٰلِكُمْ اِصْرٖيؕ قَالُٓوا اَقْرَرْنَاؕ قَالَ فَاشْهَدُوا وَاَنَا۬ مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدٖينَ ﴿٨١﴾

“Allah peygamberlerden, “Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini tasdik eden bir elçi size geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz” diyerek söz almış, “Kabul ettiniz mi ve bu ahdimi üstlendiniz mi?” dediğinde “Kabul ettik” cevabını vermişler; bunun üzerine “O halde şahit olunuz, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” buyurmuştu.”[1]

Yine bütün peygamberler gelecek olan ahir zaman Peygamberi Hatemü’l-Enbiya’yı müjdelemekle görevlendirilmişlerdir. Ki Kur’an örnek olarak Hz. İsa’nın müjdesini şöyle naklediyor:

وَاِذْ قَالَ عٖيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَ اِنّٖي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقاً لِمَا بَـيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّراً بِرَسُولٍ يَأْتٖي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُٓ اَحْمَدُؕ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ بِالْبَـيِّنَاتِ قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُبٖينٌ ﴿٦﴾

“Meryem oğlu Îsâ da şöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim.” Ama o (Ahmed) kendilerine apaçık kanıtlarla gelince, “Bu (kanıtlar) besbelli bir büyü!” dediler.”[2]

Peki, bunları niye yapıyor Allah-u Teala? Çünkü gelecek olan son peygamberi ve onun getireceği dini ve kitabı önemsiyor.

Aynı şey Mehdeviyet için de geçerlidir.

Allah-u Teala Enbiya Suresinde şöyle buyuruyor:

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ ﴿١٠٥﴾اِنَّ فٖي هٰذَا لَبَلَاغاً لِقَوْمٍ عَابِدٖينَؕ ﴿١٠٦﴾  وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ ﴿١٠٧﴾

“And olsun biz Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da yazdık ki yeryüzünü salih kullarım miras alacaktır. * İşte bunda, Allah’a kulluk eden topluluk için yeterli açıklama vardır. * Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[3]

وَنُرٖيدُ اَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْاَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ اَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثٖينَۙ ﴿٥﴾

“Ve biz yeryüzünde müstazaf düşürülenlere minnet edip onları imamlar ve (yeryüzünün) mirasçıları kılmayı irade ederiz.”[4]

يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ﴿٣٢﴾ هُوَ الَّـذٖٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدٖينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّٖينِ كُلِّهٖۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ ﴿٣٣﴾

“İsterler ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler; ama inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu muhakkak tamamlamayı istiyor. * O (Allah) ki hidayet ve hak din üzere gönderdi ki onu bütün dinlere galip kılsın, müşrikler istemese dahi.”[5]

Bütün bu ayetler Hak Teala’nın evrensel İlahi hakimiyeti, insanlığın yaratışından itibaren, ne kadar önemsediğini gösteriyor. İşte biz yüzlerce değil binlerce hadise dayanarak bu hakimiyetin Resulullah’ın neslinden ve evlatlarından olan Hz. Mehdi’nin eliyle gerçekleşeceğini söylüyoruz. Bunu neden ve nasıl birileri yadırgıyor ve hazmedemiyor, bir türlü anlamış değiliz. Yani aslında biz onların tavrını yadırgıyor ve bir türlü hazmedemiyoruz.

Evet, Mehdeviyet konusunun çeşitli boyutlarıyla ilgili toplamda beş binin üzerinde hadis nakledilmiştir. Bunların da en az beş yüz tanesi Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarında geçmektedir. Hakkında bu kadar yoğun hadisin nakledildiği kaç tane İslami konu var acaba hiç düşünüldü mü?

Biz bunlardan sadece bir tane örnekle yetiniyoruz.

Allah Resulü’nden (s.a.a) bir birbirine yakın tabirlerle çeşitli Şii ve Sünni kaynaklarda şöyle nakledilmiştir:

“Eğer dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa bile, Allah onu o kadar uzatacaktır Ehlibeytimden olan bir kişi çıkarak zulüm ve haksızlıkla dolan dünyayı adalet ile dolduracaktır.” Diğer birçok hadiste de bu kişinin isminin Resulullah’ın ismi, künyesinin Resulullah’ın künyesi ve lakabının MEHDİ olacağı yer almaktadır.

Evet, biz böyle bir müstesna günü ve böyle müstesna ve eşsiz bir olayın vukuunu bekliyoruz ve bunun adı intizardır. Ama nasıl bir intizar?

Hem Resulullah’tan hem de Ehlibeyti’nden nakledilen hadislerde bu intizar en faziletli amel, en faziletli cihad olarak vasıflandırılmıştır. Neden acaba? Acaba elimizi elimizin üzerine koyup bir köşeye çekilerek onun gelmesini ve dünyayı adaletle doldurmasını mı bekleyeceğiz? Bu mu en faziletli amel? Bu mu en faziletli cihad?! Eğer bu ise, birilerinin “Mehdeviyet ve kurtarıcı beklemek, insanı sorumsuzlaştırmaktan ve tembelliğe sürüklemekten başka bir şey değildir; bir nevi uyuşturucudur.” tarzındaki iddialarını haklı çıkarır.

Oysa ayet ve hadislere müracaat ettiğimizde bunun tam aksini görüyoruz.

Esasen şunu soralım: Neden Allah-u Teala bütün peygamberlerden İslam Peygamberi’ne iman etmelerine ve ona yardım etmeleri gerektiğine yönelik ahit ve söz almıştır? Hiç düşündük mü bunu?

Çünkü bir mümin için İlahi dava ve onun uğruna mücadele etme ve bu davanın sonuca ulaşmasına inanmak ve bundan emin olmak her şeyden önemli ve önceliklidir. Dolayısıyla ne kadar sıkıntı da çekse, çile de çekse, bin bir türlü eza ve cefaya da maruz kalsa, eğer uğruna bunca mücadele ettiği ve çile çektiği davanın bitmeyeceğine, bu sancağın yere düşmeyeceğine, bu meşalenin sönmeyeceğine ve bilahare bir gün istenen ve arzulanan hedefe ulaşacağına emin olursa, üç tane önemli sonuç doğurur.

a) Hiçbir zaman umudunu kaybetmez.

b) Hareket ve mücadeleden geri durmaz.

c) O mutlu sonu görmese bile kendi görmüş gibi addeder. Zira bilir ki Hak Teala her kese niyetine göre sevap verecektir.

Evet, ilk günden Rabbimiz bu vaadi bütün ümmetlere vermiş, son peygamber ve onun evrensel ve ebedi diniyle müjdelemiş ve bu dinin onun oğlunun eliyle bütün sahte dinlere galip geleceğini ve yeryüzüne o ve beraberindeki salihlerin hâkim ve varis olacağını vaadetmiştir.

Dolayısıyla tarih boyunca salihler bu vaatle hep o günü beklerken, kendilerini o güne hazırlamaya, o davaya yardımda bulunmaya ve ona zemin hazırlamaya çalışmışlardır.

Dolayısıyla bugünün muntazırları için de aynı şey geçerlidir. İntizar bizde de o üç etkiyi bırakabiliyorsa, biz de gerçek muntazırlardan sayılırız.

Yani bizde:

a) Umut ışığını zinde tutuyorsa,

b) Hareket, hazırlık ve mücadele ruhunu bize aşılıyorsa,

c) Ve bilahare o mutlu sonu görmüş gibi yaşamamıza vesile olursa, bize de gerçek muntazırlardan sayılırız. Aksi takdirde bizimki kuru bir iddia ve sahte kahramanlıktan öteye geçmez.

Hadislerimizde bu konuda ilginç ifadeler vardır ki tam da bu söylediklerimizi ifade ediyor.

Evvela şunu söylemeliyiz ki Kur’an’daki ifade aslında hadislerin söylediklerini tek kelimede özetlemiştir: “Salihler yeryüzüne varis olacaklar.” Evet, muslihi (ıslahçıyı) bekleyenin kendisi salih olmalıdır. Zira Hz. Mehdi ve onun yarenleri ve neferleri salihlerden oluşacak. Salih olmayanın onun yanında ve safında yeri olmayacaktır.

Şimdi geçelim hadislere:

İmam Cafer Sâdık’tan (a.s) nakledilen bir hadisin bir bölümünde şöyle geçer:

“… Şüphesiz bu işin sahibi (evrensel İlahi hâkimiyeti gerçekleştirecek olan kimse) için bir gaybet dönemi olacaktır. (O zamanı idrak eden) kul Allah’tan sakınsın, takva ehli olsun ve sımsıkı dinine sarılsın.”[6]

İmam Musa Kâzım’dan (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Ne mutlu Kâim’imizin (Hz. Mehdi’nin) gaybet döneminde bizim muhabbetimize sarılan, bizim velayetimiz ve düşmanlarımızdan beraat konusunda sebat gösteren takipçilerimize! Onlar bizdendir, biz de onlardan. Onlar bizi imam olarak kabullenmişlerdir, biz de onları şialarımız-takipçilerimiz olarak. Ne mutlu onlara! Vallahi onlar kıyamet günü bizim derecemizde bizimle birlikte olacaklardır!”[7]

İmam Zeynelâbidin’den (a.s) nakledilen hadisin bir bölümünde şöyle geçer:

“… Hz. Mehdi’nin (gaybet) süresi o kadar uzar ki onu kabullenen birçokları (bile) bu inanışlarından vazgeçerler. Bunda ancak yakini güçlü olan, (İmam’ı) doğru tanıyan bizim verdiğimiz hüküm ve kararları kabullenmede zorlanmayan ve biz Ehlibeyt’e (hakkıyla) teslim olan kimse sebat gösterir.”[8]

Demek ki intizar, oturmak, değil harekettir, eylemdir; Ehlibeyt’in öğrettiği öğretilerine hem düşünce hem de amel ve uygulamada sımsıkı sarılıp onlara teslim olmaktır ve onun gelişine ve zuhuruna elinden geldiği kadar zemin hazırlamaktır.

Bazı büyüklerimizin de buyurduğu gibi:

“Zuhur zamanının gizli kalmasının birçok sebebi olabilir, ama belki de en önemli sebeplerinden birisi bizim her an olacakmış gibi ona hazır olmamızdır; tıpkı ölüm gibi… Nitekim hadiste de zuhurun “Bağteten” (aniden) gerçekleşeceği tabiri geçmektedir.”

Yine şöyle buyurmuşlardır:

“İntizar, sefere çıkacak birisinin sefer hazırlığını yapıp, tetikte beklemesi ve kafile başkanının gelip kafileyi hareket ettirmesini beklemek gibidir…”

Veya şöyle bir benzetme yapılmış:

“İntizar askerlerin gerekli eğitimi alıp, gerekli teçhizata mücehhez olarak mevzilerinde her an saldırı ve hareket emrini komutandan beklemeleridir.”

Veya şu tespite bakın:

“Zuhura inanmakla, zuhuru beklemek farklı şeylerdir. Bizden her ikisi istenmiştir. Hatta zuhuru yakın görmemiz istenmiştir. Çünkü zuhuru ne kadar yakın görürsek, o kadar hazırlığımız da şiddetlenmiş olur. İmam ile manevi ve ruhi bağımız güçlenmiş olur…”

Dolayısıyla böyle bir düşünce ve niyetle zuhuru bekleyen ve ona hazırlanan kimse, o günü görse de görmese de muradına ermiş sayılır tabiri caizse. İşte bunu gösteren birkaç hadis:

Mufazzal b. Ömer İmam Cafer Sâdık’tan (a.s) şöyle duyduğunu nakleder:

“Kim bu işi (zuhuru) bekleyerek ölürse, Kâim (a.s) ile onun çadırında (ordugâhında, onun hizmetinde) bulunmuş kimse gibi sayılır. Hatta daha ötesi Hz. Resulullah’ın önünde (İslam düşmanlarına karşı) kılıç sallamış (cihad etmiş) kimse gibi olur.”[9]

İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) hadisinin bir bölümü de şöyledir:

“… Kim İmam’ını (ve ona karşı görevlerini) tanıyarak ölürse, bu zuhurun çabuklaşması veya gecikmesinin onun için bir zararı söz konusu olmaz. İmam’ını tanıyarak ölen kimse, Kâim (a.s) ile onun çadırında (hizmetinde) bulunmuş kimse gibi olur.”[10]

Emirü’l-Müminin Ali (a.s), İmam’ın Cemel zaferine sevinen birisine hitaben (mealen) şöyle buyurdu:

“Gelecek nesillerde bile (Kıyamete kadar) kim bizim bu işimize ve zaferimize sevinirse, kalbi bizimle olursa bizim sevabımıza ortaktır.”[11]

İmam Rıza (a.s) Rayyan b. Şebib’e şöyle buyurdu:

“Ey Şebib’in oğlu! Eğer İmam Hüseyin ile birlikte şehid olanların sevabını almak istiyorsan, ne zaman onu hatırlarsan şöyle de: “Keşke ben de onlarla birlikte olsaydım da büyük kurtuluşa erişseydim.” Söylemeye bile gerek yoktur ki bu sözden maksat sadece bir dil laklakası şeklinde söylemek değil, gerçekten orada olmayı arzulamak ve buna hazır olmaktır.

Zuhuru bekleme konusunda da aynı durum söz konudur.

Her akıllı ve vicdanlı insan böyle bir intizar ve inanışın, insana sorumsuzluk değil, sorumluluk yüklediğini, umutsuzluk değil umut aşıladığını, uyuşturma değil harekete geçirdiğini teslim eder.

İşte böyle bir intizar, elbette en faziletli amel, en faziletli cihad olacaktır. Rabbim bizleri böyle muntazırlardan eylesin. Âmin!

 

…………….

[1] Al-i İmran, 81

[2]  Saff, 6

[3] Enbiya, 105-107

[4]  Kasas, 5

[5]  Tevbe, 32-33

[6]  el-Kâfi, c. 1, s. 335

[7] İsbâtü’l-Hüdât, c. 3, s. 427

[8] İsbâtü’l-Hüdât, c. 5, s. 81

[9] İsbâtü’l-Hüdât, c. 5, s. 86

[10] İsbâtü’l-Hüdât, c. 3, s. 519

[11] Nehcü’l-Belâğa, Hutbe: 12

………….

ehlibeytalimleri.com